Robert Coover’ın karanlık ve alaycı iki uzun öyküsü bir arada.
“Yaban Gülü”nde genç bir kadın yüz yıl boyunca bir büyünün tesiri altında, kendisini uyandıracak prensi bekler; onu gözleyen kocakarıysa genç kadının zihnine karanlık ve rahatsız edici rüyalar boca eder, öyle ki prenses bazen rüyasında Disney çizgi filmlerinden fırlamış yakışıklı bir prens tarafından uyandırıldığını, bazen de onun kaba saba, evli bir adam olduğunu görür. Prensin durumu da pek iyi değildir: Uyuyan güzelin hapsolduğu, dikenli sarmaşıklarla çevirili kuleye ulaşmayı başardığında başına neler geleceğini düşünüp durur; böylece gerçeklik ve düş arasındaki sınırlar fevkalade bulanıklaşır.
“Hizmetçiye Şaplak”taki iki karakter, hizmetçi ve efendisi de büyük bir malikânenin bir odasında, zaman ve mekândan bağımsız, her günün tekrarlandığı bir yarı kâbusa hapsolmuşlardır. Yaşananların sırası değişse de eylemler değişmez. Kirli çarşaflar, ıslak havlular, tozlu şifoniyerler ve gün ışığını odaya dolduran büyük bir pencere… Tahakküm ve saplantı üzerine kurulan bir ilişki….
“Robert Coover artık ustalarımızdan biri.”
The New York Times
İÇİNDEKİLER
Yaban Gülü……………………………………………………………… 13
Hizmetçiye Şaplak ……………………………………………………. 71
YABAN GÜLÜ
Ne kadar kolay olduğunu keşfetmek şaşırtıyor kahramanımızı. Dallar, uyluklar gibi aralanıyor önünde, ipeksi taçyapraklar yanaklarını okşuyor. Çekili kılıcı lekelenmiş ama kanla değil, çiğle ve çiçek tozuyla. Şişirilmiş bir efsane daha işte. Bu büyük maceraya, sonundaki sözde ödül için değil –yatağa çakılmış bir prenses daha nedir ki zira– büyünün kendi berbat güçleriyle yaşanacak bir yüzleşmeyi kışkırtmak için girişmiş. Gizemi ehlileştirmek için. Nihayet isim yapmak için. Bilgelik rünlerine veya Altın Post’a2 hamle etse daha iyi edermiş gerçi. Hatta bir başka lanet olası kâseye. Dolunayda ani bir taze çiçek çılgınlığıyla yumuşacık olmuş, dikenleri edeplice içeri çekilmiş çalılar ona yavrusuna düşkün bir ana gibi kollarını açarken kahramanımızın canını acıtan tek şey hüsran. Ama kendisinden önce gidenlere bunun neye mal olduğunu biliyor, onların çalılara takılıp kalmış cesetlerinin kokusunu alabiliyor, rüzgâr hafifçe estiğinde takırdayan, ay ışığıyla beyaza boyanmış kemiklerinin solgunluğunu görebiliyor. Onunsa bütün çilesi o çürüme kokusundan ibaret neredeyse ve sık çalıların daha derinlerine daldıkça etrafını sevgiyle saran taze solucan otu ve papatya, gül, leylak ve çördük, lavanta ve sater otu kokuları sayesinde o bile hafifliyor –belki de seçilmiş kişidir kahramanımız, belki de onun erdemidir çalıların çiçek açmasına neden olan–. İşte şatonun kulecikleri ve mazgallı siperleri görünüyor titreyen dalların arasından, uzansa dokunacak neredeyse.
Rüya görüyor prenses, sıklıkla olduğu gibi yine terk ediliş ve ihanet var rüyalarında, yiten umutlar var, bedeni terk ederek alıp başını giden benlik ile o müphem benliği yüzüstü bırakan beden var. Kendini bir zamanların mağrur bir şatosu gibi hissediyor kız, duvarları yıkılmış, salonları ve kuleleri yağmacı ordular tarafından değil de yarasalar, kuşlar, kediler, davarlar gibi daha mütevazı yaratıklar tarafından işgal edilmiş; çekip gitmiş benliği de birtakım dağınık ve şaşkın niyetlerle başka bir yerde yağmacılık yapan düzensiz bir ordu. Namusa duyduğu özlem, o büyülenmiş masumiyeti içinde, öfke ve şehvete dair bildiği tek şey kızın; ancak bu özlemin kendisi de bölük pörçük ve tutarsız, içini canavarca kemiren bir şeyden ziyade, uzun zaman önce düşmüş ve uyuşmuş uzak savunma hatlarının molozları arasında birtakım haşeratın huzursuzca koşuşturması gibi bir his. Onu yeniden bir bütün yapacak şey, varsa şayet, ne olabilir? Ve “bütün” nedir? Rüyalarında hep olduğu gibi, anne babası yok olmuşlar, ölüme veya anakaraya veya belki de haz yuvalarından birine gitmişler ve o hain iğ tekrar tekrar saplanıyor etine, ne kadar hiddetlense de bir türlü uyanıp üstünden atamadığı bir çaresizlik dolduruyor içini.
Dikenli çalıların arasından gözüne ilişen şato kulecikleri, ayın aydınlattığı soluk renkleriyle, asla affetmeyen ama taş gibi sessiz duran bir babanın sıkılmış yumrukları gibi yükseliyor yukarıdaki kara geceye ve kahramanımız, esrarengiz adımlarla o babanın aşağıdaki şefkatli arazisine giriyor izinsiz; gelişi, çınlayan kemiklerin hafif, buzsu sesleriyle müjdeleniyor. Dikenli çalıları süsleyen diğerlerinin aksine, kahramanımız tam zamanında, çalı çit baştan aşağı çiçeğe durmuşken gelmişti veya belki de (ki o böyle düşünmeyi tercih ediyor) gelen o olduğu için çiçeklenmişti çalılar bu gece ve yukarıdaki soğuk şato ne kadar itiyorsa onu çit de baştan çıkarıcı okşayışlarıyla o kadar buyur ediyordu; biri ona yol gösteren bir vaat ve davet, diğeri çıktığı bu kahramanca seferin amacını yerine getirebilmek için geçmek zorunda olduğu sınav. Ne peki o amaç? Şeref. Bilgi. Büyülü güçlerini kullanmak. Ve bir de aşk tabii. Eğer o eski masallar doğruysa, uyuyan bir prenses bekliyor onu içeride. Kahramanımız, şu arasına daldığı, çiğle nemlenmiş yumuşak duvardan pek de farklı hayal etmiyor onu, ipeksi ve hoş kokulu ve şehvetle davetkâr. Eğer kahramanımızın çıktığı seferin sembolik amacı prensesse, onun uyanışı da birtakım gelip geçici hazlar vaat etmiyor değil. Onun dünyanın en güzel yaratığı olduğu söyleniyor ne de olsa, hem güzel hem iyi, müziğe yetenekli, narin, erdemli ve zarifmiş ve bir meleğin nazik mizacına sahipmiş ve geride bıraktığı yüz küsur yıla karşın hâlâ bir çocukmuş, masum ve yumuşak başlı. Yana yakıla arzulanan. Ve de arzulayan. Elbette, bir kurbağa tarafından kucaklanmış bir annenin kızı o aynı zamanda ve ailede birtakım zalim devler olduğundan, büyüyle hâkimiyet kurmalarından ve cadılarla, büyücülerle ve adı ağza alınmayacak daha ne karanlık güçlerle yaptıkları toplantılardan da söz ediliyor. Şayet karanlık çağlardan kalma bu yüzyıllık dedikodularda birazcık gerçeklik payı varsa, bu macera aşkın tatlı çılgınlığıyla değil, acısıyla ve meşhur zalimliğiyle bitebilir. Bu olasılık caydırmıyor ama kahramanımızı. Bilakis. Kışkırtıyor.
Saplanan iğin acısıyla ilgili söylenecek şu var. Bu acı prensesi sabitliyor, uykusunda diğer her şey benliğinin ipini çözüp etrafa dağıtırken, benliği o buluyor. Oradan geçen bir prens ona kim olduğunu sorduğunda, verecek başka bir yanıtı olmayan prenses, canı yananım ben diye yanıtlıyor basitçe. Bu prens –tabii eğer prensse, ki denizdeki bir sis gibi şekilden şekle girerek sürüklenip geçen birinin sahiden öyle olup olmadığını kim bilebilir?– prensesi rüyalarında, yüz yıldır hiç bitmeden, bir gün bile ara vermeden süren rüyalarında ziyaret eden sayısız prensten sadece biri. Hiçbiri de hatırlanmıyor tabii, hiç anısı yok rüyalarıyla ilgili, her biri daha görülürken unutuluyor, sanki onları görmek, onları silmekmiş gibi. Ama öte yandan prensesin rüyaları, daha önceden görülmüş rüyaların parça ve imgelerine o kadar sıklıkla yeniden değinirmiş ki; bir tür tanınabilir mimari gelişmiş bunların etrafında, öyle ki her ne kadar her bir rüya, doğası gereği mecburen biricik olsa da şayet prenses anımsamanın ne olduğunu bilse hepsinde anımsamanın onu teselli edebileceği gibi teselli eden ve korku içini ani bir kötü büyü gibi sardığında nereye kaçacağını öğreten çevresel bir aşinalık var. Bu sığınaklardan biri, prensesin bazen bir mutfak veya servis odası gibi veyahut içinde bir ocakla ahşap bir tekne bulunan tuhaf bir iç balkon gibi düşündüğü bir yer; burası kimi zaman giriş katında bulunan, sıkıştırılmış toprak zeminli bir mekân oluyor ama aynı zamanda bir çıkmanın yükseltilmiş cumbasından da şahane bir manzaraya bakıyor. Bazen duvarlar, kapılar, tavanlar oluyor, bazen olmuyor. Bazen bir başına girip çıkıyor prenses bu odaya veya oda esintili yalnızlığı içinde prensesin etrafında beliriveriyor ama bazen de aşina yüzler karşılıyor prensesi, tıpkı sürekli değişen diğer her şey gibi onların da hiçbirinin adını bilemese de. Yalnızca biri dışında belki: Sevgi dolu bir kocakarı, feci çirkin ve hafifçe de
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYaban Gülü ve Hizmetçiye Şaplak
- Sayfa Sayısı120
- YazarRobert Coover
- ISBN9789750765155
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaz Evi ~ Mehmet Zaman Saçlıoğlu
Yaz Evi
Mehmet Zaman Saçlıoğlu
Mehmet Zaman Saçlıoğlu, ‘Yaz Evi’ndeki yedi öyküsüyle önce “yayımlanmamış dosya” dalında 1993 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, kitap çıktıktan sonra da 1994 Sait Faik Hikâye...
- Babamın Tanrı Olduğunu Sandım ~ Paul Auster
Babamın Tanrı Olduğunu Sandım
Paul Auster
“Ulusal Radyo’nun ayda birkaç kez canlı yayında hikâyelerimi okuma önerisini reddetmek üzereydim. Akşam yemeğinde karımın verdiği fikir olmasa bu kitaptaki parçaların çoğu yazılmamış olacaktı....
- Hayvan Hikâyeleri ~ Julio Cortázar
Hayvan Hikâyeleri
Julio Cortázar
Evlerinde yalnız olmadıklarını fark eden iki kardeş. Şiddetli ve tuhaf bir hastalık nöbetiyle aksayan bir mektup. Ölümden bir anlığına dönen sevgili. Bir evin bahçesini...