“Hapsoldukları yerde gözlerini kapıya dikmiş son bir umutla birilerinin gelmesini bekliyorlardı. Istırap yüklü ruhlarının tek kurtuluşu buydu. Hayatlarının o en uzun gecesinde hikâyelerini anlatmayı seçtiler. Çünkü insan ölünce bedeni çürür, geriye yalnız hikâyesi kalır ve bütün hikâyeler gece anlatılır.”
İstanbul’un Vefa semtinde ayakta kalan son ahşap konaklardan biri; Canfeda Konağı, namı diğer Uğursuz Konak. Konağa hapsolmuş genç bir kadın; Halide. Yıllardır konaktan uzakta hayatlar süren kardeşleri; Cihangir, Zeliha ve Nihal. Annelerinin ölümünün ardından, konağın satışı için son kez bir araya gelen kardeşlerin talihsiz alınyazılarının gizemini çözecek sadece bir geceleri var. Geçmişle yüzleşirken, konağın senelerdir kilitli tutulan odasının kapısı aralanınca, ailenin günahları ve suçlarıyla konağın sakladığı sırlar ortaya dökülür.
Yüz yılı aşan bir uzaklıkta, Osmanlı zindanlarında, ölümünü bekleyen, saf bir aşkın peşindeki genç adam; Derviş Ali. Tek umudu devrik Sultan Abdülhamid’in Baş Ressamı Zonaro’nun yardımıdır.
Halide ve Derviş’in yazgılarını buluşturan, arafta kalmış, yaralı ruhları birleştiren çarpıcı bir son.
Gece Açan Çiçekler, Tarık Tufan’ın zengin dili, benzersiz üslubu ve hafızalardan silinmeyecek kurgusuyla, Osmanlı’dan günümüze akan dokunaklı bir aile hikâyesi. Yaralı aşklara yakılmış, yüreklere dokunan, büyüleyici bir ağıt.
“Aşk hayattan da ölümden de büyüktür.”
*
“Güneş kararıyor gibiydi; öyle ki, ağladıklarını düşündüren
bir renge bürünüyordu yıldızlar; kuşlar havada ölüp
yere düşüyorlar, müthiş depremler oluyordu sanki.”
Yeni Hayat – Dante Alighieri
“Şunu bil ki gece gebedir.
Bir gecenin ise, ne kadar uzun olursa olsun,
karanlığı sonuna kadar sürmez!”
Şehname – Firdevsi
Prolog
İstanbul’da o sabah kıyametin en büyük alameti zuhur etti ve batıdan kızıl bir güneş doğdu.
Şark masallarından kalma habis karanlık henüz gök kubbeyi terk etmemişti. Şehrin büyük bir patlamayla titremesinin ardından göğe yükselen dev alev topu, ortalığı ölüm kırmızısına boyadı. Her zamanki gibi doğudan değil de bu kez şehrin batısından yükselen kızıl güneşi dehşet ve şaşkınlıkla fark eden insanlar, kulakları sağır eden, arzı ve semayı titreten gürültüyü, kıyamet meleği İsrafil’in Sûr’a üflemesine yordu.
İki gecedir Boğaziçi’ni esir alan, denizin sularını kabartan ve bir türlü dinmek bilmeyen fırtına; kara ciltli, küf kokulu, sararmış sayfalı, kalın kitaplarda bahsedilen, ihtiyar bilgelerin korkudan kısık sesle anlattığı, batıdan esen helak edici, şer yüklü Debur rüzgârının habercisiydi belki de. Şehrin sokaklarını, ışıltılı caddelerini sanki uğursuz baykuşlar istila etmişti; tünedikleri tenhalarda çığlıklar kopararak kötü kaderi çağırıyorlardı. Alametleri nice zamandır artarak zuhur eden kıyametin nihayet koptuğuna kanaat getirenler, pişmanlık ve ürperti dolu yakarışlarla, son bir umutla secdeye kapandılar. Herkesin dilini lâl eden, yüreğini sarsan kıyamet, şehri saran dev ve çirkin binaların arasında en soğuk yüzüyle dolanıp duruyor, insanlığın sonunun geldiğini cümle âleme ilan ediyordu.
Aslına bakılırsa kıyamet meleği epey gecikmişti, çünkü insan kendi cehennemini çoktan yaratmıştı. Hatta ahali kendi başına kalsa, yıkım, çürüme ve ceza çok daha çetin olacaktı. Yüreği hassas, kalbi incelikli insanlar, her an bir azabın içindeydiler. Her lodosta şehri baştan başa saran ağır kokuya kimsenin aldırış etmemesinin tek bir sebebi vardı: Çürük kokusu insanlardan geliyordu.
İnsanları endişelendiren, üzüntüye boğan günahkâr olmaları değil, başkalarının kendilerinden daha iyi, daha masum olma ihtimaliydi; şehrin kötülerle dolu olduğunu düşünmek onları rahatlatıyor, teselli veriyordu. Maria Magdalena’yı taşlayarak öldürmek isteyen kalabalık, karşılarına geçip de “Günahsız olan ilk taşı atsın!” diye haykıran Nasıralı İsa’yı yok etmeyi daha o an kafasına koymuştu. İsa’yı çarmıha sürükleyen asıl sebep kötülerin önüne dikilip masumiyetin ölümünü ilan etmesiydi.
Dördüncü Mustafa devrinde, “Kıyamet Risalesi” eseri üzerine çalışırken İstanbul’a seyahat eden, kadim şehirlerde insanlığın nihai yok oluşunun izini süren Portekizli bilge ihtiyar Fransisken Rahip Alfonso; Kudüs’ten sonra geldiği Dersaadet’te, Ayasofya’nın ve Süleymaniye’nin dehlizlerinde dolanırken, karşılaştığı alimlerle, meczuplarla ve vakanüvislerle yaptığı konuşmalarda sarsıcı bir hakikat keşfetti:
İstanbul’da her yüzyılda bir kuvvetli ve keskin alametler zuhur ediyordu. Gerçi hicretin bininci yılında beklenen kıyamet kopmamıştı ama birkaç yüzyıl sonra Konstantiniyye yeni bir alametin endişesine düşmüştü. Yaşanan kuvvetli zelzelede Eyüp Sultan Mezarlığı bir uçtan diğer uca kadar yarılmış, toprağın altı üste gelmişti. Mezarlarından kurtulup gün yüzüne çıkan ölülerin ruhları gulyabaniler suretinde sokaklarda, camilerde, tekkelerde görünüyordu. Şehri, zebaniler, umacılar, hortlaklar, ecinniler sarmıştı. Bu fısıltıların yayılması halkı paniğe sürüklemiş ve o dönem şehrin muharrirleri, meddahları her yerde gulyabani hikâyeleri anlatmaya başlamıştı.
Beklenen kıyamet kopmadı. Bu kez İsa’nın doğumundan tam iki bin yirmi beş yıl sonra İstanbul’da yaşayanlar tuhaf bir güne uyandı. Halide Paşagil, tarihi konakların birer birer yıkılıp otellere, gökdelenlere dönüştüğü modern zamanlarda, İstanbul’un bozasıyla meşhur Vefa semtinde ayakta kalmayı başarmış, içinde aynı ailenin kuşaklar boyu hayat sürdüğü tek ahşap konağın penceresinden bakarken bunları düşündü.
İstanbul böyle bir günü, en son yüz yılı geçkin bir zaman evvel yaşamıştı. Osmanlı’da Abdülhamid henüz yeni azledilmiş, Meşrutiyet ilan edilmişken; Aksaray’da görkemli kubbelerin arasına serpiştirilmiş, yıkılmamak için sırt sırta vermiş yoksul evlerinde yaşayan Derviş Ali de kapatıldığı zindanın dar penceresinden, ufka yükselen alevlere bakarken aynı şeyleri düşünüyordu. İstanbul’u küle çeviren yangının dumanları genzini yakacak kadar yaklaşmıştı.
Hem Halide hem Derviş Ali kendi hikâyesini anlatmak için dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Şehirde süregelen tuhaflıkları ve garip keşmekeşi talihsiz alınyazılarına, hayatlarındaki uğursuzluklara yordular. Ruhlarını sarmalayan ıstıraplara yenilmişlerdi, dışarıda olup bitenlerle ilgilenecek halde değillerdi. Talihsiz alınyazılarının sırrını çözebilmek için vakitleri kalmamıştı; ikisi de son gecelerini yaşıyordu, aralarında yüz yılı aşan bir uzaklık vardı ve üstelik bu dipsiz bucaksız boşlukta onları birbirine bağlayan kaderin ne olduğundan habersizdiler. Cellatlarıyla yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunun farkındaydılar.
Hapsoldukları yerde gözlerini kapıya dikmiş son bir umutla birilerinin gelmesini bekliyorlardı. Istırap yüklü ruhlarının tek kurtuluşu buydu. Hayatlarının o en uzun gecesinde hikâyelerini anlatmayı seçtiler. Çünkü insan ölünce bedeni çürür, geriye yalnız hikâyesi kalır ve bütün hikâyeler gece anlatılır.
Neden Ben?
Her şeyi anlayabilmenin tek yolu kendini yok etmektir, gerçek varoluş budur ve ben tam da bu eşikte duruyorum.
Seneler evvel sahaftan aldığım eski bir aşk romanının kapağını açar açmaz karşıma çıkan sayfada koyu kırmızı mürekkeple bu cümle yazılıydı. Güçlükle okunan el yazısı, sanki histeri halindeki birinin titrek ellerinden çıkmış, kitabın sararmış sayfasına kan lekesi gibi yayılmıştı.
O gün tezgâhta yığılı duran romanların başında uzun zaman geçirmiştim. Kapakları yıpranmış, toza bulanmış kitapların arasında aradığımı bulamamanın hayal kırıklığıyla rastgele birini seçtim. Ne yazarını tanıyordum ne biri bana bu kitabı önermişti ne de arka kapağında yazılanlar ilgimi çekmişti. Tezgâhtaki kitapları bu kadar eşeledikten sonra elim boş çıkmak istememiştim.
Seçtiğim kitabı uzattığım yaşlı sahaf, griye çalan solgun gözlerini gözlerime dikmiş ve “Bu kitabı almak istediğinize emin misiniz?” diye sormuştu. Garipsemiştim. Elimdeki kitapla bir anlığına duraksadım. Bana sanki “bu kitabı alma” demek istemişti de kadere müdahale etmekten korkmuştu. Kısa bir tereddüdün ardından “Evet, okumak istiyorum” diye karşılık verdim. Belki vazgeçecektim ama yaşlı sahafın tavrı merakımı artırmıştı. Bildiği bir şey mi vardı? O da okumuş muydu kırmızı mürekkepli satırı? Kitabı sahaf dükkânına kimin getirip bıraktığını biliyor muydu? Kader bazen insana bir kitapla, bir sahafın ani suskunluğuyla konuşur; ama o sesi duymak yıllarınızı alır. Yaşlı sahaf belki kendince sezgilerle kadere müdahale etmeye çalıştıysa da bu tavrı beni kitaba daha çok bağladı. Ne gariptir ki yazarın anlattığı hikâyeyi neredeyse hiç hatırlamıyorum. Sadece ilk sayfada yazılan cümle hafızamda kazılı duruyor.
O sıralar hayatımdaki pek çok şeye anlam vermekte güçlük çekiyordum; en yakınımdaki insanlar bile sanki başka dünyalara ait, anlamadığım bir dilde konuşuyordu. Bu karmaşanın içinde hayatla boğuşurken kitapta karşılaştığım kelimelerin bana gaipten gönderilmiş bir işaret olduğuna inanıp anlamları üzerine uzun uzun düşünmüştüm. Büyülenmiş gibiydim, kelimeler gece gündüz kafamdan çıkmıyordu, hiç tanımadığım birisi bana zamanın ötesinden tek satırlık bir mektup yollamıştı. Kendini yok etmek. Yokluk. İnce uçlu dolmakalemden sızan kırmızı mürekkep rüyalarıma giriyor, rüyalarımı tekinsiz kızıl renge boyuyordu. Hayatımın neredeyse tek amacı bu cümlede gizlenmiş şifreyi çözebilmekten ibaretti. Yazgım beni bilmediğim diyarlara doğru sürüklüyordu. Kendini yok etmek. Her şeyi anlayabilmek. Bazı günler saatlerce gözümü kırpmadan kitabın kapağındaki resimde birbirlerini baygın ve âşık gözlerle süzen, Amerikalı sinema artistlerine benzeyen, mercan kırmızısı elbiseli, simsiyah saçlı, yeşil gözlü kadına ve gri takım elbiseli, mavi gözlü, sarı saçlı adama bakıp durdum. Onlar benden habersizdi, birbirlerinden başkasını görmüyorlardı. Israrla bir ipucu bulmaya çalışıyordum. Cümleyi yazan kişinin benim yaşlarımda bir kadın olduğunu hayal ettim ve hayalimde ona yakıştırdığım bir yüz çizdim. Hayal dünyam uzak ve yabancı yüzlerle doluydu. Böylesini daha güvenilir buluyordum. Dert ortağım gibi ona içimi dökmeye başladım.
Sonunda kaderin hoyrat ve güçlü elleri en zayıf yerimden kıskıvrak yakaladı ve kendimi o kitabın esrarengiz sahibinin durduğu eşikte buldum. Her şeyin gerçekliğini sorgulama eşiği. Kendi varlığına yabancılaşma eşiği. Hayatın bulantı eşiği. İçimdeki yalnızlık hissi, karşıma çıkan her şeyi yok ediyor, zamanla geçeceği, hafifleyeceği yerde gittikçe güçlenerek hayatımı çepeçevre kuşatıyordu. Kafamı nereye çevirsem yalnızlığımla yüz yüze geliyordum. Sık ve kara ağaçlarla dolu bir yalnızlık ormanı. Anladım ki bu dünyanın tek hakikati insanın yalnızlığıdır, ötesini anlamaya çalışanların kalbinde sadece yorgunluk kalır. Didişmeyi bıraktım ve teslim oldum. Ne kadar küçük düşürücü de olsa kendime yenildiğimi kabul ettim. Yalnızlık insanın bu dünyada ödediği ağır bedeldir. Cehennemin bu dünya olduğuna inanmıştım, kalbim hayal kırıklıkları ve yıkıntılarla doluydu.
Tuhaf! Ben Halide Paşagil, aradan geçen yılların ardından bu sabah yine o eşikte duruyor gibiyim. On altı yıl önce durduğum eşikte. Tek bir fark var, artık genç bir kadın değilim. Üstelik şimdi bütün korkularımdan arınmış bir halde, hayatla ölüm arasında kimsenin bilmediği ıssız bir aralıkta yaşıyorum ve o küçük boşlukta unutulmaktan şikâyet etmeyi çoktan bıraktım. Ezberlediğim roller hafızamdan çoktan silindi. Kelimelerini yitirmiş dargınlıklarla doluyum. Beni yıkabilecek ne kaldı ki bu dünyada? Yarım kalmış bir aşkı, kırık, paramparça bir aşkı yaşadım; sevdiğim adam kalbimi yaralayabileceği en hoyrat, en alçaltıcı ayrılık hikâyesiyle uzaklaştı hayatımdan. Dargınlığım kaldı bir tek; anneme, babama, kardeşlerime, beni sevdiğine inandıklarıma, çekip gidenlere. Çekip gidenlere en çok. Aslında hayata. Hayatıma.
Henüz gün ağarmamışken şehirdekiler korkunç bir patlamayla uyandığında ben Vefa’daki eski ahşap konağımızda, her anına uykusuzluk bulaşmış gecelerimden birinin daha sonundaydım. Kopan gürültü öylesine şiddetliydi ki ağzımdan sadece “Eyvah!” kelimesi çıkabildi. Hemen pencereye koştum. Evlerin ışıkları birer birer yanarken, karanlıkta ölgün sarı renkli delikler açılıyordu. Çaresizlik kokan haykırışlar sokakta yankılanmadan hemen evvel, köhne konağımızın giriş katında bütün geceyi geçirdiğim salonda, vişneçürüğü kadife koltukta oturmuş, radyoda her sabah beşte başlayan klasik müzik programını dinliyordum. Konağın yorgun pencereleri patlamanın etkisiyle öylesine titredi ki camların parçalanmamalarına şaşırdım. Tam bu sırada elektrikler kesildi, zifiri karanlık sokağı bir uçtan diğer uca ele geçirdi. Pakize Anneannemizden kalma, sık sık öksürüğü andıran cızırtılara boğulan emektar Orion radyo, Ludvig Van Beethoven’ın Yedinci Senfoni’si allegretto bölümündeyken susuverdi. Bir hüznün en vakur, en masum ve en yalın sesi yarıda kaldı, suskunluğumuz birbirine dolandı.
“İnsanda neşe hissi uyandıran bölümlerine bakmayın, Beethoven bu senfoniyi bir yas döneminde bestelemiş” demişti programı sunan kadın. Sevdiği birinin intiharının hemen ardından belki; yahut bir aşk acısının, bir ayrılığın ertesinde. Ayrılığın yası, ölümün yasından uzundur. Ruhunu esir eden ve kulaklarını gitgide sağırlaştıran dünya acısıyla baş edebilmenin yolunu arıyordu Beethoven. Yıpranmış defterinin sarıya çalan sayfalarını dolduran, notalar değil kalbinden saçılan kıvılcımlardı. Bazı şarkıların notaları, insanın çektiği acılardır.
“Kıyametin bir müziği olsaydı keşke” dedim kendi kendime; gökyüzü üzerimize yıkılırken ve biz tam ortasından bir mezar gibi açılan toprağın içine yuvarlanırken gözlerimizi kapatıp ölümün şiddetinden biraz olsun kaçabilmek için kendimizi müziğe bırakırdık. Hiçliğimizin bir değeri varsa onu görkemli bir şarkıyla taçlandırırdık. Belki hepimizin ayrı ayrı veda şarkıları olurdu; kimisi hüzünlü kimisi neşeli, gururlu, umursamaz yahut kırgınlıklarla kaplı. Oturduğum koltuktan kalkıp üst kata çıkan merdivenleri aheste adımlarla tırmanırken daracık, tekdüze dünyamda Yedinci Senfoni’yi kıyametin müziği olarak ilan ettim.
Şehrin her tarafından ambulans, polis ve itfaiye arabalarının siren sesleri yükseliyordu, ortalık mahşer yerine dönmüştü. Kalabalığın uğultusu lanetli bir çekirge sürüsünü andırıyordu. İnsan böyle anlarda güvende kalabilmek için sokak lambasının aydınlığını arar. Son ışığın sönüvermesi her şeyin daha da kötüye gideceğinin işaretiydi. Körleştiren bir karanlık. Tehditkâr. Ben en çok sokak lambası söndüğünde korkarım.
Bir an, yoksa rüyada mıyım diye sordum kendime. Bir anlığına yaşadığım şaşkınlık ve heyecan çok geçmeden yerini kayıtsızlığa bıraktı. Rüyada değilim. On altı yıldır hiç rüya görmedim. Bazen gözlerimi kapar ve bir rüyaya dalmak istercesine hayaller kurarım ama hiçbir hayal, rüyanın yerini tutamaz. Hayal, bir denize bakmaksa rüya o denizin içine girmektir; serin suyu teninde hissetmek, dudaklarındaki tuz diline değdiğinde mayhoş bir tat bırakmasıdır. Rüya hayat kadar gerçek olduğundan rüyalarını yitirmek ruhunun bir parçasının öldüğüne işarettir.
Evlerinden yarı çıplak halde kapı önüne fırlayanlar, yardım dilenircesine sağa sola bakınıyorlardı. Kendi aralarında korku ve telaş içinde bütün bunların sebebinin savaş mı deprem mi yoksa bambaşka bir şey mi olduğunu tartışıyorlar, bir yandan da haber bültenlerinden gerçeği sorguluyorlardı. Bilinçaltlarının karanlık odalarına yerleşen korkular yüreklerini daraltıyordu. Neredeyse on şehri yıkıp geçen büyük depremin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti; binlerce insanın cansız bedeni hâlâ enkazın altında, ölümün dar ve karanlık koridorunda sevdikleriyle vedalaşmayı bekliyordu. Bu yüzden herkesin aklına ilk gelen deprem oldu. Kaynağı muallak endişeler, kulaktan kulağa yayılan ve insan havsalasının en marazi dehlizlerinden dökülen dehşet sahneleriyle dolu söylentiler, müphem düşmanlar, şehri adım adım işgale devam ediyordu.
Birkaç acılı kadının bile ahı tutsa bu şehir yerle bir olur. Başlarına geleceklerden habersiz kendi cellatlarıyla mutlu fotoğraflar çektiren yaralı kadınların intizarı bu şehri kıyametten beter sarsar, diye geçti içimden. Acı çeken kadınlar. Şehrin kıyameti. Dışarıda olup bitenleri daha fazla umursamaktan vazgeçip üst katta amaçsızca dolanmaya başladım. Fakat biraz can sıkıntısından biraz da merakıma yenik düştüğümden yeniden pencereye yöneldim, etrafı şöyle bir kolaçan ettim. Yüzünü seçemediğim adamların sigaralarındaki minik kor parçaları ateşböcekleri gibi mahallede bir o yana bir bu yana hareket ediyordu.
Şehri mahşer yerine döndüren infilakın ve karanlık göğü kızıla boyayan yangının, kıyametten değil de İstanbul Boğazı’na doğru yol alan dev tankerin Sarayburnu açıklarında bir gemiyle çarpışmasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Bazıları bunu duyunca rahat bir nefes alıp başlarını secdeden kaldırdıysa da dışarı taşan kalabalık kaza haberinin yalan olduğunu, gerçeğin halktan gizlendiğini, büyük ve esrarlı bir saldırı yaşandığını iddia etti. Bir cinnet ve delilik halinin arasında salınıyorlardı. Bütün umursamazlığıma rağmen beynime bir yılan gibi sokulan boğuk sesler, ruhuma huzursuzluk bulaştırıyordu. İki elimle kulaklarımı kapadım, bir süre bekledim. Kahverengi fısıltılar çoktan içime doluşmuştu. Keşke insan, ruhunu istila eden kelimeleri kusarak dışarı atabilseydi.
Zihnimi başka şeylerle meşgul etmek için annemin odasına girdim, masif Viyana tuvalet aynasının önündeki kırmızı kadife pufa oturdum. Dağınık masada duran sedef kaplı mücevher kutusunu açtım; içindeki mercan, yeşim, turkuaz, rose renkli taşlı küpeleri sırayla kulağıma iliştirip aynada uzun uzun kendime bakarken annemin aynanın derinliklerinden yüzüme çarpıp boşluğa yayılan sesiyle irkildim:
“Sana hiçbir şey yakışmıyor Halide! Boşuna süslenip durma. Ne takarsan tak üzerinde güzel durmuyor. Meymenetsiz yaşlılar gibisin. Mücevherleri, kıyafetleri taşımayı bilmiyorsun.” Gözlerim dolu dolu oldu, annemin küçümseyici sözlerine, hakir gören tavrına direnerek birkaç küpe daha denemek istedim ama güç bulamayınca aynanın önünden kalktım. Ne tuhaf, insanlar ölüyor, bedenleri toprak altında çürüyor ama seni yaralayan zehirli sesleri ölümsüzlüğe erişip hayatın boyunca kalbinde ve kulağında kalıyor. Çünkü hiç susmuyordu annem. “Çirkin Halide!” Tiksinti duyduğu bir şeyden bahseder gibi. “Suratsız Halide!” Düşman gibi. Sus artık. Ölü anneler kızlarını incitemez. Elimdeki küpeyi duvara fırlattım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGece Açan Çiçekler
- Sayfa Sayısı152
- YazarTarık Tufan
- ISBN9786256162990
- Boyutlar, Kapak13.5x19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Araf ~ Elif ŞAFAK
Araf
Elif ŞAFAK
Kim gerçek yabancı – bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir...
- Yasak Şehir ~ Ahmet Yılmaz Boyunağa
Yasak Şehir
Ahmet Yılmaz Boyunağa
Yasak Şehir, zulme boyun eğmediği için yok edilmek istenen, göçe zorlanan yüzlerce insanın altüst olan hayatının, acısının, hayatta kalma mücadelesinin hüzünlü öyküsüdür. Kasım Hanlığı,...
- Mengene Göçmenleri ~ Nermin Bezmen
Mengene Göçmenleri
Nermin Bezmen
Mahmutpaşanın, Çiftesaraylar Caddesinde bir göçmen mahallesi. Bizanslılardan kalma surların çevirdiği altmış hanelik küçük bir dünya. Kafkas, Kırım göçmenlerinin dünyası. Mahmutpaşanın ortasında bir küçük Kafkasya,...