Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Lüzumsuz Adam
Lüzumsuz Adam

Lüzumsuz Adam

Sait Faik Abasıyanık

Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri…

Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?

Sait Faik Abasıyanık kendine özgü yalın ve akıcı öykülerinde okuru şaşırtan, insanı ve doğayı bütün içtenliğiyle anlatmaktan geri durmayan, her şeyin merkezine insan sevgisini koyan bir yazar. “Kökü kendinden olan” bir yazar olarak Abasıyanık, cumhuriyet dönemi edebiyatımızda bir mihenk noktası olarak belirirken çağdaş öykücülüğümüzün de temellerini atar.

Sait Faik Abasıyanık, öykücülüğümüzün en özgün ve ayrıksı seslerinden…

İÇİNDEKİLER

Kendi Burcunda Bir Yazar: Sait Faik Abasıyanık ……………. 11
Lüzumsuz Adam ……………………………………………………… 17
Ben Ne Yapayım? …………………………………………………….. 27
Birahanedeki Adam ………………………………………………….. 31
Mürüvvet ……………………………………………………………….. 35
İp Meselesi ……………………………………………………………… 43
Menekşeli Vadi ………………………………………………………… 49
Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür …………………………………… 57
Kaçamak, Papağan, Karabiber …………………………………….. 65
Bacakları Olsaydı …………………………………………………….. 75
Ayten …………………………………………………………………….. 81
Papaz Efendi …………………………………………………………… 87
Bir Külhanbey Hikâyesi …………………………………………….. 97
Kameriyeli Mezar …………………………………………………… 103
Hayvanca Gülen Adam …………………………………………… 111

Lüzumsuz Adam

Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin1 bile… Mahallemden pek memnunum. Yedi senedir çıkmadım oradan desem yeri. Hiçbir dostum da nerede oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir –üç ayda bir Karaköy’e inip dükkân kirasını almak bir yana– yaşadığım yer, üçdört sokak içindedir. Mahallem birbirine muvazi üç sokakla, bu sokakları diklemesine kesen bir diğer sokak, bir de bunlardan bütün bütüne bağımsız –ama sokak sayılmayacak kadar dar, kısa– benim sokağımdan ibarettir. Ben bu sokaklara, önemliliklerine göre l, 2, 3, 4 numaralarını taktım. Kendi sokağım numarasızdır. Onu numaralamaya elim varmadı. Oturduğum apartmanın altında bir sütçü, onun karşısında iki marangoz vardır. Marangozlara hiç işim düşmedi. Nasıl geçindiklerine şaşar kalırım. Akşamlara dek uğraşırlar. Demek herkes benim gibi değil: Öyle ya, tam kırk sekiz senedir marangoza işim düşmesin. İstanbul’da marangoza işi düşecek insanlar olmasına şaşar kalırım. Hem de şu İstanbul denilen yerde kim bilir kaç marangoz vardır? Sabahları kalktım mı koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedisekiz masadan ibarettir. Sessiz insanlar gelir gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç oynarlar. Sahibi Frenk ile Yahudi kırması bir hatundur. Dünyalar kadar iyi kadındır. Kahvesine girer girmez, “Bonjur madam,” derim. “Bonjur mösyö,” der. “Komantalevu?” 1 Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy’ların arasına kaymasın diye iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lügate2 baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı yeniden okuduğum zaman “vay anasını” derim. Madam, “On kapuçina?” 3 der. Ben, “Peki,” derim önce. Sonra Fransızca olsun diye sesa’yı4 yapıştırırım. Madam pek sevinir. Başlar kapuçinasını nasıl yaptığını Alamanca anlatmaya: “…” On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir kütüphanenin önüne düşerim. Oradan Fransızca bir resimli mecmua satın alırım. Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden çıkar çıkmaz hemen dalarım bizim sokağa. Oh! Ne rahatımdır girer girmez. İnsanları başkadır bizim sokağın; bu tramvay yolu insanına benzemez. Korkarım bu tramvay yolu insanından. Çoğu gün canım yemek istemiyor şimdi. Bizim mahallede bir işkembeci vardır. Temiz adam, çorbası da iyidir. Dükkânı öteki pis işkembeci dükkânlarına benzemez. Kâseleri antika, işkembesi de kar gibi beyazdır. “Terbiyeli mi olsun, Mansur Bey?” der. “Terbiyeli olsun, Bayram,” derim. İsmi ister Bayram ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır. “Sirke sarmısak koyayım mı, Mansur Bey?” “Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı. Bir limon alsın çocuk, sıkıver.” “Sizin geçen günkü limonun yarısı duruyor.” “Yok be?” Bayağı, çocuk gibi sevinirim limonun yarısının durduğuna. Bayram da bayağı çocuk gibi limonu sakladığına, beni sevindirdiğine sevinir. “Hepsini sıkayım mı yarım limonun Mansur Bey?” “Sık, sık, Bayram! Ekşi ekşi olsun şöyle.” Ekşi ekşi çorbayı içer, odama çıkarım. Kamusu Fransevi1 karşımda, satın aldığım mecmuanın resim altlarını Türkçe edeyim derken uyuyakalırım. Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir. Evimden çıkar, sağa sapar, bir numaralı sokağı geçer, tramvay yolunu geçmeden sol yaya kaldırımdan hızlı hızlı yürür, hemen soldaki bizim bir numaralı sokağa paralel iki numaralı sokağa sapıveririm. Bu sokak çamurlu, dar, pis bir sokaktır. Sağ tarafta bir bar, sonra bir ekmekçi, ekmekçiden sonra bir lokanta gelir. Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvalarla yemekler satılır. Her akşam aynı melankolik, garip adamlarla kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare, karga, kedi, köpek, insan eti yiyorlar. Orayı da geçince bizim sokağın başına çıkmış olurum. Sağa döner; yemişçi kadına, “Merhaba”, derim. “Merhaba bey!” der. Gözleri pek güzeldir. Sağdaki sokağa sapıp sapmamakta tereddüde düşerim… Neden mi? Anlatayım: Bu her akşamki gezintilerimden birinde… İnsan gezinirken etrafına bakacak, yolda durup vitrin seyredecek, birinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir elbette. Bütün bunları yapamam işte. Bu sokağa girince hızlanır, önüme bakarak yürür; kızgınmışım, bu sokaktan geçmeye de mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi? Ben de onu anlatacaktım: Efendim, buradaki evlerin birinde ağzı burnu yerinde, (bir gözünde tavukkarası vardır ama zararı yok!) eski kadınların dediği gibi, ellerinin üstüne fındık oturtulacak kadar yumuk yumuk elli, büyük büyük memeli, entarisinin göğse açılan yerinde hafifçe kirli esmer bir ayrılıp birleşme, hoppa mı hoppa bir Yahudi kızcağızı vardı. Çift kanatlı bir pencerenin önünde oturur, bir şeyler dikerdi. Bazen kapının önüne çıkar, saatlerce sağa sola bakar, adam bulursa çene çalardı. Bir de kalın kalın, yere sağlam sağlam basan bacakları vardı. Yahudinin esmeri de başka türlü güzel oluyor… Ne öpmek isterdim bacaklarından şu kızı bir defacık ömrümde. Bir gün mahut sokağı aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Yahudi kızı kapının önündeydi. Karşıdaki marangoz da kapısının önünde. Tam hizalarına gelince marangoz karşıma dikildi, “Bana baksana;” dedi. “Lop incir! Bir daha buradan geçersen gözünü patlatırım!” O günden sonra bu sokaktan geçmek dileği de benim için dayanılmaz bir şey olmaya başladı. Ama ilk günleri akşam gezintilerimde oradan geçmek arzusuna dayanmak için ne çarpıntılar geçirmedim! Ha şimdi patlatacak gözümü marangoz, ha şimdi! Ne günlerdi o günler… Senelerden beri bu nevi çarpıntılara yüreğimi kapamıştım. Nabzım günlerce bir tek vuruş fazla atmazdı. Onu da sayardım: Hep altmış üç, hep altmış üç. Altmış ikiye indiği de olurdu. “Yürürken normalini bulur,” derdi bir doktor arkadaşım. Durup da sokakta nabzımı sayamam a! Ama şöyle bir dinlenip; bir kapuçina çektim, sağda solda bana bakan insan görmeyince, gizlice saatimi çıkardım mı tamam: Altmış üç. Ne bir kadın yüzüme bakar ne bir portakalın beş kuruştan yirmi beş kuruşa fırlaması beni ilgilendirirdi. Beş kuruşa yerdim. Yirmi beşse portakala da veda! Üç numaralı sokağa da, İstanbul’a olduğu gibi, darıldıktan sonra akşam gezintilerim bir zaman tadını kaybetti. İki sokak içinde mahpus gibi oldum. Ama sıkılmadım. Mahallem gerçi sakindir, sakindir ama civcivli de bir mahalledir. Oturanların yarısı Levanten’le Yahudi olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele Yahudiler… Ne iyi ne tatlı ne civcivli ne hayatı sever insanlar… Mahallemin Yahudileri öyle pek zengin takımı değil, daha doğrusu benim zenginlerle alışverişim yok. Portakalcım benden kırk para fazla kopardığı gün dünyanın en sevimli insanıdır, ismi de Salomon’dur. Pahalı bulup da bir şey almadığım zaman arkamdan ne fena fena bakar ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman homurdanır. Aksine bana hak verir. Akşam olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin camlarına dallı bir perde çekilince anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar elektriğini. Sonra Salomon mumunu diker portakal sandığına. Sonra lakerdacı üç yüz mumluk ampulünün kordonunu prize geçirir. Siklamen renkli kırmızı soğan kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliğiyle parlar. Lakerda; şişman, esmer bir Rum kadının kaba ve oyluk etleri gibidir…

Meyhaneden çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle sokağıma sokulur. Zavallı sokağım! Bir numaralı sokakta iki tane sazlı meyhane vardır. Onların önünde taksiler bekler. Taksilerin arasında şoförler, orospular gezinir. Otomobillerin önündeki hep yıldırım düşmesin diye takılmış bir paratonerdir sandığım, anten olduğunu öğrendiğim halde gene ilk görüşte aldandığım, o beyaz parlak maden sopa yağmurda bir şimşek gibi parlar. Kocaman hayvan otomobilin bu ufacık kuyruğunu; onun isterik, tehditkâr sallanışını pek severim. İşkembecinin karşısında yağmurun altında durur, şapkamı kulaklarıma geçirir, sanki uzak bir kadınsız memleketten buralara düşmüşüm de beraber geceyi geçirecek, derdimi paylaşacak bir kadın arıyormuşum gibi kocamanlaştığını tahmin ettiğim fena gözlerimle gelen geçene bakar dururum… On dakika sonra benden çok yaşlı bir adam geçer. Bu adam iriyarı bir adamdır. Kır bıyıklıdır. Saçları hiç dökülmemiştir ama beyazdır. Şoförler onu görünce, “Vay beybaba, merhaba,” derler. O, “Merhaba evlatlar,” der! Sonra Fuzuli’den beyitler okur. Şoförler adam gittikten sonra, “Okumuş adamdır,” derler. “Ama huyu kötü: Küçük kızlara düşkün. Hem küçük hem de en adisinden olmazsa alıp gitmez, enayi!” Adam karşıki gazinoya yollanır. Az sonra ben de oraya giderim. O tam saz takımının karşısına geçer oturur. Üstü başı gayet temizdir. Elleri, saçları, bıyıkları itinalıdır. Gözüküşü elliden fazla değildir. Küçük şanoda bir, iki, üç, dört, beş, kadın vardır. Beybaba en gencine diker gözlerini. O kadın beybabaya kokteyl ısmarlatır. İçine dörtbeş damla tuvalet ispirtosu damlatılmış nar şerbeti getirirler. Bir daha getirirler. Adam ortada hizmet eden yusyuvarlak, gözleri tatlı, sıcak kızı çağırır, kulağına bir şeyler söyler, sonra artık bu adam uyumaya başlar. Masaya dirseğini yaslar, uyur. Yalnız, gözlerine siyah gözlük takmış, kısık kadın seslerinin arasına ara sıra çatlak, fakat usule uygun bir ses fırlatan kemancı taksime giriştiği zaman gözünü açar, “Allah, Allah!” diye haykırır. Garson Bekir anlatırdı: Beraber gittiği kızların göğsüne başını kor, ağlar, uyur, şarkı söyler, şiir okurmuş. Bu beş fiilden bir altıncısı (mesela gülmek) hiç olmazmış. Adam sonra gene uyur. Artık meyhaneye yıldırım gibi giren bir bilmem ne mahallesinin meşhur hergelesinin bilmem kim için attığı naraya bile kulak asmaz; meyhanenin birbirine girdiği, Laz meyhane sahibinin biriki külhanbeyini yakalayıp sokağa attığı, meyhanenin camının kırıldığı akşamlar o uyur. Hatta bazı geceler, içeriye yağmurla, karla birlikte giren genç irisi, pek şişman, yanakları, boynu, saçı, bıyıkları, paltosunun yakası yağ içinde zurnacının pantolonunun düğmelerini ilikleyerek ihtiyar, bitkin hanendelerden birinin boş bıraktığı, yahut onu görünce nezaketen, belki de meslektaşlık gayretiyle kalktığı iskemleye kurulduğu, kurulup da zurnasını korkunç bir sesle üflediği zamanlarda bile uyanmaz. Bu zurnacı, saz yerinin son numarasıdır. Saat on bire doğru gelir. İki kalın, kısa, şişman bacağın üzerinde vücudunu tarta tarta yürür, yakası kadife paltosunu çıkarır; salonun bir köşesine kor, kör kemancıya selam durur. Dümbelekçi, zurnacının selam durduğunu kör kemancıya fıslar. Yüzü, hanendelerin arkasında pek seyrek görünen kanuncunun biraz evvel tıraş olup şap sürdüğü gergin yüzü birdenbire bir milyon yerinden buruşur… Zurnacımız da sandalyesine oturmuştur. Pantolonunun ön düğmeleri yok mudur? Yoksa şişmanlıktan her zaman mı kopar? Orasından yeşil kaşkolünün püskülleri çıkar. Görenler güler. Gazino sahibi başıyla gözüyle işaret eder. Zurnacı mahcup ayağa kalkar. Dakikalarca arkası müşterilere dönük

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıLüzumsuz Adam
  • Sayfa Sayısı120
  • YazarSait Faik Abasıyanık
  • ISBN9789750765148
  • Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Son Kuşlar ~ Sait Faik AbasıyanıkSon Kuşlar

    Son Kuşlar

    Sait Faik Abasıyanık

    Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme...

  2. Kumpanya ~ Sait Faik AbasıyanıkKumpanya

    Kumpanya

    Sait Faik Abasıyanık

    [Sait Faik’te] yaşama hırsından başka, hatta ondan daha baskın bir “anlama hırsı” sezer gibi oluyorum. Tabiatı, eşyayı, insanları aynı nizam içinde harekete getiren büyük...

  3. Sarnıç ~ Sait Faik AbasıyanıkSarnıç

    Sarnıç

    Sait Faik Abasıyanık

    “Ben Sait Faik’i çok severim. Bizim büyük hikâye-cilerimizden biridir. Büyük hikâyeci, büyük şair. Bazen bedbin, bazen ümitsizliğe kapılır. Fakat çok namuslu insan, memleketini çok...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ~ Flannery O'ConnorHer Çıkışın Bir İnişi Vardır

    Her Çıkışın Bir İnişi Vardır

    Flannery O'Connor

    Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'da yine dokuz güzel öykü var.

  2. Ti Amo Ada (Seni Seviyorum Ada) ~ Hikmet GedikliTi Amo Ada (Seni Seviyorum Ada)

    Ti Amo Ada (Seni Seviyorum Ada)

    Hikmet Gedikli

    İkinci Dünya Savaşı’nda Yunan Adası Meis’te hayatını kaybeden, İtalyan donanmasında dalgıç bir dedenin torunu… Diyabet eğitmeni, dalgıç, romantik, yakışıklı Giovanni’nin sürükleyici romanı… Kitabı okurken...

  3. Uzak Değil ~ Eylem Ata GüleçUzak Değil

    Uzak Değil

    Eylem Ata Güleç

    Günümüz öykücülerinden Eylem Ata Güleç’in ikinci kitabı “Uzak Değil” Yapı Kredi Yayınları’nda Eylem Ata Güleç, önceki kitabı “Boşlukta Büyüyen”de olduğu gibi, şiddetin, çatışmanın, gerilimin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur