Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tyll
Tyll

Tyll

Daniel Kehlmann

Bu hikâye, günün birinde ölmemeye karar veren esrarengiz jonglör Tyll’in hikâyesidir. 17. yüzyılın başında küçük bir köyde bir değirmencinin oğlu olarak doğar. Bir sihirbaz…

Bu hikâye, günün birinde ölmemeye karar veren esrarengiz jonglör Tyll’in hikâyesidir. 17. yüzyılın başında küçük bir köyde bir değirmencinin oğlu olarak doğar. Bir sihirbaz ve dünya araştırmacısı olan babası, çok geçmeden kiliseyle anlaşmazlığa düşer. Tyll kaçar, fırıncının kızı Nele ona eşlik eder. Din savaşlarının yerle yeksan ettiği ülkede yaptıkları yolculukta birçok insanla tanışırlar: Hayatının tamamını savaş hakkında bilgi edinmeye adayan genç bilimadamı ve yazar Martin von Wolkenstein, cellat Tilman ve jonglör Pirmin, konuşan eşek Origen, kraliyet mensubu ve sürgünde olan Elisabeth ve beceriksizliğiyle bir zamanlar savaşı tetikleyen Bohemyalı Frederick, Almanca şiir yazmak gibi tuhaf bir hedefin peşinde koşan Doktor Paul Fleming, Cizvit Tesimond ve dünyevi bilge Athanasius Kircher. Tüm bu karakterlerin kaderleri Otuz Yıl Savaşları’nın destanı olan zamansal bir doku oluşturmaktadır.

“Kehlmann’ın anlatım sanatı her zaman hayret vericidir, kolaydır, illüzyondur, baş döndürücü yükseklikte bir ip üzerinde dans etmek gibidir.”

Richard Kämmerlings

*

Pabuçlar

Savaş, henüz bizim olduğumuz yere gelmemişti. Korku ve ümit içinde yaşıyorduk ve beş yüz haneli, atalarımızın yeniden dirilecekleri günü bekledikleri, kilisesi ve mezarlığıyla, etrafı sağlam surlarla çevrili şehrimize Tanrı’nın öfkesini çekmemeye çalışıyorduk.

Savaşı kendimizden uzakta tutmak için çok dua ediyorduk. Her şeye kadir olana, yardımsever Meryem Ana’ ya, ormanların sahibesine, gece yarısının küçük adamlarına, Aziz Gerwin’e, gök krallığının anahtarının sahibi Petrus’a, Evanjelist Yuhanna’ya ve emin olmak için, ruhların serbest gezindikleri fırtınalı gecelerde maiyetindekilerle beraber göklerde süzülen ihtiyar Mela’ya da dua ediyorduk. Eskiçağların boynuzlu tanrılarına, paltosunu üşüyen dilenciyle paylaşan Piskopos Martin’e –sonradan ikisi de soğuktan titreseler de Tanrı katında yücelmişlerdi– ve tabii ki tek ve adil Tanrı’ya olan inancını kaybetmemek için tüm lejyonuyla beraber ölmeyi tercih eden Aziz Moritz’e.

Yılda iki kere vergi tahsildarı gelirdi ve bizim hâlâ burada olduğumuzu gördükçe hep şaşırırdı. Arada bir tüccarlar da gelirdi, ama biz pek bir şey almadığımızdan hemen geri dönerlerdi, biz de bundan çok memnun kalırdık. Uzak diyarlardan gelen şeylere ihtiyacımız yoktu, o diyarlar aklımızdan bile geçmiyordu, ta ki günün birinde, bir eşeğin çektiği üstü kapalı araba anacaddemizde gözükene kadar… Günlerden cumartesi idi ve bahar da gelmişti. Dere, eriyen kar sularıyla taşıyordu ve nadasa bırakılmayan tarlaları henüz ekmiştik. Arabanın üstüne kırmızı branda bezinden bir çadır kurulmuştu. Çadırın önünde, diz çökmüş oturan yaşlı kadının vücudu çuval, yüzü de meşin gibiydi. Gözleri minik siyah düğmeleri andırıyordu. Çilli, siyah saçlı, daha genç bir kadın da onun arkasında duruyordu. Arabacı koltuğundaki adamı, daha önce buralara gelmemiş olmasına rağmen hemen tanıdık. Bazıları onu hatırlayıp ismini söyleyince diğerleri de hatırladılar ve az sonra her taraftan, tek bir ağızdan, “Tyll geldi!”, “Tyll gelmiş!”, “Bakın, bu gelen bizim Tyll!” diye bağırmaya başladılar. Başkası olamazdı bu. Broşürler bizim olduğumuz yere bile ulaşıyordu. Rüzgâr onları ormandan taşıyordu, tüccarlar getiriyordu – dış dünyada bu broşürlerden sayılamayacak sayıda çok basılıyordu. Bunlar, Aptallar Gemisinden, papazların büyük aptallıklarından, Roma’daki kötü Papa’dan, Wittenberg’deki şeytani Martinus Luther’den, büyücü Horridus’tan, Doktor Faust’tan ve Kral Artur’un Yuvarlak Masa kahramanlarından Gawain’dan ve aslında ondan, şimdi kendi de buraya gelen Tyll Ulenspiegel’den bahsediyordu. Tyll’in benekli mintanını, yırtık kapüşonunu ve dana derisinden paltosunu bilirdik, sıska suratını, ufacık gözlerini, avurtları çökmüş yanaklarını ve tavşan dişlerini de bilirdik. Pantolonu iyi bir kumaştandı, pabuçları da kaliteli bir deridendi, ama elleri hiç iş görmemiş hırsız veya kâtip ellerine benzerdi. Sağ eliyle dizginleri, sol eliyle kamçıyı tutuyordu. Gözleri pırıl pırıl, sağa sola selam veriyordu. “Peki, senin ismin ne?” diye sordu küçük bir kıza.

Küçük susuyordu. Nasıl olur da meşhur birisi onunla konuşur, bir türlü anlayamıyordu. “Haydi, söylesene!” Çocuk, ağır ağır Martha deyince, sanki kızın ismini hep biliyormuş gibi sadece gülümsedi Tyll. Sonra, sanki çok önem veriyormuş gibi dikkatlice sordu: “Kaç yaşındasın peki?” Kız, hafifçe öksürdü ve yaşını söyledi. On iki yıllık ömründe onunki gibi göz görmemişti hiç. Bunun gibi gözler belki imparatorluğun serbest şehirlerinde veya büyüklerin sarayında olabilirdi ama böyle gözleri olan birisi, şimdiye kadar hiç bizim oralara gelmemişti. Bir insanda böylesine bir gücün ve becerikliliğin olabileceğini bilmiyordu. Yıllar sonra kocasına ve çok çok daha sonra, Ulenspiegel’i mitolojik bir figür zanneden, gerçekliğine inanmayan torunlarına, onu gözleriyle gördüğünü anlatacaktı. Araba geçip gitmişti bile, Tyll’in gözleri de başka taraflara, caddenin kenarındaki diğer insanlara kaymıştı. “Tyll gelmiş!” diye bağırıyordu halk yine. “Bizim Tyll burada!” diye sesler duyuluyordu pencerelerden ve, “Evet, Tyll geldi!” diye sesler yükseliyordu kilise meydanından. Tyll, kamçısını şaklattı ve ayağa kalktı. Araba, yıldırım hızıyla sahneye dönüştü. İki kadın, birlikte çadırı kaldırdılar, genç olanı saçlarını topladı, bir taç taktı ve biraz boyandı. Yaşlı olanı arabanın önüne geçti ve monoton bir sesle şarkı söylemeye başladı. Lehçesi biraz Güney’i andırıyordu, Bavyera’nın büyükşehirlerini ve anlaşılması da kolay değildi. Ama biz yine de bir kadından ve bir erkekten bahsedildiğini, bunların birbirlerini sevdiklerini ama aralarına bir su girdiği için birleşemediklerini anlayabilmiştik. Tyll Ulenspiegel eline mavi bir kumaş aldı, diz çöktü ve kumaşın bir tarafını sıkı sıkıya tutarken ileriye doğru fırlatınca kumaş hışır hışır ses çıkararak açıldı; Tyll kumaşı geri çekti ve ileriye fırlattı ve yine geri çekti ve ileriye fırlattı. Kumaşın bir tarafında Tyll, diğer tarafında da kadın oturuyordu. Aralarında dalgalanan mavi kumaş sahiden suya benzemeye başlamıştı ve dalgalar öyle vahşi alçalıp yükseliyorlardı ki üstünde hiçbir gemi gidemezdi. Kadın ayağa kalkıp da korkudan kasılmış bir yüzle dalgalara bakarken birdenbire ne kadar güzel olduğunu fark ettik. Orada, öylesine durmuş, kollarını göğe doğru kaldırdığında sanki artık bu dünyaya ait değilmiş gibiydi ve hiçbirimiz gözlerimizi ondan ayıramıyorduk. Sevgilisinin atlayıp zıpladığını, dans ettiğini, kollarını sağa sola salladığını ve ona kavuşmak uğruna kılıcını sallayarak ejderhalarla, düşmanlarla, cadılarla ve kötü krallarla savaştığını ancak gözucuyla görebiliyorduk. Oyun, öğleden sonraya kadar devam etti. İneklerin süt dolu memelerinin sağılmayı beklediklerini bilmemize rağmen hiç kimse acele etmiyordu. Yaşlı kadın sürekli şarkı söylüyordu. İnsanın bu kadar dizeyi aklında tutması imkânsız gibiydi ve bazılarımız onun bu sözleri, şarkı esnasında uydurduğundan şüpheleniyorduk. Bu arada Tyll Ulenspiegel bir saniye yerinde duramıyordu, sanki ayakları yere hiç değmiyordu. Onu her gördüğümüzde küçük sahnenin farklı bir tarafında buluyorduk. Sonunda bir yanlış anlaşma oldu: Güzel kadın, kötü vasisiyle evlenmek mecburiyetinde kalmamak için zehir içmiş gibi yaparak ölü pozuna yatmıştı. Fakat her şeyi açıkladığı notu sevgilisine ulaşamadan yolda kaybolunca, ruhunun arkadaşı, gerçek nişanlısı kızın cansız bedenini görünce yıldırım çarpmışa döndü. Bir an donmuş gibi kalakaldı. İhtiyar kadın şarkısını kesti. Rüzgârın ve arkamızda böğüren ineklerin sesini duyuyorduk. Kimse nefes almıyordu. Sonunda delikanlı bıçağını çekti ve göğsüne sapladı. Hayret! Bıçak kaybolmuştu. Yakasından kan seli gibi akan kırmızı bir bez çıkıyordu. Nefes nefese sevgilisinin yanına düştü, birkaç kere sarsıldı, sonra kıpırdamadı. Ölmüştü. Sonra bir kere daha titreyerek sarsıldı, oturmaya çalıştı, yine yere düştü. Tekrar sarsıldı, yine durdu ve sonra sonsuza dek durdu. Bekliyorduk. Gerçekten de… Sonsuza dek. Birkaç dakika sonra güzel kadın uyandı ve yanında yatan cansız bedeni gördü. Önce durumu kavrayamadı, sonra bedeni sarsmaya başladı, sonra durumu anladı ve yine şaşkınlık içinde, sanki artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacakmış gibi ağlamaya başladı. Ondan sonra sevgilisinin bıçağını aldı ve bağrına sapladı. Ve biz seyirciler, yine bu kurnaz mekanizmaya hayran olduk ve bıçağın ne kadar derine saplandığına şaşırdık. Geriye bir tek ihtiyar kadın kalmıştı. Söylediği birkaç dizeyi lehçesinden dolayı anlayamadık. Sonra oyun bitti. Ölüler çoktan ayağa kalkmış seyircileri selamlarken çoğumuz hâlâ ağlıyorduk. Ama gösteri henüz sona ermemişti. Bu trajediden sonra sıra komediye geleceği için inekler de mecburen bekleyeceklerdi. Yaşlı kadın davul çalıyor, Tyll ise flütünü çalarken artık güzellikle alakası olmayan kadınla sağasola, önearkaya zıplayarak dans ediyordu. Kollarını havaya kaldırırlarken iki ayrı insan değil de sanki birbirlerinin kopyası gibi duruyorlardı. Biz dans etmeyi pek beceremezdik. Sık sık eğlenceler tertip etsek de hiçbirimiz onlar gibi dans edemezdik. Onları izlerken sanki insan bedeninin hiç ağırlığı yokmuş ve yaşam hazin ve katı değilmiş gibi gelirdi insana. Sonunda biz de yerimizde duramaz olduk ve olduğumuz yerde sallanmaya, atlamaya, zıplamaya ve dönmeye başladık. Fakat dans birdenbire bitiverdi. Nefes nefese, Tyll Ulenspiegel’in şimdi tek başına kaldığı arabaya bakmaya başladık. Kadınların ikisi de ortadan kaybolmuştu. Tyll, imparatoru yenebileceğini ve Prag’daki Protestanların kendine taç giydireceğini hayal eden zavallı, aptal Kış Kralı, Palatino’daki Seçmen Prens’le1 ilgili yergisel bir şarkı tutturmuştu. Ne var ki karlardan önce kralın ülkesi eriyivermişti. İmparatora da taş atıyordu Tyll. Sürekli dua etmekten hep üşüyen, Viyana’daki Hofburg’da İsveçlilerin korkusundan tir tir titreyen adamcağız ve ayı gibi güçlü, gece yarısı aslanı İsveç kralı adına da taşlamalar sürüp gidiyordu. İsveç kralının gücü Lützen Muhaberesi’nde2 ne işe yaramıştı? Zavallı bir paralı asker gibi delip geçmişti kurşunlar onu. Işığı sönüp gitmiş, kralcık da aslan da yok olmuştu! Tyll Ulenspiegel gülüyordu ve biz de onunla beraber gülüyorduk, çünkü ona direnmek mümkün değildi ve büyüklerin ölmesine rağmen bizim hayatta kalmamız hoşumuza gidiyordu. Sonra Tyll, tavuk gibi cascavlak kalmasına rağmen, dünyayı yönettiğini zanneden kalın dudaklı İspanya kralı hakkında da bir şarkı söyledi. Gülmekten, müziğin değiştiğini, alaycı tonun birdenbire yok olduğunu ancak bir süre sonra fark ettik. Şimdi savaş hakkında bir şarkı söylüyordu… Birlikte at binmekten ve silahların takırdamasından ve erkeklerin aralarındaki dostluklardan ve tehlike ânında kendini kanıtlamaktan ve ıslık çalan kurşunların neşesinden bahsediyordu. Paralı askerlerin hayatını ve ölümün güzelliğini ifade ediyordu, at üstünde düşmana saldırmanın sevincini anlatıyordu ve biz hepimiz, kalbimizin daha hızlı çarptığını hissediyorduk. Aramızdaki erkekler gülümsüyordu, kadınlar kafalarını sallıyordu, babalar çocuklarını omuzlarına alıyor ve anneler gururla oğullarına bakıyorlardı. Sadece ihtiyar Luise vızıldıyor, kafasını sallıyor ve öyle yüksek sesle mırıldanıyordu ki, yanındakiler ona evine dönmesini söylediler. Bunun üstüne Luise sesini daha da yükseltti ve burada hiç kimsenin Tyll’in ne yaptığını anlamadığını iddia etti. Tyll, savaşı davet ediyormuş, savaşı çağırıyormuş! Ama biz ıslık çalmaya, yalan söylüyor diye onu tehdit etmeye başlayınca, şükürler olsun çekti gitti. Ve Tyll yine flütünü çalmaya başladı. Kadın yanında duruyor ve önemli birisiymiş gibi heybetli bir hava takınıyordu. Pırıl pırıl bir sesle ölümden daha güçlü olan aşkla ilgili bir şarkı söylüyordu. Ebeveyn sevgisinden, Tanrı sevgisinden ve kadınerkek arasındaki sevgiden bahsediyordu. Ve yine bir şeyler değişti, müziğin temposu hızlandı, sesler tizleşti, keskinleşti ve şarkı birdenbire bedenlerin sevgisinden, sıcak tenlerden, çimenlerde yuvarlanmaktan, çıplaklığının kokusundan ve büyük kalçalardan bahsetmeye başladı. Aramızdaki erkekler gülüyorlardı ve sonra kadınlar da bu gülüşmelere katıldılar ve en yüksek sesle gülenler ise çocuklardı. Küçük Martha da gülüyordu. Önlere doğru gitmişti ve şarkıyı çok iyi anlıyordu, çünkü sık sık annesini babasını yatakta ve uşakları samanlıkta ve geçen sene de ablasıyla marangozun oğlunu duymuştu – ablası bir gece marangozun oğluyla evden kaçmıştı, ama Martha onları izlemiş ve her şeyi görmüştü. Ünlü adamın yüzünde kocaman şehvet dolu bir sırıtma belirdi. Kadınla aralarında çok güçlü bir çekim oluşmuştu. Bu güç onları çekiyor ve bedenlerini birbirlerine doğru öyle bir kuvvetle itiyordu ki, artık birbirlerine dokunmamaları mümkün değildi. Ama çaldığı müzik buna engel oluyordu, çünkü sanki yanlışlıkla farklı bir müziğe dönüşmüştü ve artık bu tonlar birbirlerine yaklaşmalarına izin vermiyorlardı. Çalan melodi “Agnus Dei”1 idi. Kadın huşu içinde dua eder gibi ellerini birleştirdi, qui tollis peccata mundi, 2 erkek geri çekildi. İkisi de, neredeyse pençesine düşmek üzere oldukları vahşilikten kendileri de korkmuş gibiydiler. Biz de korktuk ve haç çıkardık, çünkü Tanrı’nın her şeyi gördüğünü ve onaylamadığını hatırlamıştık. Diz çöktüler, biz de onları taklit ettik. Tyll flütü elinden bıraktı, ayağa kalktı, kollarını açtı ve bahşiş ve yiyecek istedi. Çünkü şimdi ara olacakmış. Eğer ona iyi para verecek olursak en güzel bölümler daha sonra gelecekmiş. Sersemlemiş bir şekilde ceplerimize davrandık. İki kadın ellerinde kaplarla aramızda dolaşıyorlardı. O kadar çok para attık ki kaplara, bozuk paralar şıkır şıkır zıplamaya başladı. Hepimiz verdik para: Karl Schönknecht ve Malte Schopf ve kekeme kız kardeşi verdiler. Cimri Müller ailesi bile verdi ve aslında esnaf olmalarına rağmen kendilerini daha üstün gören dişsiz Heinrich Matter ve Matthias Wohlsegen özellikle çok fazla verdiler. Martha ağır ağır çayır arabasının3 etrafından dolandı. Tyll Ulenspiegel sırtını arabanın tekerleğine dayamış, orada oturuyordu. Büyük bir maşrapadan bir şeyler içiyordu. Yanında eşek vardı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıTyll
  • Sayfa Sayısı328
  • YazarDaniel Kehlmann
  • ISBN9789750765094
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. İmamın Öldürülüşü ~ Cardiff Marney/ Barney Desaiİmamın Öldürülüşü

    İmamın Öldürülüşü

    Cardiff Marney/ Barney Desai

    Güney Afrika ırkçı yönetimi tarafından öldürülen imam Abdullah Harun’un sürükleyici ve ibret verici romanı. “…Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey...

  2. İvan İlyiçin Ölümü ~ Lev Nikolayeviç Tolstoyİvan İlyiçin Ölümü

    İvan İlyiçin Ölümü

    Lev Nikolayeviç Tolstoy

    İvan İlyiç, önce sorgu yargıcı, sonra da hakim olarak yaptığı görevinde mutludur. İnsanların, onun ağzından çıkacak kelimelerle kaderlerinin değişmesi kendisini güçlü ve önemli hissetmesine...

  3. Mahrem Macera ~ Cheıkh Hamidou KaneMahrem Macera

    Mahrem Macera

    Cheıkh Hamidou Kane

    “Bir sabah büyük bir gürültüyle uyanan tek ülke değildi Diallobe ülkesi. Tüm siyah kıta gürültülü sabahı yaşamıştı bir bir. Garip bir şafaktı! Batı’nın sabahı,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur