Wilde’ın edebî bir gizemin perdelerini araladığı bu eseri, aynı zamanda dönemin eşcinselliğe dayalı katı önyargılarına da cüretkâr bir meydan okuma niteliğindedir. Shakespeare’in Soneler’ini ithaf ettiği gizemli W.H.’nin kim olduğu yüzyıllardır edebiyat çevrelerinin epeyce kafa yorduğu bir konudur. Wilde’sa ortaya atılan sayısız teoriden edebiyat eleştirmeni Thomas Tyrwhitt’inkini, skandal etkisi yaratan romanına konu alır.W.H.’nin Willie Hughes adlı genç bir aktör olduğu ve Shakespeare’in bu genç adama âşık olduğu teorisine kafayı takıp araştırmaya koyulan başkarakter Erskine, araştırmaları sırasında kendi cinsel kimliğini de ister istemez mercek altına alır.
Çevirmenin Önsözü
19. Yüzyılın Sonunda İngiliz Yazarların
İkilemi ve Bay W.H.’nin Hikâyesi
Oscar Wilde, Bay W.H.’nin Portresi’ni yazmaya 1887 yılında başladı. Otuz iki yaşındaydı, kıyafetleriyle diğer öğrencileri şaşırttığı ve yazdığı bir şiirle Newdigate Ödülü’nü kazandığı Oxford’da, daha sonra da farklı eyaletlerini gezip konuşmalar yaptığı Amerika’da ulaştığı ünün ardından, nispeten daha yerleşik bir hayat sürmeye başlamış, üç sene kadar önce de Constance Lloyd’la evlenmişti. Tam da bu hikâyeyi kaleme aldığı günlerde, yaşadıkları masraflı hayatı maddi olarak destekleyebilmek için, Cassell yayıncılık şirketinin 1886’da yayımlamaya başladığı The Lady’s World: A Magazine of Fashion and Society’nin (Leydinin Dünyası: Bir Moda ve Cemiyet Dergisi) editörlüğünü üstlenmiş, derginin adında yer alan hiç hoşlanmadığı “leydi” kelimesini “kadın”a çevirmiş, böylece derginin adı da The Woman’s World olmuştu. Wilde, derginin editörlüğünü üstlenerek bir yandan büyük ölçüde Fransız dekadan edebiyatından etkilenen şiir ve hikâyelerini yazarken bir yandan da eve para götürüp hayatını sürdürebilmeyi düşlüyordu. Daha önce yayıncılık işleriyle hiç uğraşmamış Wilde’ın, dergideki yardımcısı, Arthur Fish adında bir gençti. Cassell’s Weekly’de çıkan ve Fish’in anlatımıyla kaleme alınmış bir yazıya göre, editörü ilk başlarda işe tam zamanında, sabah 11.00’de geliyor ve her gün bu saatte, bürosundaki masasının başında oluyordu. Ancak zaman ilerledikçe Wilde, sabahları daha geç gelip akşamları daha erken saatte işten çıkmaya başlamış, sonunda da dergiye şöyle bir uğramaktan fazlasını yapmaz olmuştu.1 William Butler Yeats, ünlü Autobiogrophy’sinde [Otobiyografi] şu anekdotu aktarır: “Dönemin bir başka ünlü yazarı, William Ernest Henley de para kazanmak için Cassell yayıncılık şirketinin çıkardığı başka bir dergide editörlük yapıyordu; biraz da meraktan, Wilde’a işe hangi sıklıkta gittiğini sorar. ‘Haftada üç defa, her defasında birer saatliğine giderdim,’ diye cevap verir Wilde. ‘Ama şimdilerde bir gününü attım, haftada iki kere gidiyorum.’ Bunun üzerine Henley şaşkına döner ve, ‘Aman Yarabbi!’ diye bağırır. ‘Ben haftada beş gün, günde beş saat çalışıyorum; bir gün az gitmeyi talep ettiğimde, bunu görüşmek için genel kurul toplantısı yaptılar.’ Wilde ise mağrurdur: ‘Dahası, ben okuyucuların yazdığı mektuplara da hiç cevap vermiyorum. Önlerinde çok parlak bir gelecekle Londra’ya gelen insanların sadece mektup cevapladıkları için birkaç ay içinde kurda kuşa yem olduklarını gördüm.’”2 Wilde iş hayatına uyum sağlayamamış, ama bir yandan da öncelikle moda ve cemiyet haberleriyle ilgili bir dergiye, alışıldık kadın dergilerinin hepsinden daha farklı olan bir ses kazandırmıştı. Editör olarak sahip olduğu ayrıcalıkları kullanarak o günlerde açılan Whistler sergisinden şehre yeni gelen bir oyuna, Balzac’ın bir kitabından Flaubert hakkındaki düşüncelerine kadar, bir parça öğretici, ama hep çok eğlenceli bir üslup kullanarak The Woman’s World’le derginin okuyucu kitlesi arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamıştı. Britanya ve Fransa gibi okuyucu kitleleri fazla olan edebiyat pazarlarında, yalnız Wilde ve Henley değil, daha pek çok başka yazar da, dergilerle akademinin sunduğu maddi ve entelektüel olanakların arasına sıkışmış, henüz bugünkü kadar yüksek olmayan satışlar yüzünden de, iyi eğitim görmüş parlak edebiyatçılar, üniversitelerde üretilen yüksek kültürle o dönemde gittikçe popülerleşen dergi formatı arasında bir seçim yapmak zorunda hissetmişlerdi kendilerini. Aynı anda hem Bay W.H.’nin Portresi’ni yazıp hem de bir kadın dergisinin editörlüğünü üstlenmesi, Wilde’in bu seçimi yapmak istemediğini kanıtlar. Ama öte yandan, Wilde birinden birini seçmeyi istemediği “yüksek” ve “popüler” kültürü, birbirlerinden farklı alanlar içinde üretilip tüketilecek olgular olarak da görmüyordu. Çıkardığı dergide, son moda haberleri aktaran bir köşe yazısında rastlanacak söz sanatları aracılığıyla, Wilde’in bitmekte olan Victoria döneminin ciddiyetinden ayrılan, ancak Edward döneminde ortaya çıkacak modernist akımların cesaretine de henüz tam sahip olmayan bir söylem ürettiğine tanıklık ederiz. Dönemin alaycılıkla siyasi bir konformizmi birleştiren, dekadan ve alışılmadık kişiliklere yaptığı saldırıları hep iyi hesaplanmış bir sinizmin ardına gizleyen dergisi Punch’ta olmayan bir radikalizmi de içeren bu söylem, farklı kültürel alanları, bu alanları yıkmak için değil, bu alanların aralarındaki ayrımları ortadan kaldırmak maksadıyla iç içe geçiriyordu. Bay W.H.’nin Portesi’nde de, yalnız İngiliz edebiyatı âlimlerinin değil, gazete ve dergi okuyucularının da hemen ilgisini çekecek bir hikâyeyle, Wilde’ın aynı anda pek çok şey yaptığını görürüz. Öncelikle edebiyat eğitimi almamış kişileri de yüksek edebiyata çağıran bir davettir bu: Kitabın kulaktan kulağa yayılmaya, insanları meraka sevk etmeye uygun bir yapısı vardır. Kitap, edebiyat eğitimi almış kişilerin de, aslında, mesleklerinin tarihi boyunca, incelenerek ulaşılabilecek bir “hakikat”le değil, kendi özgül hakikatleriyle uğraştıklarına işaret ederek, yüksek kültürü üretenleri de bir anlamda baş aşağı çevirir. Ama aslında, Bay W.H.’nin Portresi’nin kalbinde, insan doğası hakkında sahip olduğu görüşler yer alıyordu. Kitabı yazmaya başlamadan bir sene evvel Harry Marillier’e gönderdiği bir mektupta insanın, “İnanmadığı bir şey için ölmesi”nin güzelliğinden bahseden1 Wilde, Bay W.H.’nin Portresi’nde yine bu temaya döner ve insan karakteriyle inanç arasındaki ilişkiyi hikâyeleştirir. Kahramanlık çağının gerilerde kaldığı bir tarihsel anda, insanın uğruna canını verebileceği şey nedir? Wilde’in bu soruya verdiği cevap, bir süre sonra Fransa’yı karıştıracak olan Dreyfus davasını “hakikat” uğruna takip eden Zola’nınkinin belki de tam zıddıdır: Çünkü kitabın başkarakteri olan Erskine, burada gerçek olduğunu kanıtlamak için yalan söylediği bir bilgi uğruna kendi canına kıymakta ve böylelikle savunduğu bilgiyi gerçek kılacağını hayal etmektedir. İnandığı şey uğruna ölen toplumsal, siyasi ve de edebî bir tipi taklit ederken, Erskine, hızlı bir biçimde ilerleyen Darwin’ci bir biyoloji anlayışının sonucu olarak Tanrı’yla olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalan 19. yüzyıl “karakter”ine aslında şu soruyu sorar: “Uğruna ölünecek bir hayalin kalmadığı bir dönemde, yaşamanın anlamı nerededir?” Kitap bu soruyu umutsuz bir edayla cevaplamak yerine insanlık tarihinin ve edebiyat kültürünün içinde, hiçbir şeye inanmadan, özgürce dolaşabilmenin mutluluklarını yüceltir ve sonuna yayılmış belirsizliğiyle Shakespeare eleştirmenliği, edebî dedikodu ve kurmaca arasındaki hayalî ayrımları ortadan kaldırmanın yanı sıra, özcülükten uzaklaşmış bir dünyanın kısa ve öz bir romansı da olur. Artık edebî metinle olan ilişkimiz, bir hakikatin peşinde koşma ve onu bulma işi olmaktan çıkmıştır: Wilde’ın Bay W.H.’nin Portresi’ni yazarken tasavvur ettiği okur, hakikati boş vermiş olmasına karşın, hakikatin peşinde koşma macerasından zevk alır. Sonundaki belirsizlik, kitabı ayrıca o dönemdeki edebiyat eleştirisinin kesinlikli havasından da kurtarır. Oxford’daki üniversite yıllarında Oscar Wilde, Klasik Yunan kültürü üzerine eğitim görmüştü ve en çok da bu dönemin edebiyatına hâkimdi. Ama öte yandan, Paris’te üretilen dekadan, bohem, erkenmodernist kültürü de büyük bir hevesle takip ediyor, bu kültürü Manş ötesinden Londra’ya taşımanın yollarını arıyordu. Bay W.H.’nin Portresi’nin yazımından üçdört sene sonra popülerlik kazanıp 1895’te zirvesine ulaşacak olan Doksanlar Hareketi, aslen, bu çabanın bir ifadesidir. İngiltere’nin en büyük ulusal şairi olan William Shakespeare’i farklı tür ve alanlar arasındaki ayrımları silmenin vesilesi yaparak, Oscar Wilde bir anlamda, bu kültürel dönem içinde, bir yazar ve Britanyalı olarak sahip olduğu konumu da sorguluyordu. Tıpkı Shakespeare gibi Wilde da evlenmiş, ama evliliğin beraberinde getirdiği düzenli hayata ayak uyduramamıştı. Kitabın insan karakterini, hakikat ve sahteliği tartışan hikâyesinin altındaki ikinci katmana yerleştirdiği Elizabeth dönemine ait bu tema vasıtasıyla Wilde’ın bir taraftan kendi konumunu tarihselleştirdiğini de fark ederiz. O zaman, Bay W.H.’nin Portresi hem bir dergide çalışıp para kazanmak zorunda olan frankofon Wilde’ın içinde bulunduğu dönemle ilgili hissettiği ve aslen kültürel ayrımlardan kaynaklanan bir okunurluk sorununa bulduğu bir çözüm, hem de daha derin bir anlamda, kendi toplumsal ve cinsel konumunu Shakespeare vasıtasıyla, gizli bir biçimde de olsa tartıştığı bir sorudur. Okuyup anlaşılması en zorlayıcı edebî metinlerle dergilere has dedikodu köşelerini, hem erkeklerin hem de kadınların cinsel davranış kalıplarını aynı anda, üçüncü bir yüzeyin üzerine taşımaktan hoşlanan Wilde, bulduğu bu çözüm aracılığıyla birkaç sene sonra çok daha büyük bir üne kavuşacak, hep fethetmeyi istediği, bir nevi edebiyat kalesi konumundaki Paris’te Mallarmé’den Gide’e uzanan bir arkadaş çevresi edinecek, ama cinsellik konusunda, dönemin yerleşik kültürünün hiç affetmediği seçimi ve bu seçimi konusundaki ısrarıyla, ayrımlarım ortadan kaldırmayı istediği İngiliz kültürünün kara koyunu ilan edilmekten de kurtulamayacaktı.
Kaya Genç
I
Birdcage Walk’taki küçük güzel evinde Erskine’le akşam yemeği yiyordum; kahve ve sigaralarımızla kütüphanede otururken, laf edebî sahtekârlıklardan açıldı. Şu anda, o zaman tuhaf görünen bu konudan nasıl bahsetmeye başladığımızı hatırlayamıyorum, ama Macpherson, Ireland ve Chatterton1 hakkında uzun bir tartışma yaptığımızı ve bu sonuncusuyla ilgili olarak, onun sözde sahtekârlıklarının sadece sanatkârane bir kusursuz temsil arzusunun sonucu olduğunda ısrar ettiğimi biliyorum. Eserini bize nasıl sunduğu konusunda bir sanatçıyla tartışmaya hakkımız olmadığını ve sanatların hepsinin bir ölçüde gerçek hayatın kısıtlayıcı tesadüflerinin ve sınırlandırmalarının uzanamayacağı hayalî bir mertebede insanın kendi kişiliğini gerçekleştirdiği bir oyunculuk biçimi olduğunu, bir sanatçıya sahtecilik yüzünden öfkelenmenin etik bir sorunu estetik bir sorunla karıştırmak anlamına geldiğini söylüyordum.
Benden çok daha büyük olan ve sözlerimi kırk yaşındaki bir adamın görmüş geçirmiş inceliğiyle dinleyen Erskine, aniden elini omzuma koyup, “Belirli bir sanat eseri hakkında tuhaf teorisi olan genç bir adamın, kendi teorisine inanıp bu teoriyi kanıtlamak için sahtekârlık yapmasına ne dersin peki?” dedi bana. “Ah!” diye cevap verdim, “O zaman iş değişir.” Erskine bir süreliğine sessiz kaldı, sigarasından yükselen ince, gri duman çizgilerine baktı ve bir an duraksadıktan sonra, “Evet değişir,” dedi, “hem de çok.” Ses tonunda merakımı harekete geçiren bir şey, buruk bir yan vardı. “Bunu yapan birini tanıdın mı hiç?” diye heyecanla sordum. “Evet,” diye cevap verdi sigarasını şöminenin içine fırlatarak. “Çok iyi bir arkadaşım, Cyril Graham yaptı bunu. Çok çekici, çok akılsız, çok da kalpsiz biriydi, ama yine de hayatım boyunca elime geçen yegâne mirası bıraktı bana.” “Neydi o?” diye haykırdım. Erskine bunun üzerine koltuğundan kalktı ve iki pencere arasında duran yüksek, işlemeli dolaba gidip kilidini açtı ve eski, biraz kararmış bir Elizabeth dönemi çerçevesinin içine yerleştirilen küçük, tahta üzerine yapılmış bir resmi alıp oturduğum yere döndü. 16. yüzyılın sonlarına ait kostüm giymiş, bir masanın başında oturan, sağ elini bir kitabın üzerine koymuş genç bir erkeğin tüm vücudunu resmeden bir portreydi bu. Genç adam, on yedi yaşlarındaymış gibi görünüyordu; biraz kadınsı olmakla birlikte sıra dışı bir güzelliğe sahipti. Hakikaten, kıyafetleriyle saçları olmasa, insan hayallere dalmış, kederli gözleri ve harikulade kırmızı dudaklarıyla bu yüzün bir kıza ait olduğunu da söyleyebilirdi. Üslubu ve özellikle de elleri resmetme biçimiyle bu portre François Clouet’nin geç dönem eserlerinden birini getiriyordu akla. Gösterişli süslemeleri olan siyah kadife yelek ve yeleği, rengine parlak bir değer katarak ön plana çıkaran tavus kuşu mavisi zemin Clouet üslubundaydı; mermer kaideden biraz resmî bir havayla sarkıtılmış Tragedya ve Komedya maskelerindeki uysal İtalyan zarafetinden çok farklı olan, Felemenk ustanın Fransız Sarayı’nda bile tamamen yitirmediği ve her zaman Kuzeyli mizacını karakterize eden, şiddet dolu bir yan vardı. “Büyüleyici bir resim bu,” diye haykırdım, “ama sahip olduğu güzelliği, sanatın bizler için büyük bir maharetle muhafaza ettiği bu muhteşem genç adam da kim?” “Bu,” dedi Erskine yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle, “Bay W.H.’nin portresi.” Işığın tesadüfi etkisi yüzündendi belki, ama o anda gözleri yaşla parlıyormuş gibi geldi bana. “Bay W.H.!” diye tekrarladım. “Bay W.H. kimdi?” “Hatırlamıyor musun kim olduğunu?” diye karşılık verdi Erskine. “Elinin üzerinde durduğu kitaba baksana.” “Bir yazı var, ama tam çıkaramıyorum ne olduğunu,” dedim cevap olarak. “Bu büyüteci al da öyle dene,” dedi Erskine; dudaklarında aynı hüzünlü gülümseme vardı. Büyüteci aldım ve lambayı biraz daha kendime yaklaştırarak resimdeki 16. yüzyıla ait o okunaksız elyazısını okumaya koyuldum: “Bu aşağıdaki Soneler’i getiren kişiye.” “Aman Tanrım!” diye bağırdım. “Shakespeare’in Bay W.H.’si mi bu?” “Cyril Graham öyle olduğunu söylerdi,” diye mırıldandı Erskine. “Ama Lord Pembroke’a benzemiyor ki hiç,” diye cevap verdim. “Penshurst portrelerini çok iyi biliyorum ben. Daha birkaç hafta önce oraya yakın bir yerde kalıyordum.” “Sen gerçekten de Soneler’in Lord Pembroke’a hitap ettiğini düşünüyorsun o zaman?” diye sordu Erskine.
“Eminim bundan,” diye cevap verdim. “Soneler’de yer alan üç kişiliğin Pembroke, Shakespeare ve Bayan Mary Fitton olduğuna hiç şüphe yok.” “Eh, doğrusu ben de böyle düşünüyorum,” dedi Erskine, “ama her zaman da böyle düşünmedim. Cyril Graham’a ve onun teorisine inanmıştım – inandığımı sanıyordum.” “Neydi bu teori?” diye sordum, merakımı şimdiden esir almaya başlayan harikulade portreye bakarak. “Uzun hikâye,” diye fısıldadı Erskine resmi benden uzaklaştırarak –o an biraz ani olduğunu düşünmüştüm bu hareketinin– “çok uzun bir hikâye, ama dinlemek istersen anlatayım sana.” “Soneler’le ilgili teorilere bayılırım ben,” diye bağırdım, “ama bu konuda beni yeni bir görüşe inandırabileceğini sanmıyorum. Konu esrarını yitirdi artık. Soneler’de hakikaten de esrarengiz bir yan bulunup bulunmadığını merak ediyorum doğrusu.” “Bu teoriye kendim inanmadığım için, seni de inandıracak değilim,” dedi Erskine gülerek, “ama yine de ilgini çekebilir.” “Tabii,” diye cevap verdim, “anlat lütfen. Bu tablonun yarısı kadar büyüleyici olsa, beni memnun etmeye yeter.” “Pekâlâ,” dedi Erskine bir sigara yakarak. “Cyril Graham’ın kendisini anlatarak başlamalıyım söze. Eton’dayken onunla aynı evde kalıyorduk.1 Ondan biriki yaş büyüktüm, ama çok iyi dosttuk ve ders çalışırken de, eğlenirken de birlikteydik hep. Elbette ders çalışmaktan çok eğlenirdik, ama pişman olduğumu da söyleyemeyeceğim. Sağlam bir ticaret eğitimi almamış olmak insanın lehinedir her zaman; Eton’ın sahalarında oynarken öğrendiklerim, bana Cambridge’deki dersler kadar faydalı olmuştur. Cyril’in babasıyla annesinin öldüklerini da söyleyeyim sana, Isle of Wight açıklarındaki korkunç bir yat kazasında boğulmuşlardı. Diplomat olan babası, ihtiyar Lord Crediton’ın bir kızıyla, daha doğrusu tek kızıyla evlenmiş, Cyril’in ebeveyni ölünce de Crediton, Cyril’in vasisi olmuştu. Lord Crediton’ın Cyril’i öyle çok da önemsediğini zannetmiyorum; unvan sahibi olmayan biriyle evlendiği için kızını hiç affetmemişti. Crediton, seyyar bir satıcı gibi küfreden ve bir çiftçi gibi davranan, sıra dışı bir aristokrattı. Eton’da her yıl düzenlenen törenlerden birinde ona rastladığımı hatırlıyorum. Bir şeyler mırıldanmış, cebime para koymuş ve bana, babam gibi “lanet olasıca bir Radikal” olmamamı söylemişti. Cyril ona karşı pek az sevgi besler, tatillerinin çoğunu bizimle birlikte İskoçya’da geçirmekten hoşlanırdı. Hiç iyi geçinemezlerdi. Cyril onun bir ayı olduğunu düşünürdü, o da Cyril’in kadınlar gibi yumuşak olduğunu. Sanırım Cyril’in bazı konularda, gerçekten de birinci sınıf bir binici ve eskrimci olmasına rağmen kadınları andıran bir yanı vardı. Eton’dan ayrılmadan önce, o ucu düğmeli kılıçlardan almıştı kendine. Ama aygın baygın bir hali de vardı, güzelliğiyle böbürlenmeden de edemezdi ve yalnızca orta sınıftan insanların çocuklarına yakışan bir oyun olduğunu söylediği futbola çok karşıydı. Ona gerçekten zevk veren iki şey vardı; şiir ve oyunculuk. Eton’dayken hep kostüm giyer, Shakespeare’in oyunlarından ezbere pasajlar okurdu ve Trinity’deki ilk döneminde ADC’ye1 üye olmuştu. Oyunculuk yeteneğini her zaman kıskandığımı hatırlıyorum. Cyril’e büyük bir sadakatle bağlıydım; sanırım bunun sebebi, pek çok konuda birbirimizden çok farklı olmamızdı. Ben biraz tuhaf ve zayıftım; ayaklarım kocaman, yüzüm çillerle kaplıydı. İngiliz aileleri nasıl hep nikris hastalığından mustaripse, İskoç aileleri de hep çilli olur. Cyril bu ikisinden nikris hastalığını tercih ettiğini söylerdi; ama bir yandan da dış görünüme aşırı derecede önem verirdi. Bir defasında Münazara Kolu’muzda iyi bir dış görünüşe sahip olmanın iyi huylu olmaktan daha iyi olduğunu kanıtlamayı amaçlayan bir makale okumuştu. Çok yakışıklıydı Cyril. Onu sevmeyen insanlar –yani cahil şapşallar, özel hocalar ve Kilise’ye girmek için eğitim gören genç oğlanlar– onun sadece hoş olduğunu söylerlerdi; ama yüzünde, hoşluğu fazlasıyla aşan bir şey vardı. Sanırım gördüğüm en muhteşem yaratıktı o ve dünyada onun hareketlerinin zarafetiyle çekiciliğini aşan hiçbir şey yoktu. Büyülemeye değecek herkesi ve değmeyecek pek çok başka insanı büyülerdi. Çoğunlukla söz dinlemezdi, huysuzdu da ve bana kalırsa çok riyakârdı. Bunun sebebi, sanırım, insanları aşırı derecede memnun etme arzusuydu. Zavallı Cyril! Bir defasında ona çok ucuz zaferlerle yetindiğini söyledim, ama o sadece kafasını sallayıp güldü. Korkunç derecede şımarık biriydi. Sanırım bütün çekici insanlar şımarık olurlar. Onları çekici kılan şey budur. Neyse, sana Cyril’in oyunculuğundan bahsetmeliyim. ADC’de kadınların oyunculuk yapmalarına müsaade edilmediğini bilirsin. En azından benim zamanımda öyleydi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Cyril’e elbette her zaman kız rolleri veriliyordu ve Size Nasıl Geliyorsa’yı sahneye koyarlarken Cyril, Rosalind rolündeydi. Muhteşem bir performanstı. Bana güleceksin belki, ama seni temin ederim ki Cyril Graham hayatımda gördüğüm en mükemmel Rosalind olmuştu. Oyunculuğunun güzelliğini, zarafetini ve kusursuzluğunu sana anlatabilmem mümkün değil. Gösteri, insanlarda büyük bir heyecan uyandırmış ve o zamanlar berbat, küçük bir yer olan tiyatro salonu her akşam tıkış tıkış seyircilerle dolmuştu. Size Nasıl Geliyorsa’yı okurken, bugün bile Cyril’i düşünmeden edemem; o kadar sıra dışı bir zarafet ve mükemmellikle oynuyordu ki, rol sanki onun için yazılmıştı. Sonraki dönem, diplomasını alıp Hariciye memuriyetine girmek üzere Londra’ya gelmişti. Ama hiçbir iş yaptığı yoktu. Günlerini Shakespeare’in Soneler’ini okuyarak, gecelerini ise tiyatrolara giderek geçiriyor ve elbette sahneye çıkmak için çıldırıyordu. Onu engellemek için Lord Crediton’la elimizden geleni yaptık. Eğer sahneye çıkıp oyunculuk yapsaydı, şimdi hayatta olacaktı herhalde, insanlara öğüt vermek her zaman aptalca bir şeydir, ama kesin olan bir şey varsa o da, iyi öğütler vermenin ölümcül sonuçlar doğurduğudur. Bu hataya senin hiç düşmemeni dilerim; eğer birine iyi bir öğüt verirsen, bu yaptığından pişman olacaksın. Hikâyenin asıl önemli kısmına gelelim şimdi: Bir gün, öğleden sonra, Cyril’den o akşam kaldığı daireye gelmemi isteyen bir mektup aldım. Piccadilly’de, Green Park’a bakan büyüleyici güzellikte bir dairesi vardı ve onu neredeyse her gün görmeye gittiğim için bana mektup yazmasını garipsemiştim. Elbette, hemen gittim ve oraya ulaştığımda Cyril’i büyük bir heyecan içinde buldum. Bana, Shakespeare’in Soneler’inin gerçek sırrını en sonunda keşfettiğini söyledi. Bütün Shakespeare uzmanları ve eleştirmenler tamamıyla yanlış bir izin peşinde koşmuşlar bunca zaman ve o, Soneler’den çıkardığı kanıtlar aracılığıyla, Bay W.H.’nin gerçekte kim olduğunu keşfeden ilk kişiymiş. Zevkten dört köşe olmuştu, heyecandan uzun bir süre bana teorisini anlatamadı. En sonunda tuttuğu notlardan oluşan bir kâğıt destesi çıkardı,
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıBay W.H.’nin Portresi
- Sayfa Sayısı112
- YazarOscar Wilde
- ISBN9789750758096
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sümük Meselesi ~ Louis Sachar
Sümük Meselesi
Louis Sachar
Bir küçük sümük meselesi… Dünya çocuklarının yere göğe sığdıramadığı “Yamuk Okul” efsanesinin yaratıcısı Louis Sachar’ın küçük okurları maceradan maceraya koşturduğu ünlü serisi “Marvin Redpost” mizah dozunu artırarak...
- İçeri Girmez miydiniz? ~ Neslihan Önderoğlu
İçeri Girmez miydiniz?
Neslihan Önderoğlu
İçeri girmez miydiniz, diyor. Yüzünde yarım bir gülümseme. Onu bütüne mi tamamlasa yoksa yüzüne daha başka bir ifade mi oturtsa, karar veremiyor. Daha üzgün...
- Yaz Ortasında Ölüm ~ Yukio Mişima
Yaz Ortasında Ölüm
Yukio Mişima
Çocukluğun sımsıkı mühürlenmiş bir sandığı vardır. Genç insan bir gayret o sandığı açmaya çalışır. Kapağı açtığında içinin boş olduğunu görür. Bunun üzerine anlar ki,...