Yaşamakta olduğumuz acılı günlerde, Diyarbakır Surönü’nde bir tanıklık, yüzleşme ve kendimizle hesaplaşma denemesi… Batı’dan gelen Türk’ün bakışı ile yakılıp yıkılmış bölge insanının içeriden bakışının dramatik karşılaşması. “Hendekçi çocukları hendeklerin arkasından çıkarıp önüne geçirmek için ne yaptık? Onlara eşit ve özgür yaşayacakları bir ülke verebildik mi?” sorusuna cesur ve içten bir cevap arayışı.Her ölümün bizi birbirimizden biraz daha uzaklaştırdığı bu savaş günlerinde, Oya Baydar barışı neden bir kez daha ıskaladığımızı iki tarafa da soruyor.Siyaseti aşan, yürekten gelen, duygularla örülmüş bir barış çığlığı…
*
“Biz iki tarafta da olamayız
Çünkü ikisiyiz ve başka biriyiz
İnanmak istemedin
Biz yalnızlığın ta kendisiyiz.”
Mehmet Yaşın
31 Aralık 2015/Diyarbakır-Surönü
Karlar
Surların, güllerin, çiğnenmiş çimenlerin, yıkık duvarların, delik deşik asfaltın üzerine kar yağıyor. Usul, sakin, yumuşacık, masalsı. Film sahnesi, fotoğraf karesi, tiyatro dekoru bir kar. Bu mevsimde kar yağar mı buralara, sonbahar gülleri bile henüz solmamışken?
Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı… Hayır, o Akdeniz iklimiydi, peki burası? Bak hatırlamıyorsun, belki de hiç okumadınız bu bahsi, okuduysan da öğrenmemişsin, aklında kalmamış. Şimdi yakınlaştı ya, o zamanlar uzak, çok uzak yerlerdi buralar. Çıbanı, akrebi, karpuzu meşhurdu, bir de eşkıyası.
“Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür / Gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür” diye şiirler okur, şarkılar söylerdik. 23 Nisan müsamerelerinde milli kıyafetlerle –şalvar, cepken, oyalı yemeni– rond yapardık, halk oyunları oynardık.
Ne iklimini ne dilini, ne insanını bilirdin ne de surlarını… Çin Seddi’nden sonra en uzun, en yüksek surlar olduğunu, içinde koca bir kent barındırdığını, seksen iki burcunu, dört kapısını, havadan bakınca kalkan balığına benzediğini, burçlara çıkan merdivenlerin yürek biçimi girişlerini… Buranın şehrin yüreği olduğunu bilmezdin.
Şehre ilk geldiğimde bahardı. Kırk beş yıl önce olmalı. Hiçbir özelliği yoktu benim için; surlar yıkık döküktü, camiler, yollar, çarşılar bakımsız, pejmürdeydi. Bir zamanlar şairlerin, aydınların kenti olduğunu, edebiyat dergileri, şiir dergileri yayımlandığını duyardım, bölgenin Paris’idir diyenler bile vardı. “Ne biçim Paris bu!” demiştim, beni etkilememişti, şehrin ruhunu yakalayamamıştım.
Ne kadar uzun zaman geçmiş. Zaman değişti, ülke değişti, şehir değişti, sen de değiştin.
Gençliğimdi… Pervasız, coşkulu, pür umut, pür inanç gençliğim. İlk gelişimde Şehir’le ilgilenmemiştim. Elimde üniversiteden aldığım görevlendirme kâğıdı, cebimde yardımcı olurlar denilen birkaç adres; Güneydo ğu’da toprak mülkiyeti araştırması yapmaya gelmiştim. Yıkık dökük sur duvarlarını hatırlıyorum bir de dükkânların önüne dizilmiş kaçak çay çuvallarını. Ulucami’yi de hatırlıyorum hayal meyal. Hanefî, Hanbelî, Şafiî, Malikî: Dört mezhebin camisi olduğunu yeni öğrendim. Bunlar ilgi alanıma girmiyordu o zamanlar. Sonraki gelişlerim de hep iş içindi.
O zamanlar ilgi alanın farklıydı: İşçi sınıfıydı, emekçi halktı, devrimdi. Surlar, kentler, tapınaklar, tarihin hazineleri, doğanın mucizeleri, şehrin yüreğinin atışı ilgilendirmiyordu seni; insanlarla bile ilgilenmiyordun. Devrim bir kavramdı, yaşama anlam veren ütopyanın adıydı. İşçi sınıfı araçtı, manivelaydı. “İşçi insan” değil, “sınıf”tı seni ilgilendiren. Sen sınıfın öncüsü, kurtarıcısı olmayı seviyordun, insanı değil.
Acımasız bir yargı bu. Sadece kendi adıma değil bütün sol kuşağım adına itiraz ediyorum. İnsanlarla ilgilenmesek, insanı sevmesek neden fabrikalarda, grevlerde, miting meydanlarında, pamuk tarlalarında, fındık bahçelerinde onlarla birlikte mücadele ediyorduk? Çamurlu yollarını arşınladığımız gecekondu semtleri, yoksulluk kokan emekçi kulübeleri… Ne işim vardı oralarda benim?
Amacını sorgulamıyorum, her şeyi has duygularla yaptın. Sömürü sona ersin, insanlar eşit olsun istiyordun, daha adil, daha iyi bir dünya düşlüyordun. Ezilenlere, sömürülenlere, dünyanın lanetlilerine kurtuluş yollarını öğretmeye çalışıyordun. Bilinç dışarıdan götürülür, diye öğrenmiştin. Ezilenlere, sömürülenlere bilinç götürüyordun ama onları sevmiyordun, yüreğinde duymuyordun. Hiçbirinin elini tutmamıştın, gözlerinin içine bakmamıştın, birlikte ağlamamış, aşını ekmeğini bölüşmemiştin. Soyutlamalarla felsefe yapılır, siyaset yapılır ama insanın gerçeğine, toplumun ruhuna varılamaz.
Devrime inanıyorduk, devrimi gerçekleştirmekle yükümlüydük, devrimci romantiklerdik. 68 Mayıs’ının sloganı: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” idi. Ama devrimin duygusal bir konu olmadığını da biliyorduk. Burjuvaziyi yenmek için işçileri örgütlemek, mücadeleye sürmek gerekiyordu. Ellerini tutmak, gözlerinin içine bakmak, yüreklerine dokunmak işe yaramazdı, safdillik olurdu. Bilinçlenmeleri, durumlarının farkına varıp başkaldırmaları gerekiyordu. Başka bir dönem, başka bir dünyaydı; gençlik, umut, masumiyet çağıydı.
Hâlâ böyle mi düşünüyorsun?
Hem evet hem hayır. O günleri, o günlerdeki beni, umudu, masumiyeti özlüyorum. Bir yandan da nerede yanlış yaptık, eksik olan neydi, diye soruyorum kendime. Bu soğuk taşın, bu beton parçasının üstünde, sessiz dingin yağan karın altında, kapanmış Sur kapılarının önünde böyle yalnız, böyle sessiz, kendi içime büzülmüş otururken eksik parçayı düşünüyorum. O parçayı bulursam burayı daha iyi anlarım, ruhuna girebilirim, sırrını çözebilirim gibi geliyor. Geçmişimle, bugünümle, kendimle hesaplaşmak istiyorum.
Tam yerindesin, tam da bugün… Dinle bak; sesleri duyuyor musun?
Duyuyorum: karın ve şehrin sessizliğini delen mermi sesleri…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıSurönü Diyalogları
- Sayfa Sayısı128
- YazarOya Baydar
- ISBN9789750732409
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yatağına Kırgın Irmaklar ~ Ahmet Turan Alkan
Yatağına Kırgın Irmaklar
Ahmet Turan Alkan
Niçin hep güzeldiler; trajediden drama, dramdan komediye, oradan yeniden trajediye doğru şimşek hızıyla geçişiveren o herc-ü merc günlerinde onları, başkalarının yazdığı sinsi ve hesâbî...
- İşimle Başım Dertte ~ Toprak Işık
İşimle Başım Dertte
Toprak Işık
İşimle Başım Dertte Kimin değil ki? Doktorların mühendis, mühendislerin avukat, avukatların eczacı olmak istedikleri bir dünyada yaşıyoruz. Öyleyse üzerinde kafa yormaya değer bir sorun...
- Haritanın Yırtılan Yeri ~ Cezmi Ersöz
Haritanın Yırtılan Yeri
Cezmi Ersöz
Diyarbakır’da bir öğretmen, “Devlet bizim üzerimizi kırmızı kalemle çizmiş,” diye yakınıyordu. Ailesini silahlı çatışmadan koruyabilmek için pencerelerine duvar ören Cizreli bakkalın açıklaması, “Güneş bizim...