Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

O Muhteşem Hayatınız
O Muhteşem Hayatınız

O Muhteşem Hayatınız

Oya Baydar

Hangisi gerçek hayatım benim?Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?Ünü dünyayı sarmış bir primadonna, bir diva… Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete kupürünü…

Hangisi gerçek hayatım benim?Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?Ünü dünyayı sarmış bir primadonna, bir diva… Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete kupürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni… Annesinin izini süren genç bir kadın…Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: Sadece Diva’nın yaşamının değil, Türkiye’nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti…

Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, O Muhteşem Hayatınız’da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor.

*

Diva

Hangisi gerçek hayatım benim?
Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?

Bitpazarına düşmüş bir hayat

Sürücünün yanındaki koltuğa oturdu. İlişti demek daha doğru olacak. Ben her zamanki yerimde, arka sağ koltuktayım. Yanıma oturmak isterdi, biliyorum; hamle de etti zaten. Şoförüm izin vermedi, siyah Jaguar arabanın ön kapısını açtı, saygılı ama kesin bir ses tonuyla, “Buyurun,” diyerek adamı kendi yanına oturttu. Şimdi denize paralel giden yolda, kimisi son depremde çökmüş, onarılmadan öylece bırakılmış binaların; kış boyunca kaderlerine terk edilmiş yazlık sitelerin; dış sıvaları yer yer dökülmüş, çardakları çökmüş, bahçelerini ot bürümüş, hüzünlü yaz evlerinin önünden geçerken, dönüp dönüp bana bakıyor. Tam arkasında oturduğum için zorlanıyor; boynunu inciteceği korkusuna kapılıyorum; koltuğun ortasına doğru kayıyorum biraz rahat etmesi için. Orada oturanın ben olduğuma, benimle aynı arabada gittiğine inanamayan bir hali var. Kabına sığamaması, gemleyemediği aşırı heyecanı, coşkusu, gevezeliği bundan olmalı. Yoksa ağır başlı, sakin, mahcup bir adam izlenimi bırakmıştı bende. Yazdığı notlardaki ağdalı saygı ifadelerini hatırlıyorum; benim ben olduğumu anlayınca utangaç bir edayla yanıma yaklaşmasını, hemen yanı başımda duran siyah gözlüklü, takım elbiseli şoförü görünce ne yapacağını şaşırmasını, uzattığım eli sıkmalı mı öpmeli mi, kararsız kalışını ve sağ elimi hafifçe kavrarken elinin titremesini… Tonunu ayarlayamadığı, alçalıp yükselen garip tınılı bir sesle durmaksızın konuşuyor. Orta yaşta bir erkek için biraz ince bir ses; kastrato diyemem ama kontrtenora yakın. Daha ne söylendiğini bile algılamadan önce sese takılma, sesi sınıflandırma alışkanlığım, engelleyemediğim kötü bir meslek güdüsü. Sesin söze üstünlüğü… Önce söz değil, ses vardı. Kelam, Tanrı’nın ezelî ve mutlak sessizliğini, “ol” diyerek bozmasıdır. Bu cümleyi nereden hatırladığımı çıkaramıyorum, bir kitapta mı okudum, yoksa konservatuvardaki hocalarımdan biri mi söylemişti? “İnanamıyorum; burada olduğunuza, benimle konuştuğunuza, dokunabileceğim kadar yakın olmanıza inanamıyorum,” diyor. Bir hitap sözcüğü arıyor cümlesini bağlamak için. Dilinin ucuna gelen sözcüklerin hiçbirini beğenmiyor, belli belirsiz heceler çıkıyor dudaklarının arasından. “Diva, diyorlar size, biliyorum ama Diva… çok yabancı, çok uzak, biraz da özenti, öyle değil mi? Yani ben söylesem ağzıma yakışmazdı, yapay kalırdı, demek istiyorum. Size ben, size… izin verin, Kraliçem, yok hayır, Sultanım diyeyim ben. Yani saygısızlık kabul etmezdiniz değil mi, yani size Sultanım desem, yani? Yine de nasıl isterseniz öyle olsun.” Dikiz aynasından şoförümün alaycı bakışlarını görüyorum. Adamı küçük düşürecek bir şey söylemesinden korkuyorum. “Aslında ben…” diyorum, “keşke adımla seslenseydiniz bana… O Diva falan, hiç ısınamadım bu hitaplara; tanıtım ajanslarının, reklamcıların, medyanın uydurduğu bir söz. Üstelik öyle bol keseden dağıtılıyor ki divalık. İnsanlar hoşlanıyorlar böyle iri laflardan. Ben pek de sevmem abartık sıfatları. Hak ettiğimi de düşünmem zaten.”

“Ne demek! Ne demek Sultanım! Hak etmemek mi? Siz?.. Çağın en büyük sesi! Kaç oktavdı? Ümmü Gülsüm’den, İma Sumac’tan sonra siz. Müzik dünyasında bir efsanesiniz. Kim hak ediyor siz etmiyorsanız?” “Nasıl isterseniz öyle olsun,” diyorum kısa kesmek için. “Adımı söyleyin; Aliye Sema ya da sadece Sema deyin.” O âna kadar görevinin ve yerinin bilincinde, suskun kalan şoförüm, “Ben hep Hanımefendi derim Hanımefendi’ye,” diyor. Edası küçümseyici, sesi dost değil. Adama acımaya başlıyorum, “Hiç önemli değil, nasıl isterseniz öyle hitap edebilirsiniz,” diyorum yeniden. Sonra lafı değiştiriyorum: “Fotoğraflar yazlık evinizde mi? Yanılmıyorsam öyle demiştiniz.” “Evet, evet efendim. Bütün o kâğıtları, gazeteleri, fotoğrafları hanım evde bir an bile tutmak istemiyor artık. Haklı tabii. Birazdan siz de göreceksiniz. Yazlık fakirhane doldu da taşıyor. Ama zaten, depremden sonra bu evi kullanmıyorduk. En büyük yıkım bu yazlık sitelerde oldu, can kaybı da yaşandı. Zemin sağlam değilmiş, evler de kum zemine göre yapılmamış. Bizim ev sahilden biraz içeride olduğu için ciddi hasar görmedi. Zaten tek katlı, kulübe gibi bir şey ama ben koleksiyonlarımı tehlikeye atmamak için depremden sonra iyi bir güçlendirme yaptırdım. Koleksiyon dediğime bakmayın; kâğıtlar, eski fotoğraflar, gazeteler, dergiler… Bir değeri yok ama benim için kıymetli.” “Rahatsız olacaksınız. Keşke bu kadar zahmet etmeseydiniz, fotoğrafları kargoyla gönderseydiniz adresime. Hay Allah! Niye düşünmedik ki bunu?” “Ama o zaman sizi böyle yakından göremezdim, yüzünüze bakamazdım, elinize dokunamazdım ki. Yani ben, bunca yıllık hayranınız yani… Bütün kasetleriniz, bütün 33’lükleriniz, CD’leriniz… Göreceksiniz şimdi Sultanım. Ah, ben elime geçen fırsatı nasıl kaçırırdım! Kabalık saymayın lütfen, zaten bu taraflardan geçeceğinizi söylemeseydiniz cesaret edemezdim. Ama, mademki buralara gelecek, yazlık eve onunla birlikte gitmeliyiz, dedim. Yani ben sizi…” Sürekli arkasına dönüp konuşmaktan yorulan boynunu iki tarafa döndürerek rahatlamaya çalışıyor. Orta yaşı yeni aşmış, ne uzun ne kısa, ne zayıf ne şişman, mahcup havasıyla abartık coşkusu bağdaşmayan, sokakta yanınızdan geçerken dikkatinizi çekmeyecek, başınızı bile çevirmeyeceğiniz sıradan bir adam. Koyu renk saçlarına kır düşmeye başlamış. Kırlık şakaklarına doğru yayılıyor. Mesleğini tahmin etmeye çalışıyorum. Tapuda memur ya da bankada veznedar olabilir. Belki de öğretmen… Tam mesleğini soracakken vazgeçiyorum. Samimiyet kurmaya hiç niyetim yok. Kendinde olduğunu menajerim kanalıyla bildirdiği fotoğraflarımı alıp, gönlü hoş olsun diye biraz sohbet edip ayrılacağım. Bir sürü tuhaf insan var şu dünyada. Birara, dünyanın hangi ülkesinde sahneye çıkacak olsam en ön sıraya yerleşen o Fransız vardı, bir de yıllar önce, sahneye her defasında çiçek gönderen, çiçeğe iliştirdiği kartın altında Türkçe “hayranınız” yazan meçhul kişi. Para sızdırmaya çalışanları hiç saymayalım. “Şimdi eve girince şaşıracaksınız efendim,” diyor. “Derli toplu bir koleksiyon beklemeyin sakın, ama kimsede bulunmadığından adım gibi emin olduğum bir sürü parça var bende. Fotoğraflar, belgeler, eski madalyalar, eski gazeteler, kitaplar. Bir tek resim işine girmedim, yani tablo demek istiyorum. O bambaşka bir konu, hem resimden anlamak hem de zengin olmak gerekir; beni aşar.” Birden, yıllar önce genç kızlığımda gördüğüm bir filmi hatırlıyorum: Korkunç Koleksiyoncu. Kelebek koleksiyonu yapan, sevdiği kadınları da kelebekler gibi ebediyete kadar saklamak için öldüren psikopatın hikâyesi. Kim oynuyordu koleksiyoncuyu, çıkaramıyorum. Sırtımdan bir ürperti geçiyor; iyi ki yalnız değilim, şoförüm var. Aklımdan geçenleri sezmiş gibi, “Ben öyle ciddi bir koleksiyoncu değilim, sadece toplayıcıyım,” diyor. “Koleksiyonculuk tasnif etmeyi, sistematik çalışmayı, ek bilgiler toplamayı, eksik parçanın peşinden koşmayı gerektirir. Biraz da para ve imkân ister. Tabii o nispette de para getirir. Eskiden kimse ilgilenmezdi ama son zamanlarda bu işten zengin olanlar çok. Eski dergilerden kestikleri bir fotoğrafla bile dünyanın parasını kazanıyorlar. Bende ne fotoğraflar var ama bu işleri beceremem.” Menajerim kanalıyla gönderdiği notta, hiçbir maddi talebim yoktur, diye yazmıştı. İlişki kurmaya karar vermem de bu yüzdendi zaten; sıradan bir para avcısı olmadığını düşünmüştüm. Bir de fotoğraflarımı nasıl ele geçirdiğini merak etmiştim. Hâlâ da merak ediyorum ya… Yolun denizden uzaklaştığı bir dönemeçte, “Biraz ileriden sağa sapacağız, denize doğru,” diyor şoföre. “İzin verirseniz efendim, sadece bir dakika şu bakkalın önünde duralım. İçecek bir şey almalıyım.” İkramını kabul etmez görünüp gönlünü kırmak istemiyorum. “Duralım tabii, ama hiç zahmet etmeseydiniz.” “Zahmet mi dediniz? Şu anda hayatımın en mutlu anlarından birini yaşadığımı bilseydiniz!.. Size ikram edebileceğim bir şey bulunmaz bu kötü bakkalda ya, yine de bir bakalım. Çay da yapabilirim ya da kola gibi, meyve suyu gibi birşeyler?” “Çay iyi fikir,” diyorum. Adamın telaşlı adımlarla bakkala girişini seyrediyorum. “Garip adam,” diyor şoför. Sağ eliyle pantolonunun arka cebi hizasındaki, dıştan bakınca fark edilmeyen küçük silahını yokladığını fark ediyorum. Huzursuzlandığı zamanlar böyle yapar. “Size gerçekten bu kadar hayran mı, başka bir iş mi var işin içinde, göreceğiz. Yanlış anlamayın efendim, hayran olunmayı hak etmiyorsunuz demek istemedim. Ama bu adam biraz tuhaf. Yani ne bileyim, ölçüsü bozuk biraz. Şu fotoğrafları alıp bir an önce yolumuza gidelim.” Yolumuza kestirmeden gidemeyeceğimizi, yolların yollara açılacağını henüz bilmiyorum, bilmiyoruz.

* * *

“Burada inelim efendim. Arabayı buraya park edebiliriz. Sitenin içine araba sokmuyorlar, iyi de yapıyorlar. Biraz yürüyeceğiz, sizi biraz yoracağım, bağışlayın.” Araba durur durmaz şişelerle, bisküvi kutularıyla dolu naylon poşeti elinden bırakmamaya çalışarak şoförün inmesini beklemeden arabadan atlıyor, kapımı açmak için arkaya hamle ediyor. “Ev biraz dağınık, son topladığım eski mektupları, fotoğrafları yerleştiremedim daha. Elime yeni birşeyler geçti mi, önce doyasıya inceleyip içime sindirmek isterim; hikâyeyi yakalamak için yani.” Ne çok yani diyor bu adam. Kendini anlatma ihtiyacı, yanlış anlaşılma korkusu, özgüven eksikliği. “Hikâye mi yazıyorsunuz?” “Estağfurullah Sultanım. Yazarlık kim ben kim! Yani demek istemiştim ki, her fotoğrafın, insanın elinin değdiği her kâğıt parçasının, karalanmış her satırın bir hikâyesi vardır. Ben naçizane, bu hikâyeleri düşünürüm, başkalarının hayallerini kurarım. Beğenmem, siler, yeni baştan yazarım. Sizin hayatınız mesela, o muhteşem hayatınız!” Hay Allah! Bu kadarı fazla; mahcup oluyorum. Hayranlarla karşılaşmak zaten her zaman huzursuz eder beni. Aşırı övgüler altında ezilirim. Hak etmiyormuşum gibi gelir, utanırım. Bu garip adamınkiler büsbütün aşırı. Muhteşem hayatımmış! Neler kuruyorsa o saplantılı kafasında. “Muhteşem bir hayatım yok benim,” diyorum kuru bir sesle. “Hiç muhteşem hayatım olmadı benim. Mütevazı bir ailenin çocuğuydum, subay kızıydım. Hele de benim çocukluk, genç kızlık dönemlerimde subayların durumu şimdiki gibi değildi. Yoksulduk diyemem ama maddi imkânlarımız çok kısıtlıydı.” “Ah, tevazu gösteriyorsunuz efendim. Paşa babanızla çekilmiş o fotoğraflarınız, güzeller güzeli muhterem annenizin tüllerle örtülmüş, güllerle bezenmiş şapkaları, ipek dantel tuvaletleri, dirseklerini aşan sim işlemeli balo eldivenleri… Ya o sizin masal prensesleri giysileri içinde, lüle lüle saçlarınıza takılmış tafta kurdelelerinizle prenses edasıyla poz verdiğiniz çocukluk fotoğraflarınız… Sahnelerde, konserlerde çekilmiş, afişlere çıkmış fotoğraflarınızdan söz bile etmiyorum. İtalyan Dışişleri Bakanı’nın önünüzde eğilip elinizi öptüğü fotoğraf: La Scala’daki göz kamaştırıcı La Traviata başarısının ardındandı değil mi? İngiltere Kraliçesi’ne takdim edilirken Kraliçe’yi gölgede bırakan fotoğrafınız, limuzinlerden inerken şoförlerinizin tuttuğu şemsiyelerin altında uzun eteklerinizle bir siyah kuğu gibi süzülmeniz… Gerçekten muhteşem bir hayat, rakipsiz bir ses… Üstelik de bu alçakgönüllülüğünüz…” Hepsi fotoğraflarım üzerinden de olsa benimle ilgili bu kadar çok şey bilmesine şaşırıyorum ama cevap verirsem daha fazla konuşacağını düşünüp susuyorum. “İşte burası, bu fakirhane benim sığınağım; daha doğrusu hazinelerimi sakladığım gizli mağara,” diyor, tek kanadı kırılmış ahşap bahçe kapısını açarken. İki yanında çiçekleri kurumuş saksılar dizili birkaç basamak merdiveni, o önde, şoförle ben arkada, çıkıyoruz. “Buyurun,” diyor sokak kapısını açıp. “Havalar pek ısınmadı daha, kış bitmek bilmedi bu yıl; ama ben vaktimin çoğunu burada geçirdiğim için, elektrik sobasını en kısığında sürekli yakıyorum. Sizi üşütmek istemem.” Biraz arkama geçip zarif bir hareketle içeri buyur ediyor. Muhteşem hayatıma ilk adımı atıyorum.

* * *

Her şey, konser bağlantılarımı düzenleyen ajans üzerinden menajerime gelen bir iletiyle başladı. Bana ulaşamayan meçhul bir kişi, ajansa gönderdiği mail’de, “Elimdeki bazı özel fotoğrafların muhterem şahsınıza ait olduğunu tahmin ediyorum. Hiçbir maddi talebim yoktur, sadece bilginiz olsun diye arıyorum. İlgileniyorsanız aşağıdaki numaralardan arayabilir ya da bu mail adresine yazabilirsiniz,” diyordu. Tedbirli menajerim dikkatli olmam uyarısında bulundu. Ona göre, maddi talebim yoktur, demek güven sağlamak için kurulmuş bir tuzak olabilirdi. Hatta böyle olduğundan kendi deyişiyle, yüzde doksan dokuz onda dokuz emindi. “Birkaç da fotoğraf eklemiş mail’e, görmek ister miydiniz?” dedi. Hem yaşımın hem de bu kış bir türlü tam kurtulamadığım sürekli yorgunluk halinin etkisiyle, “Fotoğraf motoğraf görmek istemiyorum, her yeni ilişki yeni sıkıntılar yaratır, en masumu bile,” dedim bıkkınlık ve doygunlukla. Sonra menajerimin kendi bilgisayarının ekranında açtığı fotoğrafa ilişti gözüm. İkiüç yaşlarındayken çekilmiş bir çocukluk fotoğrafı; kucağımda kocaman bir bebek, başımda kafamdan büyük bir tafta kurdele, özenle düzenlenmiş buklelerim, yavruağzı pembe olduğunu hayal meyal hatırladığım, fiyonklarla, farbalalarla süslü organze elbisem… “Bu fotoğrafı hatırlıyorum. Evin duvarında büyütül-

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıO Muhteşem Hayatınız
  • Sayfa Sayısı480
  • YazarOya Baydar
  • ISBN9789750746925
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sıcak Külleri Kaldı ~ Oya BaydarSıcak Külleri Kaldı

    Sıcak Külleri Kaldı

    Oya Baydar

    “Sıcak Külleri Kaldı, Türkiye’nin son kırk yılının siyasal, toplumsal panoraması. Okuduğunuzda geçmişin karabasanını, kuşakların siyaset serüvenini, suçlamadan ve övmeden, edebiyatın sıcaklığı, düşüncenin soğukkanlılığıyla irdeliyor.”...

  2. Elveda Alyoşa ~ Oya BaydarElveda Alyoşa

    Elveda Alyoşa

    Oya Baydar

    Oya Baydar, 12 Eylül Askerî Darbesi’nden birkaç gün önce yurtdışına çıkmıştı. Dönemedi. On bir yıl Federal Almanya’da siyasal göçmen olarak yaşadı. Bu dönem içinde...

  3. Köpekli Çocuklar Gecesi ~ Oya BaydarKöpekli Çocuklar Gecesi

    Köpekli Çocuklar Gecesi

    Oya Baydar

    Eğer duyuyorsanız, anlıyorsanız; bir zamanlar sekiz milyar insanın, yüz milyarlarca bitkinin, böceğin, hayvanın yaşadığı Dünya gezegeninde, henüz yıkılmamış, sulara gömülmemiş karanlık bir kulübede yaşamın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kanlı Ay ~ Pelin ÇelikKanlı Ay

    Kanlı Ay

    Pelin Çelik

    BEBEK BEDENİNİ TANRIÇA HEKATE’YE EV YAPAN ANBER VE ONU KANLI AY’DA KURBAN EDECEK OLAN İBLİS ARES SALENMİR’İN AŞKLA BEZENMİŞ KANLI HİKAYESİ Eşsiz zihni gözlerinin...

  2. Ağlamak Yok ~ Nilgün ÖneşAğlamak Yok

    Ağlamak Yok

    Nilgün Öneş

    “Söylediklerimi anladın mı?” diye sordu. Başımı salladım. “Kendini tutma, ağlamak istiyorsan ağla. Bu iyi gelir” dedi. Neden ağlamam gerektiğini sordum. “İnsan çok sevdiği birini kaybedince...

  3. Aşk’ın Kandili Yunus Emre ~ Galip ArgunAşk’ın Kandili Yunus Emre

    Aşk’ın Kandili Yunus Emre

    Galip Argun

    “Göz bir adım ötesini görür, Gönül ise ötelerinde ötesini…” Aşkın Kandili Aşkı nereye ve ne biçimde yazabilirsin? Hangi kalemin mürekkebi dayanır? Hangi nakkaş nakşeder...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur