İnsan 80 yaşına varıp da yaşayacak az zamanı kaldığında bir ömrün bütün çabalarının, umutlarının, acılarının, sevinçlerinin sıfırlanmasını kabullenemiyor. Yaşamımın anlamı neydi sorusuna, hiçbir anlamı yoktu, cevabını vermenin ağırlığına dayanamıyor O zaman, bir virüsün yıkıcılığından medet umuyor, insanlığın bu enkazın altından kalkabileceği, başka bir dünyayı mümkün kılabileceği umuduna sarılıyor bir an, ama sadece bir an. Oya Baydar’ın, 2020 yılında tüm dünyayı kasıp kavuran pandeminin ilk günlerinden yıl sonuna kadar tuttuğu bu notlarda Covid-19’un toplumsal hayattaki etkilerini gün gün takip ediyoruz. Bir virüsün anlı şanlı insan uygarlığını perişan etmesi, halkın hastalığa yaklaşımı, tüm sokakları saran korku, sivil toplumun her şeye rağmen mücadeleye devam etme çabası, iktidarların çaresizliği, 65 yaş üstü insanların yaşadıkları kapanma/kapatılma günleri… Tüm bunlar, 80 yıl boyunca mücadeleyi bir an olsun bırakmamış bir kalemin anıları, kendi hayatının muhasebesi ve geleceğe dair beklentileriyle yoğruluyor. Usta bir yazarın yaşanan bu ilginç zamanlara düştüğü, yıllar sonra bile tekrar tekrar dönülüp okunabilecek zihin açıcı notlar.
*
“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…”
Vakit daralıyor. Hep böyle hızlı mı akardı zaman? Anlatacak, paylaşacak bunca söz, okunacak bunca kitap, görülecek bunca yer, tanışacak bunca insan, bunca yeni dost, yarım kalmış bunca iş varken… 80 yaşımın özeti: geç kalmışlık duygusu. Hep geç mi kalır insan? Bir sürü ıvır zıvırla uğraşırken neden erteleriz asıl önemli olanı, neden yarınki işimizi dünden yapmayız, neden aklımıza düştüklerinde hemen aramayız dostlarımızı, arkadaşlarımızı? Neden boşuna tüketiriz zamanı her dakika, her saat, her gün sona biraz daha yaklaştığımızı düşünmeden? 80 Yaş Günlükleri’ni yazmaya karar vermiştim. Başlığı çoktan atmıştım ama bir türlü başlayamıyordum. İmdadıma Covid-19 yetişti. 80 yaşımla korona günleri örtüştü, 80 Yaş Günlükleri, Korona Günlükleri’ne dönüştü. Aslında Kaygı Çağı Günlükleri başlığı da yakışırdı. Seksen yaşımı; dünyanın bir daha bildiğimiz eski dünya olmayacağı, tarihin akışının küçücük bir virüse çarpıp değişeceği, alıştığımız, bildiğimiz yaşamın altüst olacağı korona günlerinde karşılamak olağanüstü geliyor bana. Biraz utanarak itiraf etmem gerekirse, hiç göremeyeceğimi sandığım o yıkım ve değişim ânının, daha doğrusu sürecinin tanığı olmak, depremin sarsıntılarını izlemek, yarın sağ kalıp kalmayacağımızı, insanlığın nereye doğru evrileceğini kuşkuyla ama bir o kadar da merakla izlemek beni heyecanlandırıyor. Biyografimde bu da bulunsun halleri. Bu yaşa gelmişsin, bir ayağın çukurda, sana göre mesele yok; gençleri, geleceği düşünmeden bencil bir ihtiyar olarak çöküşe tanıklığın keyfini çıkarmaya bak diye eleştirebilirsiniz. Böyle bir değerlendirme, 80 yıllık yaşamı boyunca dünyaya ve insana karşı marazî bir sorumluluk duymuş, bir yandan 60’ların “Sorumluyum ben çağımdan” türküleriyle, öte yandan rahibeler okulunda, “Her şeyden sorumlusun ve hep günahkârsın” Katolik ahlakıyla yoğrulmuş birine haksızlık olur. Dünya yıkılsın insanlık altında kalsın, demiyorum ben. Bu haksız, adaletsiz, akla vicdana aykırı çatışmacı düzen sona ersin, eşitliğin, özgürlüğün, barışın dayanışmacı dünyası kurulsun, diyorum. İdeolojik, felsefî, siyasî nutukları bir yana bırakırsak dileğim, özlemim bu kadar yalın işte. Üstelik o dünyayı kurmayı başaramadığım için suçluluk da duyuyorum. Yeryüzünün iyi insanlarının yüzlerce yıldır çabalayıp da başaramadıklarını ola ki bir virüs, hem de ölümcül bir virüs başarabilir mi, sistemin mezar kazıcısı olabilir mi diye hayal kuruyorum. Kapitalizmin bilmem kaçıncı krizi, emperyalizmin bilmem kaçıncı evresi… Global salgın öğrendiğimiz, ezberlediğimiz bütün modelleri, şemaları, gelecek öngörülerini yerle bir ediyor. Düzenin mezar kazıcılığını; ne işçi sınıfının ne de büyük öğretilerin başaramadığını küçücük bir virüs mü becerecek? Pandemi, insanlığı silkinip kendine gelmeye, her şeyi yeniden düşünmeye, biz ne yapıyoruz, nasıl bir çılgınlık yaşıyoruz diye sormaya davet ediyor. Davetine icabet edebilecek miyiz? Sorular… sorular… Korona günlerinin dünyayı serseme çeviren atmosferinde, şaşkınlık içinde abartıyor olabilirim. Belki de kısa bir süre sonra salgının hızı kesilecek, ölenler ölecek, ilk panik geçecek, koronayla veya bir benzeriyle yaşamaya alışılacak, “yeni normal” koronalı normal olacak. Ve korona öncesinden bin beter bir dünyada bulacağız kendimizi. Sonra yeni virüsler, yeni salgınlar, doğal afetler birbirini izleyecek. Ve insanlık kendisiyle birlikte dünyayı da yaşamı da kemirip vahşet çağına dönecek. Bu kadar karanlık bir tablo çizmeye, umutsuzluk zehri akıtmaya hakkım yok, biliyorum. Ama insan 80 yaşına varıp da yaşayacak az zamanı kaldığında bir ömrün bütün çabalarının, umutlarının, acılarının, sevinçlerinin sıfırlanmasını kabullenemiyor. Yaşamımın anlamı neydi sorusuna, hiçbir anlamı yoktu, cevabını vermenin ağırlığına dayanamıyor. O zaman, bir virüsün yıkıcılığından medet umuyor, insanlığın bu enkazın altından kalkabileceği, başka bir dünyayı mümkün kılabileceği umuduna sarılıyor bir an, ama sadece bir an.
22 Mart: İstanbul’dan kaçıyoruz.
65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı getirildiği gün, yasak henüz tam oturmamışken, kimin nasıl engelleyeceği, nasıl kontrol edeceği belirsizken küçük arabamıza atlayıp soluğu Marmara Adası’nda aldık. Yılın yarısını geçirdiğimiz, giderek daha da fazla kalmayı planladığımız Marmara Adası’ndaki ev, asıl evimiz sayılır. Zeytin ağaçlarının arasından önümüzde uzanan denize bakmak Levent’te, karşı apartmanlardaki bizcileyin yaşlı komşulara pencereden el sallamaktan daha ferahlatıcı ne de olsa. Tekneye binerken kimlik kontrolü yaparlar mı diye biraz tedirgindik ama Avşa-Marmara motoruna giren en az 60 arabanın yarısından fazlasının sürücüleri, yolcuları 65 yaş üstüydü. Özal’ın, anayasayı bir defa delmekten bir şey olmaz ilkelliğini, biz de sokağa çıkma yasağını bir kez delmekten bir şey olmaz diyerek sürdürüyorduk. Çevre gözlemleri ilginç. Tekneye girmek için araba sırasında beklerken hemen önümüzdeki iki BMW’den inen saçları sakalları son modaya göre kesilmiş, okuryazar oldukları belli, alternatif giyimli yedi genç adam birbirleriyle kafa tokuşturmaya, yetmedi şapur şupur öpüşmeye başladılar. Arabalarının arka camından görünen bilgisayarlar cahil cühela olmadıklarını, en azından dünyayla internet üzerinden bağlantı kurabildiklerini, herhalde televizyon izlediklerini, yani hem korona salgınını hem de korunma yöntemlerini bilmeleri gerektiğini gösteriyordu. Bir an, “Siz ne yapıyorsunuz gençler, korona salgınını duymadınız mı, en fazla böyle öpüşerek, yakın temasla geçtiğini bilmiyor musunuz!” diye uyarmayı düşündüm. Sonra, “Sana ne oluyor moruk, size yasak kondu, sen neden yollardasın?” demelerinden korkup geriledim. Ada’da tekneden indiğimizde soran eden olmadı ama hemen ertesi gün kontrollerin sıkılaştırıldığını, il sınırı dışına çıkılması yasaklı illerden gelenlerin, 65 yaşı geçkinlerin geri gönderildiğini duyduk. Kapağı tam zamanında atmışız buraya. Ada’da tam steril ortamda yaşıyoruz. Çevremizde kimse yok, bütün yazlıkçı evleri boş. İhtiyaçlarımız Mey dan Market’ten getirilip kapımıza bırakılıyor. Tek sorun: aşırı soğuk. Elektrikli radyatörler yetmiyor, evin alt katında bulduğumuz UFO denen güçlü ısıtıcı biraz işe yaradı. Ödeyeceğimiz elektrik faturasını geçtim, evin elektrik sisteminin yükü kaldırıp kaldırmayacağından da emin değiliz. Yine de düzen yavaş yavaş kuruluyor. Anneannemin, “Allah insana çektiği kadar vermesin,” sözünü hatırlıyorum sık sık. İnsan direngen bir yaratık, türümüzün yüz binlerce yıl bunca badireye rağmen hayatta kalabilmesinin sırrı bu direnç ve uyum yeteneği olmalı. Ağustosta 70 yaşını kutlayacak Orhan’ın (Doğançay) korona teşhisiyle hastaneye kaldırıldığı haberi geldi. Benim 80 yaşımla onun 70 yaşını temmuz sonlarına doğru, ortalama bir tarihte Ada’da, eşle dostla birlikte kutlamayı planlıyorduk. Minicik bir virüs her şeyi nasıl da değiştirdi; dünyayı, insanlığı, sistemin muktedirlerini, bizler gibi sıradan insanları önüne kattı, sürüklüyor. Bu anaforda bizim küçük planlarımızın lafı mı olur! Bu daha başlangıç. Kısa vadede, küresel çapta ekonomik yıkımın, en azından büyük gerilemenin önüne geçilebileceğini sanmıyorum. Sistemin ekonomik yıkımı milyonların, milyarların sefaleti demek. Muktedirler büyük baskılarla, kitlelerde büyük korkular yaratarak, ölümü gösterip sıtmaya razı ederek bir süre tutunabilirler belki. Sonra? Sonrasını görmek isterdim. Ömrüm boyunca yıkılması için çabaladığım bu haksız, adaletsiz düzenin yıkılışını, ama asıl, yeninin kuruluşunu izlemek isterdim. Ne yazık ki zamanım kısıtlı, orta vadeyi bile göremeyeceğimi biliyorum. O zaman, hep sorulup cevabını vermekte zorlanılan soru: Her şey boşuna mıydı? Hayır, hiçbir şey boşuna değildi, diyorum ben. Hayatın anlamsızlığına karşı kendi hayatlarımıza anlam verme çabasıydı. Bizler yaşamımızı daha iyi, daha adil, daha aydınlık bir dünya yaratmaya koşullamıştık. En zor günlerden geçerken bile bu çaba bizi mutlu ediyordu. Umudumuz vardı, umutla yaşıyorduk. Pişmanlık mı? Pişmanlık koronadan beter ölümcül bir virüstür. Örselensek de, içimizde bir tel kopsa da pişmanlığa teslim olmadık çoğumuz, şimdi Covid-19’a teslim olmayı doğrusu kendime yediremiyorum. Ama umut? Umudumu koruyabiliyor muyum? Umut deyince Yunan mitolojisinin Pandora’nın Kutusu efsanesini düşünmeden edemiyor insan. Pandora, kutunun kapağını açınca, Zeus’un içine doldurduğu bütün kötülükler yeryüzüne dağılır. Pandora son anda kutunun kapağını kapar. Bir tek umut kalır içeride. Efsanenin çeşitli anlatımları, çeşitli yorumları vardır. Nietzsche’ye göre, “Kötülüklerin en kötüsüdür umut, çünkü insanın çektiği eziyeti uzatır.” Max Bloch’a göre ise, insanı diri tutan, yaratma, direnme, mücadele gücü veren şeydir. Düşüncelerine katılmadığım, kavrayamadığım, insanı küçümseyen, aşağılayan üstün insan öğretisiyle Na zizm’e, faşizme ilham kaynağı olmuş Nietzsche’ye inat, umudu söndürmemeye gayret edeceğim. İnsanca yaşam eziyetse eğer, bu eziyete razıyım.
24 Mart: Büyük bir sorunumuz var: Soğuk…
Burası bir yaz evi; serin havalarda mevsim dışı keyif ziyaretleri için elektrikli radyatörler var ama bütün evi ısıtmaya yetmiyor. Bir de sık yaşanan elektrik kesintileri… Bulduğumuz her türlü elektrikli ısıtıcıyı kurduk, tek odaya sığındık. Ev bütün kış rutubetli soğuğu emmiş, duvarlar bir türlü ısınmıyor. Odanın ısısı 17 dereceyi buldu mu mutlu oluyoruz. Elektrikler kesilirse ne yapacağımızı bilmiyoruz. Su kaynatıp buharında ısınmak bir çözüm olabilir mi diye düşünüyorum. Mart sonunda gelen bu kış soğuğu bana çocukluğumun soğuk gecelerini hatırlatıyor. 1950 başlarının Levent Mahallesi’ndeki küçük ev, anılarımın başköşesindeki yerini 70 yıldır koruyor. Kuzeyden, Karadeniz üzerinden gelen poyraz hiçbir engelle karşılaşmadan soluğu Levent’te alırdı. Diz boyu kar yağar, bahçelere kurt inerdi. Yıllar boyunca iklim nasıl da değişti! Dağlar tepeler sitelerle, gökdelenlerle kaplanınca bir de kalorifer bacaları tütmeye başlayınca Hacıosman, Maslak, Levent artık eskisi gibi dondurucu soğuk olmuyor. Küçücük evimizin tavan arasına –1. Levent Mahalle si’nin en küçük, en mütevazı evlerinden biri– babam kontrplaktan iki bölme yaptırmıştı. Biri annemlerin, biri de benim yatak odalarımız. Aşağı katta bir odun sobası yanıyordu ama Nasrettin Hoca’nın türbesi misali tavan arasında rüzgâr dört bir yandan üfürüyordu. Yatmaya giderken, sobanın demir kapağını ya da soba üzerinde kızdırdığımız tuğlaları önce gazete kâğıtlarına sonra kalın bezlere sarar, yatağıma alırdım. Sabaha kadar sıcacık uyurdum. İçine sıcak su doldurulan plastik buyot delinip o soğukta yatak sırılsıklam olduğundan beri soba kapağı-tuğla yöntemi benimsenmişti. Babam erken uyanır, aşağıdaki sobayı yakar, kahvaltımı hazırlardı. Saatte bir kalkan belediye otobüsüne yetişemezsem hem birinci dersi hem de yedi buçuk LeventTaksim otobüsünün benzersiz keyfini kaçırırdım. O otobüs, biz çocukların ve yeniyetmelerin sosyal hayatının merkeziydi. Üstelik en yakın arkadaşım Elâ’yla (Güntekin) aynı okula, aynı otobüsle gidiyorduk. Onun uzaktan uzağa kestiği oğlan ile benim bisikletimle peşinde dolanıp dikkatini çekmeye çalıştığım çocuğun yedi buçuk otobüsüne bineceklerinin, tıklım tıklım otobüste birbirimize yaklaşabileceğimizin hayalini kurmak güzeldi. Çocukluğun anılarına dalmak 80 yaşın soğuğunu hafifletmiyor. Bir de hastalanacak olursak soğuk algınlığı mı korona mı nasıl bileceğiz? Ada’ya gelmekle yanlış mı yaptık acaba?
25 Mart: Distopik bir filmin aktörleri miyiz?
Bugüne kadar Ada’da bu mevsimde böyle bir soğuk yaşamamıştık. Zaten bu kadar erken gelemezdik; iş güç, toplantı, gezi, bir sürü bahane olurdu. Her yıl, bu sene erken gidelim, bahçeye, zeytinlere zamanında el atalım, maydanozları dereotlarını, tereyi, rokayı karıncalar çıkmadan önce ekelim, hayali kurar, beceremezdik. Koronavirüs bu imkânı verdi ama bırakın bahçeyle uğraşmayı soğuktan burnumuzu bile dışarı çıkaramıyoruz. Soğuk kötü. 80 yaşın soğuğu çocukluğumun küçük evindeki kış gecelerinin soğuğuna benzemiyor. Üstelik korona günlerinde hafif bir nezle, bir gıcık öksürüğü, küçük bir baş ağrısı hem insanın kendisinde hem de çevrede paniğe neden olabiliyor. Bir de burada ciddi bir sağlık kuruluşu, uzman hekim, yoğun bakım imkânı falan olmadığını düşünürseniz… İhtisasını bizlerin üzerinde yap mış Dr. Ahmet’imiz olmasa hepten yanmıştık. Panik, çocukluğumdan beri yaşamadığım, bilmediğim bir duygu. Paniklememenin cesaretle ilgisi yok. Daha çok, duygu ve korkuların bir süre için dumura uğraması hâli, belki de bir çeşit korunma mekanizması. Ya-
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Günlük
- Kitap Adı80 Yaş, Zor Zamanlar Günlükleri
- Sayfa Sayısı320
- YazarOya Baydar
- ISBN9789750748783
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İspanya, Yaşasın Ölüm ~ Nikos Kazancakis
İspanya, Yaşasın Ölüm
Nikos Kazancakis
İspanya, ulusların Don Quijote’sidir. Dünyayı kurtarmaya çalışır, güvenliğe ve refaha sırtını döner, ele geçmez binlerce hayali kovalar. Bu mantık ötesi donkişotça seferlerde kendini tüketir....
- Huzursuzluğun Kitabı ~ Fernando Pessoa
Huzursuzluğun Kitabı
Fernando Pessoa
Fernando Pessoa 1935’te öldüğünde, sandığındaki eserlerinin sayısı tahmin bile edilemezdi. Onun elinden çıkmış şiirlerin, yazıların altında genellikle başka imzalar vardı. Üstelik bu isimler yalnızca...
- Dul ~ Jean-Louis Fournier
Dul
Jean-Louis Fournier
“Artık dulum. 12 Kasım günü Sylvie öldü. Çok üzücü. Bu sene indirimli satışlara birlikte gidemeyeceğiz.” Jean-Louis Fournier eşinden önce ölmek istiyordu. Ama eşi ondan...