Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kayıp Söz
Kayıp Söz

Kayıp Söz

Oya Baydar

Artık yazamaz olmuş, sözü yitirmiş bir yazar. Tutkulu bir bilim kadını olan karısı ve kendisine dayatılan başarı ölçütlerini reddedip dünyayı saran şiddetten kaçmak için…

Artık yazamaz olmuş, sözü yitirmiş bir yazar. Tutkulu bir bilim kadını olan karısı ve kendisine dayatılan başarı ölçütlerini reddedip dünyayı saran şiddetten kaçmak için uzak adalara sığınan oğulları. Destanların çağrısı ve ezilmişliğin isyanıyla çıktığı dağların şiddetinden kaçan bir Kürt genci. Töreden kaçan gencecik bir kız. Bir itirafçı. İstanbul’da, bir canlı bombanın kör saldırısında parçaları dört bir yana dağılan bir yabancı. Güneydoğu’da bir şehir, özel bir kadın, özel bir yaşam. Norveç’te küçücük bir ada, hiç gelmeyecek masal prensesi annesini bekleyen bir çocuk. Şiddet nerede başlar? Laboratuvarda deney hayvanlarını keserken mi, savaşta ölürken, öldürürken mi? Çocuğuna kendi değerlerini dayatırken mi, insanın acısının fotoğrafını çekerken mi? Töreyi uygularken mi, sevişirken mi, yoksa yabancıyı ötekileştirirken mi? Bir söz arıyordu: kaynağı kurumuş, yitik sözü. Bir ses duydu: “Zarok Kuştin! Çocuğu öldürdüler!” Çığlığın peşine takıldı, uzaklara gitti, insana ulaştı ve sözü buldu. 24 dile çevrilen Kayıp Söz’de Oya Baydar, şiddetin ve savaşın yıkıcılığını anlatıyor.

*

Eleştirileri, önerileri ve Kürtçeye çevirileriyle
Kayıp Söz’e ruhunu ve duygusunu kazandıran
Kürt ve Türk arkadaşlarıma;
“Bizi karlarımız, kavaklarımız, kargalarımızla bırakıp
gidiyorsunuz,” sözü, bu kitaba dönüşen dostlarıma;
Şiddeti, nefreti, savaşı aşıp insana ulaşmaya, insanın
sesini yüreğinde duymaya çalışan herkese;
Sevgi ve teşekkürlerle.

“Çocukları minik kurşunla mı
öldürürler anne?”

Bir söz arıyordum, bir ses duydum… Sözün peşindeydim. Hoyratça kullandığım, hovardaca harcadığım, sabun köpüklerine üfleyip tükettiğim sözün; hikâyeyi başlatacak, sürükleyecek, sonlandıracak o ilk cümlenin. Bir türlü yazıya dökülemeyen, tam yakaladığımı sandığım anda düşüncenin bulutsu hafifliğine karışıp kaybolup giden cümle… Yitik söz… O sesi duydum, sözü unuttum, sesin peşinden gittim. Sözcüklerle oynayan adam, dil cambazı, söz büyücüsü. Adının üstüne yapıştırılan, kimliğini kuşatan basmakalıp övgü yaftaları… Hayran bakışlı, iyi niyetli, biraz da saf okurların, heveskâr ve hırslı sanat edebiyat muhabirlerinin, yazdıklarınızın ve kaderinizin efendisi eleştirmenlerin âdet yerini bulsun diye sordukları, “Tezgâhta yeni ne var üstat?” sorusuna, kas kasılmasından ibaret, buz gibi, riyakâr bir gülümsemeyle verdiği baştansavma cevap: “Başlanmış birşeyler var, epeyce gelişti, yakında görürsünüz.” Oysa içinde sadece boşluk: “Bakışan yansısız aynaların sonsuzluğa uzanan korkunç, kısır boşluğu.” Biryerlerden duyduğu bu cilalı, kof cümleden, beklenen büyük eseri çıkarabilmek için günler, geceler boyu kendisiyle boğuşmaktan yorgun düşmek. Ardında sadece kekremsi bir pişmanlık tadı bırakan, “kod adı: aşk” ilişkiler ağında debelenip durmak. Herbiri ufak çaplı bir yenilgi olan dönüşler: İçinde kara bir boşluk ve boğuntuyla yeniden kaçmak için eve; hep orada, hep sevgili, hep ölçülü, hep uzak karısına; övgü ve dostluk gösterilerinin ardına saklanmış “Biz senin cemaziyülevvelini biliriz” sırıtmalarını görmezden gelerek, edebiyat çevrelerine; kimi nerede, hangi havalarda, hangi dünyalarda bulacağını bilememenin korkusuyla eski yol arkadaşlarına dönmek. Yollar, ülkeler, şehirler, oteller, denizler, limanlar, insanlar; hep, “yaşantı olsun” diye. İçine yapışmış boşluk ve anlamsızlık duygusuyla. Bir söz’ün peşindeydi, yitirdiği sözün. Bir ses duydu. Şehrin uzaktan uzağa yansıyan uğultusundan kopup gecenin kasvetli karanlığına burgaç gibi saplanan; zamanı ve mekânı aşıp yel gibi, kabaran sular gibi uykuların, uykusuzlukların kıyılarına vuran bir ses. Duydum mu? Uğultuyu, fısıltıyı, bağırışı, konuşmayı, müziği, doğanın sesini, sessizliğini duyarsınız, ama çığlığı duymazsınız. Çığlık üzerinize kapanır, sizi sarar, kuşatır; beş duyuya altıncısı da eklenerek tek bir duyu olur, hücrelerinize saplanır. Karısının, oğullarını doğururken attığı çığlıktan, bir gece yanı başında bıçaklanan bir adamın insan sesine hiç benzemeyen son çığlığından, kara çarşaflı bir kadının –hangi savaştı, hangi çatışmaydı, neredeydi, hatırlamıyor– ölü çocuğunun üzerine kapanmadan önce çarşafını yırtıp bağrını açarak dünyaya saldığı, dalga dalga yayılan çığlıktan biliyor: Çığlık sesi aşar, susturur. Çığlığı duymazsınız, o sizi sarar, kuşatır, peşinden sürükler, içine çeker. Çığlık… Gece yarısından sonra kalkan Anadolu otobüslerinin halk yüzlü, halk giysili, halk kokulu yolcuları. Büyük kentlerin otobüs terminallerinin, havaalanlarının lüksüne, şıklığına özenen iğreti ve rüküş düzeni, cıvıl cıvıl, kıvıl kıvıl dağınıklığı. Sözcüklerin sonu sakız gibi uzayan, vurguları yanlış, yayık sesli anonslar: “Lütfen dikkat sayın yolcularımız, otobüsünüz on yedi numaralı perondan kalkmak üzeredir!” Kebapçılar, kuruyemişçiler, büfeler, kazıkazancılar, dinî kitap tezgâhları, kasetçiler, CD’ciler, helvacılar, tatlıcılar; yerleri hep kuşkulu ıslak, sifonları kırık, lavaboları tıkalı, sidik kokulu helalar. Haziran gece yarılarının hafifçe ürperten serinliği, ölgün solgun ışıklardan yayılan sarı hüzün, gitgide tenhalaşan bekleme salonları, sessizleşen peronlar. Otobüsünün kalkmasına yarım saatten fazla zaman vardı. Etrafta koşuşturan yolcuları, yolcu uğurlamaya gelenleri, gecenin bu geç saatinde mendil ya da çiklet satarak dilenen çocukları, kasetçilerin, yemişçilerin tezgâhları önünde birikmiş insanları seyrederek vakit öldürmeye çalışıyordu. Eskiden sık gittiği, son zamanlarda yeniden keşfedilen pek revaçta bir otelin barında içkisini içerken –doğruyu söylemek gerekirse her zamanki gibi biraz fazla kaçırmıştı–, birden, “Bu sıkıcı kentte bir gece daha geçiremem” duygusuna kapılmış; ertesi günkü önemsiz iki randevuyu iptal etmeye, İstanbul’a hemen o gece, hem de otobüsle dönmeye karar vermişti. Peronlara açılan geniş cam panolu kapılardan birinin köşesindeki Başkent Büfesi’nden bir şişe madensuyu ile bir paket sigara alırken, neşeli bir nakarat gibi, “Başkent Büfesi, Başkent Büfesi” diye tekrarlayıp durduğunu fark etti. Bazen bir sözcük, bir cümle, bir dize böyle bozuk plak gibi takılırdı aklına; hele de kafası dumanlı olduğunda. Tekrarlayıp durduğu sözcüğün anlamına varınca, neden başkent, diye düşündü. Burası başkentse ayak kentler nereler? Şehirlerin de başları, ayakları var. Peki başlar ve ayaklar hiç değişmeyecek mi? Değişmeli mi? Nasıl değişir? Ben neden… biz neden bir ömür boyu?… Bir ömür boyu, ne? “Bir gençlik boyu,” de bari… Ayaklar baş olsun diye miydi çabalar, yoksa başlar ayak olsun diye mi? Bir yazı çıkar mı bu kırk yıl öncesinde kalmış budalaca sorudan? Kaç kuşak boyunca cevaplayamadan, çözemeden, anlamsız hayatlarımızın nakaratı gibi tekrarlayıp durduğumuz sorularımız ve sorunsallarımız! Hele de, bu gerekli gereksiz yerde kullandığımız “sorunsal” lafı… Böyle sözcükler kullanacaksın ki derin aydın sansınlar. Yazı mazı çıkmaz buralardan. Artık benden bir şey çıkmaz. Çıkanlar neydi ki zaten! Hadi dürüst ol, en azından kendine karşı. Bu kadar da acımasız olmamalıyım. Sanıldığım kadar olmasam bile “hiç” de değilim. Allah kahretsin! Kafam karışık, kafam dumanlı. “Bakışan yansısız aynaların sonsuzluğa uzanan korkunç kısır boşluğu” gibi kafamın içi. Bu kadar içmemeliyim. Beynim süngerleşiyor. Otobüs gelse, yerimi bulsam, vurup kafayı uyusam. Uçak yolculuğunun, hem fukara öğrenci bütçemize hem de yaşam biçimimize, ufkumuza, çevremize, devrimci tutarlılığımıza –bir aylık asgari ücrete bir uçak bileti! Ne ayıp!– yabancı kaldığı gençlik ve masumiyet günlerimizin anısına gönderdiğim bir selam gibi, başımı koltuğun ter kokulu arkalığına dayayıp derin bir uykuya dalsam. Başkent Büfesi’nin önünde para üstü beklerken, dışarda, 8 numaralı peronun bekleme yerindeki sıralardan birinde oturan acayip şapkalı kadın gözüne ilişmeseydi, o tarafa yönelmeyecekti. Madensuyu şişesini küçük seyahat çantasının dış ceplerinden birine yerleştirirken, geniş kenarlı, açık renk şapka bir kez daha takıldı gözüne. Nesnelerin tuhaf çekiciliğine kapıldı, 8 numaralı perona doğru yürüdü. Kadın kısa boylu, topluca, yaşlıca. Yetmişini geçmiş olmalı. Dizlerinin altına kadar inen açık renk, eprimiş bir pantolon giymiş. Bermuda şort mu diyorlar? Başında geniş kenarlı, yeşil kurdeleli eski bir hasır şapka, ellerinde beyaz eldivenler. Bodrum’a falan yerleşmiş emekli bir öğretmen, ya da yılın yarısını sahil sitelerinde geçiren yaşlı bir bürokrat karısı olmalı. Biraz annesini hatırlatıyor. Bunlar, konken partilerinden artakalan zamanda kumaş boyar, batik yapar, resim çiziktirirler. Sanata, edebiyata da bulaşırlar. Seçkinci, çok bilmiş, öğretmen edalı, çekilmez kadınlardır çoğu. Kendi doğrularının mutlaklığına inanan, lafa “Biz Cumhuriyet kuşağının kızlarıyız…” diye başlayan, örtülü bir kadın gördüler mi kırmızı görmüş boğaya dönen, “Bu halkı Atatürk bile adam edemedi!” diye hayıflanan, halk derken “a”yı incelterek söyleyen kadınlar. Annemin, subay karısı öğretmen arkadaşları gibi. Belki de kadıncağıza haksızlık ediyorum. Anneme benzettiğim için; anneme, babama, o dediğim dedik, seçkinci çevreye duyduğum tepki yüzünden. Yaşlı kadın durmadan konuşuyor. Kiminle konuştuğunu görmek için etrafa bakınıyor, kimseler yok. “Öyle değil mi beyefendi?” Yabancı tınılı, garip vurgulu, ama kibar bir sesle soruyor. Beni tanıdı mı acaba? Tanımıştır, tanımıştır. İmza günlerime bile katılmıştır Allah bilir. Kendinden memnuniyet ve gurur duygusu içini tatlı tatlı yalayıp geçiyor. Şöhretten süzülen doyum, tanınmaktan, önemsenmekten alınan keyif. Yine de, şöhreti umursamayan, bu türden fani duyguları aşmış, övgüye doymuş, biraz da bezgin adamı oynuyor. Cevap vermiyor, sorunun kendisine yöneldiğini anlamamış gibi davranıyor. Canı kimseyle konuşmak istemiyor zaten. Otobüs bir an önce perona yanaşsa da, kafayı vurup uyusa. Burunlu, ucuz gece otobüslerinde, İstanbul’la Ankara arasında biraz aşk, biraz devrim uğruna mekik dokuduğu günleri hatırlıyor. Genç­lik günleriydi, toyluk ve masumiyet günleriydi, güzel günlerdi. Kadın azimli, cevap alana kadar üsteleyecek besbelli. Kendine kızıyor. Dandik bir şapkaya takılıp bu tarafa gelmekte bok vardı. Mühim laflar etmeye meraklı o genç eleştirmen “nesnelerin büyüsünü sezip sözcüklere dökebilen yazar” diye söz ettiğinden beri, nesnelerle ilgilenir görünmek zorunda hissediyorum kendimi. Şapka işte, rüküş bir kadın şapkası!… Kendisiyle dövüşüyor: Neden bu tarafa seğirttim, neden başıma bela aldım? “Siz de vardınız orada. Varşova’daydık. Yok, galiba Budapeşte’deydik. Gemilere bindirildiğimizde çocuk yanımdaydı. Tuna üzerinden kaçıyorduk. Şehri terk etmeyi ben istemedim, zorladılar. Tekneye binerken çocuk yanımdaydı, diyorum size. Gördünüz. Gördüğünüzü söyleyin onlara. Size inanırlar.” Cevap vermeli mi? Kafası sisli, dumanlı, düşünceleri dağınık. Yalnız başına içti mi, büsbütün kaçırıyor ipin ucunu. Oysa bir dolu eski eş dost, bir sürü yeni tanış var bu kentte; istese birini arar, birlikte içerler. Yeni ahbaplardan kimi arasa, göbek atar yazar Ömer Eren’le biryerlerde birlikte görünmek için. Eskiler… onlar belli olmaz, belki silmişlerdir beni defterden, belki de çok memnun olurlar arasam. Yine de bilinmez. Tanış çok da, dostum kalmamış hiç. Hepsini eskitmişim, ya da gömmüşüm. Mecazi anlamda değil, gerçekten de gömdüm çoğunu, en iyilerini. Tuhaf kadının sesi düşüncelerini bölüyor: “Size de inanmazlar belki, ama yine de söyleyin.” Kadın tozutmuş besbelli. Belleğini zorluyor: 56’da Macaristan’dan, Tuna Nehri üzerinden tahliye edilenler kimlerdi? Böyle bir hikâye dinlemiştim eskilerden. Allah kahretsin! Hiçbir bok hatırlamıyorum. Belleğim günbegün zayıflıyor. Bu kadar içmemeliyim, karımın dediklerine kulak vermeliyim, ölçüyü kaçırmamalıyım. Elif hep ölçülüdür. Ölçü? Neyin, kimin ölçüsü? Elif’inkiler mi? Neden? “Sadece gördüğünüzü söyleyin onlara yeter,” diye yineliyor kadın, yalvaran bir sesle. “Söyleyin beyefendi.” Gördüklerimi söylemek mi? Ben birşey gördüm mü? Görmüş müydüm? Gördüklerimi söylemiş miydim? Söyler miydim görmüş olsam bile? Susuyor. Buradan kaçmalı. Bu kadından kurtulmalı. “Çocuk arkadan gelecek, dediler. Yıllarca bekledim, gelmedi. Parmak kadar çocuk, o yolları yalnız nasıl aşsın! Duvar yıkıldığında, Macar gelin bütün kâğıtları sakladı, gümüş şamdanları da. Yok, gümüş şamdanlar belki de Peşte’de kalmıştır. Günahına girmemek gerek. Öyle değil mi efendim?” Yerinden kalkıp Ömer Eren’e doğru yürüyor. Ömer kaçmak istiyor, kadın kolundan çekiyor. Silkelenip kolunu kurtarıyor. “Orda değildim, bilmiyorum, ben hiçbir şey bilmiyorum,” diyor, yengeç gibi yan yan kaçmaya çalışırken. “Herkes, ‘orda değildim’ diyor, ‘bilmiyorum’ diyor. Peki orda olanlar kimlerdi? Kim biliyor, kim hatırlıyor olanları? Çocuğu gemiden çıkaran kimdi? Gelin olabilir. Oğlum hain diye tasfiye edildikten sonra, ötekilere çalışmaya başlamıştı gelin. Gümüş şamdanları da o saklamış olabilir pekâlâ. Ben Doğu’dan çıkmak istemedim. Orada bekleyecektim, çocuğu bırakmayacaktım. Orada bulabilirdi beni, bulabilirdi. Buraları hiç bilmez çocuk, buralarda kimseleri bulamaz.” Kadın söylene söylene yerine dönüyor. Neler söylediğini artık duyamıyor, anlayamıyor. Kaçık kadından kurtulduğu için ferahlıyor. Fark edip de peşinden gelmesin diye, acele etmeden, ağır ağır yandaki perona doğru yürüyor. “Tasfiye edilmiş oğul, kayıp çocuk, nehir, Macar gelin, şamdanlar, ötekiler, Doğu, duvar…” Çağın kasırga­sının insanlarla birlikte sürüklediği, havada uçuşan sözcükler. Bu şişman, sıradan, yaşlı kadınla ne ilgisi var bütün bunların? Niye olmasın! Kimse bedeninde, kılık kıyafetinde, yüzünde taşımıyor yaşadıklarını. Yüreğinde, belleğinde, çılgınlığında taşıyor. Garip kadının sözleri, ne taraftan geldiğini ilk anda kavrayamadığı bağırışların, sloganların, bildik marşlardan nakaratların, gürültü patırtının arasında yitip gidiyor, duyulmaz oluyor. Gürültünün geldiği yana bakıyor. Camları, ay yıldızlı kâğıttan bayraklarla donatılmış, önüne büyük bir bayrak asılmış, yanına, boydan boya “En büyük asker bizim asker” yazılı pankart gerilmiş bir otobüs 3 numaralı perona yanaşıyor. Otuzkırk erkek çocuk; omuzlarının üzerinde kendileri gibi gencecik, bıyıkları yeni terlemiş, heyecandan alı al moru mor delikanlılarla, parmaklarıyla kurt başı işareti yapan havaya kalkmış elleriyle, ölgün sarı ışıklar altında büsbütün kasılmış görünen ciddi yüzleri, kendi sesleriyle büyülenip yuvalarından fırlamış gözleriyle otobüse doğru uygun adım yürüyor. Alışılmış, kanıksanmış asker uğurlama törenlerinden biri. Her şey, gündelik akışın kahrolası normalinde. Her şey, içini biraz daha acıtan ürkütücü bir çaresizlik ve saçmalık çemberinde. Bir gece otogarı –eskiden otobüs garajı denirdi–; Tuna üzerinden, bir nehir gemisiyle kim bilir neden, nereye kaçmış ve hep kaçmakta olan bir kadın –İkinci Dünya Savaşı mı, Macaristan direnişi mi? Ya çocuk? Çocuk gerçekten var mıydı?–; burada, gırtlaklarını paralarcasına bağrışan başka çocuklar: “Ya sev ya terk et”, “Bölücübaşına ölüm”, “Bayrak inmez, vatan bölünmez”, “En büyük asker bizim asker” naralarıyla, hançerelerini ve geceyi yırtan çocuklar. Bir başka yerin, bir başka zamanın, bir başka davanın çocukları. Dünya sahnesinde oynanan bütün trajedilerde rol alan ve hep figüran kalan oyuncu çocuklar…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıKayıp Söz
  • Sayfa Sayısı448
  • YazarOya Baydar
  • ISBN9789750726118
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yazarlarevi Cinayeti ~ Oya BaydarYazarlarevi Cinayeti

    Yazarlarevi Cinayeti

    Oya Baydar

    Babam bizi bırakıp gittikten sonra Ada’yı da evi de orada geçirdiğim mutlu çocukluk anılarını da silmiştim aklımdan. Öyle sanıyordum. Demek ki silememişim, sadece bastırmışım,...

  2. 80 Yaş, Zor Zamanlar Günlükleri ~ Oya Baydar80 Yaş, Zor Zamanlar Günlükleri

    80 Yaş, Zor Zamanlar Günlükleri

    Oya Baydar

    İnsan 80 yaşına varıp da yaşayacak az zamanı kaldığında bir ömrün bütün çabalarının, umutlarının, acılarının, sevinçlerinin sıfırlanmasını kabullenemiyor. Yaşamımın anlamı neydi sorusuna, hiçbir anlamı...

  3. O Muhteşem Hayatınız ~ Oya BaydarO Muhteşem Hayatınız

    O Muhteşem Hayatınız

    Oya Baydar

    Hangisi gerçek hayatım benim?Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?Ünü dünyayı sarmış bir primadonna, bir diva… Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete kupürünü...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yangın Tüpüyle Uçan Çocuk ~ Miyase SertbarutYangın Tüpüyle Uçan Çocuk

    Yangın Tüpüyle Uçan Çocuk

    Miyase Sertbarut

    Uçuran öyküler… Çocuklar uçmaya bayılır; kimi gerçekten uçakla, kimiyse belki kulaklarınıza inanamayacaksınız ama yangın tüpüyle… Yeter ki uçmak olsun. Neyle olduğu hiç fark etmez!...

  2. Bir Kitabın Macerası ~ Koray Avcı ÇakmanBir Kitabın Macerası

    Bir Kitabın Macerası

    Koray Avcı Çakman

    Bir yazarın gözünden, bir kitabın yayıma hazırlanma macerası! Koray Avcı Çakman, düş sihirbazlığını üstlendiği Bir Kitabın Macerası’nda, okurun hayal gücünü gezintiye çıkarıyor; kitapların yayıma hazırlık...

  3. Amsterdam ~ Başar BaşaranAmsterdam

    Amsterdam

    Başar Başaran

    “Saksıdan koparılmak. Bu sözü nereden hatırlıyorum? Ölümünden sonra şifreli deri çantasında bulduğum mektupta babam benim için söylüyordu. Zarfın üstünde adım var, yuvarlak damgadaki tarihte...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur