Bu romanda dinibütün Yahudiler arasında parçalanmış hikâyeler okuyacaksınız. Romanda izleyebileceğiniz iki ana yol ve birbirine dolanan yan patikalar var. Her kapağın ardında romana başlamak için olası bir giriş bulunuyor. Okumaya nereden başlayacağınız size kalmış ya da tesadüfe. Hikâyeyi kitabın ortasına dek okuyabilir, sonra ters çevirip öteki girişten okumaya devam edebilirsiniz. Ya da bir yan patikadan gitmek için her alt bölümden sonra kitabı ters çevirip öteki tarafta bıraktığınız yerden okumaya devam edebilirsiniz. Ama elbette kendi yolunuzu aramakta serbestsiniz.
**
s. 11-15.
Şabat (1) günü zil çaldığında kapıyı açmak pek âdetimiz değildir. Aile de eş dost da zile basmaz. Önceden haber verirler, kararlaştırılan saatte sokağın karşı kaldırımında beklerler, böylece insan onları pencereden görebilir ve eve buyur etmek için aşağıya inebilir.
Rab bunu ustalıkla tasarlamış: İnsan yabancılar arasında, sürgünde yaşadığını sofradayken ve Şabat günü fark ediyor. Katolik komşular mübarek pazar günü çamaşır asmazlar, ama mektup yazmaktan veya ayinden sonra arabaya doluşup kırlara gitmekten de geri durmazlar. Bir kat aşağıdaki ortak evde oturan öğrenciler Tanrı konusunda, korkarım, neredeyse zırcahiller. Tanrı Almanya’nın büyük şehirlerinde pek moda değil. İnsanlardan Şabat’ın gereklerine uymak gibi en ince ayrıntısına dek düşünülmüş kısıtlayıcı taleplerde bulunan birini enine boyuna tanımaya kimse yanaşmıyor bugünlerde.
Elbette istisnalar yok değil, José Molina örneğin, bitişiğimizdeki dairede arkadaşıyla beraber oturan, biraz kilolu, son derece dost canlısı bir müzisyen. Nereli olduğunu hiç sormadık. Şilili bir sürgün olduğu düşüncesi hep hoşuma gitti. Elbette bu biraz adıyla, Örümcek Kadının Öpücüğü (2) ile ve hangi coğrafyadan geldiğini kolayca ele vermeyen aksanıyla alakalı bir şey. Molina’nın kökeni konusunda pek emin değilsem de, onun çok uzaklardan geldiğini ve birkaç yıl New York’ta kaldığını biliyorum. Brooklyn’de Yahudilerin cirit attığı bir semtte yaşıyordu. Bunu bir cuma günü ona yeni çamaşır makinemizi bizim adımıza teslim alması için rica ettiğimizde öğrendik. Çamaşır makinesinin öğleden önce getirilmesi gerekiyordu, ama gelgelelim Şabat’ın başlamasına az kala hâlâ görünürde yoktu.
Molina ne yapacağını çok iyi biliyordu. Çamaşır makinesini taşıyan hamallara bütün gerekli emirleri yağdırdı, teslim makbuzunu imzaladı, hatta ikisine de bahşiş verdi. Bunların hiçbirini ona açıklamamıza gerek kalmamıştı. Sadece güldü ve şöyle dedi: Burada Almanya’da, bir kez daha Şabat Goy (3) olarak birine hayrım dokunacağını rüyamda görsem inanmazdım.
José Molina gibi komşular az bulunur doğrusu. Şabat’ın gereklerine uymak istedin mi, aşılmaz bir savunma kalesi kurmalısın. Kapının dışına ayak bastın mı, daha şimdiden dini bir mayın tarlasına adım attın demektir, birinin Şabat’ta zilinizi çalarak içeri girmesi de daha az tehlikeli değildir.
Böyle durumlarda köşeye sıkışmamamı karıma borçluyum. Sen de açma kapıyı o zaman, dedi karım, bir keresinde gene bir postacıyı başımdan savmam gerektiğinde; zira ne paketi teslim alabilirdim ne de aldığıma dair makbuz imzalayabilirdim.
Böyle bir anda insan meramını nasıl anlatabilir? Korkunç derecede elim ayağıma dolaşıyor. Kendimi budala gibi hissediyorum. Mahcup duruma düşüyorum. Ayrıca bir de mahcup olmaktan utanç duyuyorum. Yedi kat yabancı bir insana Şabat’ın ne olduğunu, bugünün Şabat olduğunu, bu yüzden paketi teslim alamayacağımı açıklamak, dahası ona paketi nasıl getirdiysen öyle al geri götür diyememek de mahcup ediyor beni.
Mahcup olunca, suratsızın teki olup çıkıyorum. Oysa böyle anlardaki suratsızlığım karım için gene can sıkıcı bir durum. Uzun lafın kısası, Şabat’ta zil çalınca kapı açılmıyor.
Kapı dün de kapalı kalırdı, eğer tam o anda çocuklarımla koridorda kudurmasaydım. Hem de ne kudurma! Boğuşmalar ve kıkırtılar ta merdivenlerden duyuluyordu. Kapı gene bir duvar gibi sağır kesilirdi, eğer bize gelmek isteyen adam daire kapısının önünde değil de dış kapının önünde dursaydı; ama şimdi kapıyı tıklatmış, içeriye seslenmişti bile, artık kapıyı açmalıydık, içeride birinin olduğunu bilen birini duymazdan gelmek bana çok kaba göründü. Böylece açtım kapıyı.
Sahanlıkta –aksi nasıl olabilirdi ki– bir kurye bekliyordu. Sinirlenmiş gibiydi. Elinde bir paket veya bir mektup keşfedemedim. Fakat yanında bir valiz vardı, ha bir de benim imzamı bekleyen makbuz listesinin iliştirildiği mukadder yazı levhası. İmza atmamakta gene ayak diretmem gerekecekti. Ama yine de ilkin hiçbir şey demedim.
Havalimanından geliyormuş, öyle açıkladı kurye. Havayolu şirketi bu kadar uzun sürdüğü için müteessirmiş. Fakat kayıp valizim şimdi nihayet bulunmuşmuş. Aha işte buradaymış. Makbuza bir imza çakmam yetermiş. Sonra o sağ ben selametmiş. Daha uğraması gereken çok yer varmış falan.
Yüreğim serinledi. Bu kez sorun çok basit çözülebilecekti. Yalnızca işlemleri tamamlanmış bavullara değil, ayrıca her el çantasına bile barkod etiketi yapıştırılan Tel Aviv Ben-Gurion Havalimanı’ndaki muazzam güvenlik önlemleri göz önüne alınırsa, oradan veya oraya bir uçuşta bir bagajın kaybolması ve herhangi bir yerde sahipsiz bir şekilde yeniden bulunmayı beklemesi neredeyse imkânsızdır.
Benim valizim kaybolmadı, dedim.
İmkânı yok, diye karşılık verdi kurye. Bakın, işte burada yazıyor: 7 Ocak, TUI Hava Yolları Tel Aviv-Münih. Kayıp bildiriminde bulunmuşsunuz.
Böyle bir şey hatırlamıyordum. Kayıtlarda olmalı yahu bu, dedim, uçağa topu topu bir valiz verdim.
Kayıtlara bakmak onun işi değilmiş. O sadece bulunan bagajları teslim ediyormuş. Kural gereği böyle yapıyorlarmış, hatta bavulların bulunması haftalarca sürse bile. Bu arada bazı bavullar, dedi kurye, dünyanın yarısını dolaşıyor, çünkü yanlışlıkla başka uçaklara yükleniyorlar.
Her neyse diyerek güvence verdim: Bu valiz benim değil.
Saçma, diye azarladı kurye. Kızgınlığını anlayışla karşıladım, çünkü benim el yazımla yazılmışa benzeyen adres etiketini gösteriyordu bana.
Bagaja biraz alıcı gözle baktım. Siyah, tahminen suni deri, bronz rengi şifreli kilitlerle perçinli bir pilot çantası.
İyi hoş da kilitler kırılmış, dedim.
Evet, diye kabul etti kurye. Havayolu şirketi bunun için de müteessirmiş. Ama elden ne gelir, bu konuda kimseye iltimas geçilmezmiş. Gümrük idaresi ve sınır koruma biriminin kayıp diye bildirilmiş ve yeniden ortaya çıkmış bütün bagajları denetlemeleri gerekiyormuş. Bütün bunlar ekteki mektupta da açıklanıyormuş zaten. Bunu daha sonra okumalıymışım, çünkü şimdi bana her şeyi oturup izah etmeye yemin billah hiç zamanı yokmuş.
Ben sadece bir kuryeyim, biliyorsunuz, dedi, hatta bu kez belki bir parça umutsuzca. Eğer şikâyet etmek istiyorsanız, işte şuradaki numarayı arayın. Bana irsaliye başlığındaki 0180 ile başlayan bir telefon numarasını işaret ediyordu; ne var ki ben, valiz gibi bunu da teslim almak niyetinde değildim.
Bu yetmezmiş gibi şimdi de çocuklarım meraklanmışlardı. Açık daire kapısından göz ucuyla valize bakıyorlardı.
İçinde hediyeler mi var, baba?
Ne hediyesi?
Hani İsrail’de bizim için aldığın bir sürü hediye var ya, işte onlar!
Onları aldınız ya!
Ama baksana baba, valizde mutlaka daha çok hediye vardır. Ne güzel!
Evet çocuklar, aynen öyle, dedi kurye, valizin içi mutlaka sizin hediyelerle doludur, babanız bunu size söylemek istemedi, çünkü valiz kaybolmuştu. Ama biz onu bulduk, ben de onu buraya getirdim, hem de içindeki bütün hediyelerle beraber. Hiçbir eksik yok.
Biri bana daha önce kuryelerin bir valizden kurtulmak için olmadık, sinsice hilelere başvurmaya teşne olduklarından bahsetseydi, dünyada inanmazdım.
Oğlum zaptedilecek gibi değildi artık. Valizin etrafında hoplayıp zıplıyordu, birden dengesini yitirip arkaya devrildi ve heyecanla içerde keman çalan komşumuz Molina’nın kapısına sertçe çarptı. Güç dengesini mutlaka yeniden kurmalıydım, bakalım el mi yaman bey mi yaman, ben de bir hileye başvurdum.
İçeriye gidin, dedim çocuklara, annenize bir sorun bakalım, size bir tatlı daha verebilir mi?
İşe yaradı. Çocuklar bağrış çağrış ok gibi fırladılar. Ne var ki, bunun faydasını göremedim. Çünkü çocuklar gitti, ama saniye sekmeden José Molina, elinde keman, kapıyı açtı.
Herhalde kapıya vurduğumu sanmıştı. Gözlerinde o çamaşır makinesi-cumasından tanıdığım cana yakın pırıltıyı fark ettim. Bir bakışta durumu kavradı.
Aa, dedi, valiziniz gelmiş! Hemen kuryeye döndü, onun yerine makbuzu imzalayabilir miyim, diye sordu. Deyim yerindeyse, aileden biriymiş.
Tabii ki, dedi kurye, üzerinden büyük bir yük kalkmıştı, çabucak yazı levhasını ona uzattı. Molina imzasını listeye kondurdu, valizi aldı, hiç sormadan bizim eşikten içeriye taşıyıp koridora bıraktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeyaz Tuval
- Sayfa Sayısı336
- YazarBenjamin Stein
- ISBN9789753429009
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Al Midilli ~ John Steinbeck
Al Midilli
John Steinbeck
Steinbeck’in doğaya ve insana on yaşındaki bir çocuğun gözünden baktığı Al Midilli kendi edebi kariyerinde olduğu kadar Amerikan edebiyatında da bir dönüm noktası. Salinas...
- Sır Tutabilir Misin? ~ Sophie Kinsella
Sır Tutabilir Misin?
Sophie Kinsella
Emma’nın diğer kızlardan hiçbir farkı yok. Yani, onun da sırları var! Bekaretimi annemle babam alt katta Ben Hur izlerken, misafir yatak odasında Danny Nussbaum’a...
- Yıldızlara Değen Rüzgâr ~ Jung Myung Lee
Yıldızlara Değen Rüzgâr
Jung Myung Lee
1944, Fukuoka Hapishanesi, Japonya. Hapishane duvarlarının içinde korkunç bir cinayet işlenir. Tek ipucu ise cesedin cebindeki şiirdir. Maktul hapishanenin “Kasap” lakaplı en gaddar gardiyanıdır. Cinayeti...