“Askeri darbenin ardından otorite figürlerine ve kurumlarına karşı tepkiler sindirilmişti, ama daha uzun vadede bunun yerini farklı ve çoklu dinamikler aldı. Artık siyasi ya da toplumsal bir kutuplaşma olduğunda, şaşırtıcı bir hızla karşıt bir kutup odağı oluşmakta. Bu bir bakıma yoğun bir dinamizmin de ifadesi, tabii beraberinde bir soruyla birlikte. Bu dinamikler bizi ileriye doğru mu taşıyor, yoksa kısırdöngüye kapılıp sürüklenmemize mi neden oluyor? Yönetilen ülkeden neredeyse bağımsız, kendi kendini ileriye taşıyan bir başka ülke de var gibi. Psikoterapide de zaman zaman mehteran yürüyüşüne benzer bir süreç yaşandığından benim için oldukça bildik. Askeri darbe olmasaydı neler yaşardık sorusunun cevabını ise hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”
Engin Geçtan geniş bir zaman aralığında, Türkiye’de yaşanan süreçlere uzmanlık alanı olan psikiyatri perspektifinden bakıyor, toplumun ve bireylerin değişmesine dair değerlendirmeler ve yorumlarda bulunuyor.
Otorite, öfke, sıkışmış kızgınlıklar, persona ve gölge, özerklik, kimlik sorunları, çocuk yalnızlığı gibi konularda söz alırken aynı zamanda klinik deneyimlerinden gözlemler de aktaran Geçtan’dan zamane hallerine yılların birikiminden bir bakış.
İÇİNDEKİLER
“Türkiye adaletli bir yer değil”
Süreçler
Dinlemek-İşitmek
Varoluş suçluluğu
Toplumsal değişme
Özerk insan
Şeyler dünyası
Kimlik sorunları
Otorite ve öfke
Üç beyinli insan
Çözülen değerler ve umursamazlık
Aidiyet duygusu
Depresyon ve sıkışmış kızgınlıklar
Çocuk yalnızlığı
Korku
Kolektif regresyon
Persona ve gölge
Gölgenin başkaldırısı
Sıradışı davranış salgınları
Ensest
Ahvalimiz
**
“Türkiye adaletli bir yer değil”, s. 11-13
Karşıdan bir anne ve on yaşlarındaki oğlu geliyordu, konuşarak. Yanımdan geçerlerken çocuğun annesine “Türkiye adaletli bir yer değil,” dediğini duydum. Kesin olarak bilemesem de konuşması bana, büyüklerden duyduklarını tekrarlayan çocuklarınki gibi gelmedi ve duyduğum cümle beni düşündürdü. Konuşmanın öncesini ve sonrasını dinleyebilmiş olmayı istedim. Gerçekten o da ülkenin yükünü üzerinde hissediyor muydu? Eğer öyleyse, bu sözü o yaşta eden çocuğu nasıl bir gelecek bekliyor olabilirdi? Pek çok çocuk farkında olmadan zaten ebeveyninin duygusal yükünü çekmek zorunda ve geleceğin “yaşlı gençleri” olmaya aday. Benim çocukluğumda, o çocuğun yaşında biri böyle bir görüşü dile getiremezdi. Çocukluğum İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçti sayılır. Sofrada misafir olduğunda mutlaka savaş tartışılırdı. Müttefikler, Naziler ve Kızıl Ordu’nun katıldığı bu acımasız satranç oyunuyla ilgili anlatılanları ilgiyle dinlerdim. Kaygılanmazdım, çünkü büyükler kaygılı değillerdi. Hatta, babamın Berlin’de eğitim görmüş Nazi yanlısı arkadaşı geldiğinde çıkan tartışmalar beni eğlendirirdi. Bir kez bile Almanlar’ın bize de saldırabilecekleri olasılığının konuşulduğunu duymadım. Ülke sakin ve huzurluydu, tanıdığım kimsenin evine hırsız girmemişti; cinayet, filmlerin ve romanların konusuydu. Etrafta şikâyet kültürü yoktu; ekmek karnesi ve içinde kılçıksı buğday sapları barındıran, şimdilerde sapsızları rağbet gören siyah ekmeklerden hoşlanmaz, ama bunu ve bazı diğer yoksunlukları dert etmezdik. Savaşta Müttefik donanması tarafından kovalanıp İzmir Körfezi’ne sığınan İtalyan savaş gemileri tam karşımızdaki uzaklara demir atmışlardı. Tutsaktılar, savaş sonuna kadar orada kalmaları gerekiyordu. Ailelerimizin karşı çıkmasına rağmen birkaç kez gizlice gemilere kadar yüzmeyi deneyip başaramamıştık, zaten son girişimimiz aileler tarafından fark edilmiş, bazı pencerelerden çarşaflar sallandırılmıştı. O gemiler trajedi simgesi değildi, yeni bir oyundu, çocukluğun dokunulmazlığını yaşıyorduk, dünyanın yükü bizden uzaktı. Ülke kendini yenilemiş olmanın coşkusunu hâlâ yaşıyordu, gelecekte olacaklardan habersiz.
Bu anlattıklarım, 1940’lı yılların ilk yarısının çocuklarını ve büyüklerini dile getiriyor. Hayatın daha kendiliğinden ve yavaş aktığı günleri. Kaygılar o zaman da yaşanıyordu, ama bugün baktığımda, üretilmiş kaygıdan çok, somut nedenlerle ilintililermiş gibi görünüyor. Trajedi yaşandığında acısı da içten paylaşılırdı. Kadercilikten farklıydı bu, hayatı geldiği gibi kabuldü. İnsanlar bulundukları konumu da kabul etmiş gibiydiler. Daha iyi yaşayanlara özenip onlara benzemeye çalışılmazdı, açgözlülük ve sınıf atlama çabaları yoktu, zaten kimse aniden zengin olmazdı. “Psikolojik sorun” diye bir kavram yoktu, sadece bazı insanlar biraz ayrıksıydılar. Bunların, toplum yapısı dediğimiz şeyin bugünkü eşdeğeri sayılabilecek dünyalara baktığımızda gördüklerimizden farklı olduğunu biliyorum. Tabii ki anlattıklarım o günlere bugünden bir bakışı yansıtıyor, abartılı mı bakıyorum sorusuyla birlikte, ama o dönemi başka türlü nasıl anlatacağımı da bilemiyorum. Ancak, geçmişi özlemle ananlardan da değilim, bugünü olduğu haliyle yaşıyorum, olmakta olanlara sürecin şimdiki aşaması olarak bakarak.
Annesine “Türkiye adaletli bir yer değil,” diyen çocukla karşılaştığımda yayıncımın ofisine gitmekteydim. Referans olarak kullanılabilecek bir metin yazmıştım, o metinden bir kitap olup olamayacağını konuşacaktık, ama böyle bir projeye karşı içimde biraz isteksizlik de vardı. Daha önce yaşamadığım bir şey, belki de yazacaklarımın içeriğinden ötürü, bilemiyorum. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra kendimi okumakta olduğunuz satırları yazarken buldum. Yolda karşılaştığım çocuğun bunda payı varmış gibi geliyor bana, nedenini bilemesem de.
Yazmaya başlamadan önceki aylarda, etrafta “Bize neler oluyor?” sorularının uçuşmakta olduğunun farkındaydım, bu soruya kimsenin tam bir cevap bulamayacağının da. Çünkü yaşanan karmaşık olguların bazı yönlerini bilenlerin, diğer yönlerini bilmeleri ya da anlamaları mümkün değil. Bu nedenle, birazdan anlatacaklarım, mesleki birikimim ve bazı kişisel deneyimlerim sonucu edinilmiş bazı izlenimlerle sınırlı olacak.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme Psikoloji
- Kitap AdıZamane
- Sayfa Sayısı104
- YazarEngin Geçtan
- ISBN9789753427593
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2016