Çalıştığı okulda tarih dersi vermekten sorumlu olan ve tarihe, özellikle de Fransız Devrimi tarihine olan tutkusu yüzünden işini keyifle yapan Tom Crick, çok sevdiği karısının tümüyle yabancı biri haline gelmesiyle birlikte, öğrencilerine kendi şahsi tarihini anlatmaya başlar. Bu da, tarih derslerini ve onlara ayrılan ödeneği artık gereksiz bulmaya başlayan okul yönetiminin eline onu kovmak için arayıp da bulamadığı fırsatı verecektir.
Graham Swift bu belki de en başarılı romanında bize sulak düzlüklerin, Birinci Dünya Savaşı’nın ülkedeki akislerinin, bira üreticisi köklü bir ailenin ve sürekli sular altında kalan hayatların trajik öyküsünü anlatır. Ne var ki, geçmişle gelecek arasında mekik dokuyan bu masalsı anlatının, sırlarını birer birer ifşa ederek ulaştığı en büyük trajedi, öğretmenin kendi trajedisi olacaktır.
Kamusal tarih ile bir ailenin tarihinin nasıl iç içe geçebildiğini gösteren roman, 1983’te yayımlandığında büyük ilgi topladı ve geçen yıllarla birlikte giderek birçok Batı üniversitesinde çağdaş edebiyat, hatta tarih derslerinde okutulmaya başladı. Tarihin anlamı ve neden önemli olduğu üzerine kitap boyunca süren sorgulama, tarih felsefesine ilgi duyan okurların özellikle ilgisini çekecek nitelikte. Diğer yandan insanlığın cinayet, ensest, intihar gibi kadim temalarını müthiş bir üslup ve kurguyla ele alan, son derece etkileyici bir roman Su Diyarı.
**
1. Bölüm: Yıldızlara ve Savaklara Dair, s. 11-14.
“Sakın unutma,” derdi babam, her an toparlanıp o koca dünyada talihimi denemeye gitmemi beklermiş gibi, “insanlar hakkında ne öğrenirsen öğren, ne kadar kötü çıkarlarsa çıksınlar, hepsinin bir kalbi vardır ve hepsi minicik birer bebek olmuş, analarının sütünü emmişlerdir…”
Masal sözleri, masal tavsiyeleri. Hoş, yaşadığımız yer de masal gibiydi ya. Fens’in göbeğinde, bir nehrin kıyısında, bir havuz bekçisi kulübesinde. Koca dünyadan çok uzakta. Batıl inançları olan babam her şeyi büyülü ve esrarlı görünecek şekilde yapmayı severdi. Bu yüzden de yılanbalığı tuzaklarını daima geceleri kurardı. Yılanbalığı tuzakları gündüz kurulamayacağından değil, karanlığın gizemi ona cazip geldiğinden. 1937 yazının ortasında, bir gece biz de, Dick’ le ben de onunla birlikte gittik Stott Köprüsü yakınlarına tuzak kurmaya. Hava sıcak ve rüzgârsızdı. Tuzaklar kurulduktan sonra nehir kıyısına uzandık. Dick on dört yaşındaydı, ben on. Pompalar her zamanki gibi kesintisiz uğulduyordu, öyle ki bütün Fens’te insan onları fark etmez bile, kurbağalar da su birikintilerinde vıraklıyordu. Yukarıda, biz baktıkça çoğalıyor gibi görünen yıldızlar doluşmuştu gökyüzüne. Yatarken babam şöyle dedi: “Yıldızlar nedir bilir misiniz? Tanrı’nın inayetinin gümüş tozudur. Ufalanmış, küçük cennet parçalarıdır. Tanrı onları üzerimize serpmek için saçmış. Ama ne kadar kötü olduğumuzu görünce fikrini değiştirip yıldızlara durmalarını buyurmuş. İşte bu yüzden gökyüzünde asılı dururlar, ama her an düşecekmiş gibi görünürler…”
Zira babamın batıl inançlı bir adam olmasının yanı sıra hikâye anlatmaya karşı da bir yeteneği vardı. Uydurma hikâyeler, gerçek hikâyeler; ibretlik ya da hiçbir amacı olmayan hikâyeler; inandırıcı hikâyeler, inanılmaz hikâyeler; şudur ya da budur denemeyecek hikâyeler. Aileden gelme bir yetenekti bu. Ama annemde de vardı – belki babam da bu yeteneği aslında annemden kapmıştı. Çünkü ben daha çok küçükken, bana ilk hikâye anlatan annemdi; beni uyutmak için hem kafasından uydurur hem de babamın aksine kitaplardan okurdu hikâyeleri.
Annemin ölümünden, yani yıldızlar altında yılanbalığı tuzaklarının yanında yatmamızın altı ay öncesinden beri babamın karanlık sevdası, gece huzursuzluğu iyice yakasını bırakmaz olmuştu. Sanki henüz anlatılmamış bir hikâyeyi düşünüyordu devamlı. Bazen ay ışığında sebze bahçesini teftiş ederken görürdüm onu ya da tüneklerindeki tavuklarla konuşurken ya da havuz kapaklarının veya savağın yanında bir aşağı bir yukarı yürürken, hareketlerini sigarasının gezinen kor ateşi mimlerdi.
Norfolk’tan Büyük Ouse’a dökülen Leem Nehrinin kıyısında, havuz bekçisi kulübesinde oturuyorduk. Dünyanın o bölümünde arazinin dümdüz olduğunu söylemeye ne hacet. Düz, sektesiz ve tekdüze bir düzlük, sırf bunun bile insanı huzursuz, uyku kaçırıcı düşüncelere itmeye yeteceğini söyleyenler çıkabilir. Leem’in yüksek kıyılarından ufka doğru uzanırdı arazi, tek renk, sadece üzerinde yetişen ürünlerin –gri-yeşil patates yaprakları, mavi-yeşil pancar yaprakları, sarı-yeşil buğday– çeşitlendirdiği turba-karası, yeknesak irtifasızlığını sadece kanallarla hendeklerin kabarık, dimdik çizgileri bozardı; bunlar gökyüzünün durumuna ve güneşin açısına göre tarlaları gümüş, bakır ya da altın teller gibi kat ederdi ve durup baktığınızda bir gözünüzü kapatıp perspektif kuralları üzerine boş düşüncelere dalmanıza neden olurlardı.
Yine de böylesi intizamlı, böylesi uysal, böylesi ehlileştirilmiş ve işlenmiş bu toprak, benim beş-altı yaşlarındaki zihnimde kendini boş bir vahşi doğa parçasına dönüştürürdü. Annemin bana hikâye anlatmaya mecbur kaldığı o gecelerde, havuz bekçisi kulübemizde bir hiçliğin ortasındayız sanırdım; King’s Lynn, Gildsey ve Ely hattında işleyen trenlerin sesleri bu ıssızlıkta üzerimize saldıran bir canavarın ulumaları gibi gelirdi.
Masal topraklarıydı ne de olsa.
Babam Leem Nehrinin, Ouse’a döküldüğü yere üç kilometre uzaklıktaki havuz kapağının bekçisiydi. Ama havuz bekçisinin vazifeleri düzensiz, kulübeye kira ödemediğinden maaşı düşük tutulduğu için, üstüne üstlük bin dokuz yüz otuzlarda artık Leem’deki nehir trafiği iyice azalmış olduğu için babam aynı zamanda sebze eker, tavuk yetiştirir, yılanbalığı tutardı. Bu ikincil uğraşlar ancak aşırı yağmur olduğunda ya da karlar eridiğinde bırakılırdı. O zaman nehir seviyesini izlemesi ve tahminde bulunması gerekirdi. O zaman nehrin öteki ucunu devasa bir giyotin gibi kesen savağı kaldırması gerekirdi.
Zira kulübemizin önünde nehir iki kanala bölünmüştü, yakındakinde seyrüsefer kapağı, uzaktakinde savak, arada sağlam bir tuğla dalgakıran, savak motorunun kutusunu barındıran küçük bir ada vardı. Daha nehir gözle görülür ölçüde kabarmadan, hatta rengi değişip içinden geçtiği kalkerli Norfolk tepelerinin sütlü kahvesine dönüşmeden bile, ne zaman havuz kapaklarına, oradan motor kutusuna gidileceğini ve –metalin iniltisi, bırakılan suyun lakırtısıyla– savağın kaldırılmaya başlanacağını bilirdi babam.
Ama normal şartlar altında savak inik bırakılırdı, neredeyse nehrin dibine kadar, sağlam kanadı ağır akan Leem’i dizginler, teknelerin geçmesine uygun hale getirirdi. O zaman arkasında biriken su, tıpkı seyrüsefer havuzundaki su gibi düz ve uysal olur, tatlı suyla insan yaratıcılığının birleştiği yerlere has o kokuyu, Fens’te tekrar tekrar duyulan o kokuyu yayardı. Serin, nemli ama garip bir biçimde dokunaklı ve nostaljik bir koku. Yarı insan yarı balık bir koku. Böylesi zamanlarda babamın yılanbalığı tuzaklarına ve sebzelere ayıracak bol bol vakti olur, pasla mücadele etmek, dişlileri yağlamak, sudan nehrin taşıdığı şeyleri temizlemek hariç savakla pek işi olmazdı.
Zira sel olsa da olmasa da Leem sonu gelmez çöp ganimetini taşır dururdu. Söğüt dalları, kızılağaç dalları, sazlar, çitler, sandıklar, eski giysiler, ölü koyunlar, şişeler, patates çuvalları, saman balyaları, meyve kolileri, gübre torbaları. Hepsi batı yönündeki akıntıyla sürüklenir, savak kapısına dayanır, tekne kancaları ve ot tırmıklarıyla çıkarılmaları gerekirdi.
Nitekim bir yaz ortası gecesi yine aynı şey oldu, Tanrı’nın yarı yolda ketlenmiş inayeti gökyüzünde parlamaktayken, gerçi babamın bize yıldızlardan bahsetmesinin üzerinden seneler geçmişti, kalplerden ve ana sütünden bahsetmeye başlamasının üzerindense sadece iki-üç sene ve artık pompaların uğultusunu akşamları alçaktan uçan bombardıman uçakları bastırıyordu ki –tam tarih 1943 Temmuzuydu– bir şey Leem’de sürüklenip savağın demirine çarptı ve girdaplarla itile çekile, sabaha kadar çarpıp sürtünmeye devam etti. Olağandışı, benzeri görülmemiş bir şeydi ve bir dal parçası, patates çuvalı, hatta koyun ölüsü gibi çıkarılıp atılamazdı. Çünkü bir cesetti bu. Ve ceset Freddie Parr’a aitti, bize topu topu bir kilometre mesafede oturan, bir ay eksik bir ay fazla yaşıtım olan Freddie Parr’a.
(…)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSu Diyarı
- Sayfa Sayısı344
- YazarGraham Swift
- ISBN9789753426268
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Oz Büyücüsü ~ Mavisel Yener
Oz Büyücüsü
Mavisel Yener
Oz Büyücüsü’ne “SEN de OKU” dokunuşu… Mavisel Yener, Amerikalı yazar L. Frank Baum’un görsel sanatların hemen her dalına esin kaynağı olan eşsiz klasiği Oz Büyücüsü’nü duru bir...
- Cam Kent / New York Üçlemesi 1 ~ Paul Auster
Cam Kent / New York Üçlemesi 1
Paul Auster
İnsanın sadece kentte değil kendi içinde de kaybolduğu, sonu gelmez bir dolambaca benzeyen New York sokaklarında takma adının maskesinden dışarı çIkmayan bir polisiye romanlar...
- İngiliz Müziği ~ Peter Ackroyd
İngiliz Müziği
Peter Ackroyd
İngiliz Müziği bir müzik tarihi kitabı değil: Şimdi’yi anlamak için Geçmiş’e yapılan bir yolculuğun romanı. Geçmiş ve gelecek, yeni ve eski, yaşanmış ve hayali...