1930’ların bohem Paris’inde kocası Stephan’la avare bir yaşam süren Marya, hayatında ilk defa kendini mutlu hissetmektedir. Bir sonraki günü asla düşünmeden yaşayan çiftin bu hayatı, Stephan’ın birden hapse atılmasıyla tepetaklak olur. Beş parasız ortada kalan Marya’nın yolu, kültürlü bir İngiliz çift olan Heidler’lerle kesişir. Genç kadın, misafir olduğu bu çiftin yanında, kendini içinden çıkılmaz bir ilişkiler sarmalında bulur. Dörtlü, modern edebiyatın her dem taze kalan yazarlarından Jean Rhys’den, kendi hayatından renkler taşıyan bir ilk roman. Paris’in soğuk sokaklarından ve dumanlı kafelerinden geçerek gırtlakta düğümlenen, tutkuyla ve hüzünle örülmüş vurucu bir öykü. “Rhys’in inatçı kadınları acınası ya da ümitsiz değildir, daha iyi bir hayat için mücadele ederler. Hayatın olmadığı yerdeyse, daha iyi bir ölümü ararlar.” Paris Review
… Esirge kendini
Yardımsever kişilerden yolunu değiştir
Ya da gizlen bir yerlere, gösterme kendini
Ya da selamla onları, kötülerin gülücüğüyle.
R.C. Dunning
1
Bir ekim öğle sonrası saat beş buçuğa doğru, Marya Zelli, Café Lavenue’den çıktı. Montparnasse Bulvarı üzerinde, kibar, görece pahalı bir yerdi burası. Neredeyse bir buçuk saattir orada oturuyordu; bu sırada iki bardak sütsüz kahve, altı filtresiz sigara içmiş, o haftanın Candide’ini okumuştu. Sarışın bir kızdı Marya, boyu pek uzun değildi, beli incecikti. Yüzü kısa, elmacıkkemikleri çıkık, dudakları dolgundu; uzun gözleri şakaklarına doğru çekikti; yumuşak, garip bir biçimde uzak bakışları vardı. St. Michel ya da Montparnasse Bulvarı’nda yürüdüğünde, çoğu kez kılıksız gençler ona yanaşır, bilinmedik, tükürük saçan bir dilde onunla konuşmaya çalışırlardı. Gençler çok kılıksızsalar, uzak bir havayla onlara gülümserdi Marya ve İngilizce karşılık verirdi: “Çok özür dilerim, ne dediğinizi anlayamıyorum.” Bulvarın karşı yanına geçip Rennes Sokağı’na saptı. Yürürken bir yandan da, “Bu sokak tıpkı Tottenham Court Sokağı’nı andırıyor,” diye geçiriyordu içinden. “Tottenham Court Sokağı’nın öz kardeşi sanki…” Bu düşünce içine sıkıntı verdi, bu sıkıntıyı dağıtabilmek için bir dükkânın önünde durup vitrindeki kırmızı fötr şapkaya baktı. Tam arkasından bir ses yükseldi:
“Merhaba Madam Zelli, buralarda ne arıyorsunuz?” Miss Esther De Solla –uzun boylu, kara kuru, geniş omuzlu– durmuş, koruyucu bir ifadeyle tepesinden bakıyordu. Marya, “Aaa, merhaba! Hiçbir şey yaptığım yok. Doğrusunu isterseniz, melankolik hissediyordum kendimi,” dediğinde kadın bir öneride bulundu: “Birazcık benim atölyeme gelsenize…” Ressam, aynı zamanda bağnaz sayılabilecek kadar sofu olan Miss De Solla, Lion de Belfort’un arkasındaki bir sokakta oturuyordu. Atölyesi mahalleli kadınların çamaşır yıkamaya geldikleri kasvetli bir binanın gerisinde saklıydı. İçerisi ak duvarlı, huzur veren bir yerdi; çevrede ağır bir çürümüş sebze kokusu vardı. Ressam, pazarcı kadınlardan birinin mallarını avluda depoladığını açıkladı. Söz konusu kadın, kapıcının görümcesi olduğundan, bu konuda şikâyette bulunmak yararsızdı. “Koku bazen dayanılmaz oluyor, ama ne yaparsınız? Sobanın yanına buyrun, bugün hava çok soğuk…” Kocaman ahşap bir dolabı açarak bir şişe cin, bir şişe vermut, iki bardak ve mukavva kutu içinde bir dolu desen çıkardı. “Bunları bu sabah satın aldım. Nasıl buluyorsunuz?” Marya, alkolün de yardımıyla, desenlerin çok güzel olduklarını kavradı. Küme küme kadınlar… Karmaşık, çapraşık, insanı alıp götüren biçimler oluşturan et yığınları… “Adam Macar,” diye açıkladı Miss De Solla. “Şu karşıda, bir zamanlar Troçki’nin yaşadığı evde oturuyor. Heidler’in keşiflerinden biri… Heidler’i tanıyorsunuz elbet… Hani resim alımsatımıyla uğraşan o İngiliz…” “Paris’teki İngilizlerin hiçbirini tanımıyorum,” diye yanıtladı Marya. “Öyle mi?” Miss De Solla şoke olmuş gibiydi. Sonra aceleyle ekledi: “Sizin için ne hoş!” “Öyle mi dersiniz?” diye inanmayarak sordu Marya.
Miss De Solla, kesinlikle öyle olduğu konusunda üsteledi. “Paris’teyken Anglosaksonlardan uzak durmak için çaba göstermeli insan, kesinlikle inanıyorum buna. Yoksa burada bulunmanın ne anlamı kalır? Üstelik kolay bir iş de değil. Kadınlar için kolay değil en azından. Ama, sizin kocanız Fransız, öyle ya.” “Hayır,” dedi Marya. “Kocam Polonyalı.” Öteki kadın gözlerini dikip baktı ona, “Acaba, bu Zelli denilen adamla gerçekten evli mi?” diye düşündü. “Süs gibi, küçücük bir kadın. Süs gibi, ama şaşılacak ölçüde acınası nedense. Bir gün bana poz vermesini sağlamam gerek.” Çoğu İngilizlerde gerçekdışı bir yan olduğunu savunmaya koyuldu sonra. “Her şeye eldiven giyip öyle dokunuyorlar. Durmadan rol yapıyorlar. İyi ve dürüst roller elbette, ama gene de…” “Herkes rol yapıyor,” diye içinden geçiriyordu Marya. “Fransızlar da en az İngilizler kadar. Ama değişik konularda ve öylesine gözle görülecek biçimde değil. Burada benim kadar uzun süre yaşadığında bu kadın da anlayacak.” “Benim kadar uzun süre.” Paris’te geçirdiği dört yıl sonsuzluğa dek uzanır gibiydi. Miss De Solla dogmatik bir sesle sürdürdü konuşmasını: “İngilizler…” Atölyenin avlusundan bir akordeon dırıltısı yükseldi. Adam, “Evet, bizde muz yok,” şarkısını söylemeye uğraşıyordu aslında, ama tanınmayacak bir biçimde. Dinlerken Marya’nın içini melankolik bir keyif doldurdu. Külüstür parfümerilerin, eski kitap satıcılarının, ucuz şapkacıların, cart renklerde boyanmış kadınlarla yüksek sesle konuşan erkeklerin doldurduğu barların sıra sıra dizildiği daracık sokakların gölgeli yanında dolaşırken de aynı bu duyguya kapılırdı.
Montparnasse bu tür sokaklarla doluydu, genellikle de pek uzun olurdu bunlar. Saatlerce yürüyebilirdiniz. Örneğin Vaugirard Sokağı. Marya, oldukça saygın görünüşlü bir cadde olan Vaugirard Sokağı’nın sonuna varmayı başaramamıştı şimdiye dek. Gene de, Grenelle tarafına doğru yeterince gidip de yan sokaklara saptınız mı… Daha bir gün önce, böyle uzun uzun yürüyerek, çok sevimli bir lokanta bulmuştu. Patronne1 yoktu içerde ama, patron2 son derece özenli boyanmış bir adamdı. Kan kızılı gereken yerlerine kan kızılı, gül pembesi gereken yerlerine de gül pembesi sürmüştü. Dişleri arasından tıslayarak konuşuyordu. Salon birbirlerine açık saçık sözlerle seslenen adamlarla doluydu. Hiç durmadan gramafon çalıyordu. Tezgâhın altında, herkesin Zaza diye çağırdığı ve kemik parçaları fırlattığı çok güzel beyaz bir köpek deliler gibi havlıyordu. Oysa Stephan bu gibi sefil sokaklarda dolaşmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Öte yandan Marya, onun son derece tutarsız olduğunu düşünse de, genellikle bu tutarsızlıklara boyun eğer, dışarı çıkmayıp Hôtel de l’Univers’deki odada saatlerce yalnız otururdu. Aslında yalnızlığa da bir itirazı yoktu ya, tam tersine. Tanrıya şükür, kitapları vardı. Her türden pek çok kitap. Gene de, yaşamının, keyifli olmakla birlikte pek çalakalem olduğunu düşündüğü anlar oluyordu. Eksik olan sağlamlıktı sanki; gerekli, sabit arkaplandan yoksundu yaşamı. Montmartre’ın ucuz otellerinden birinde bir yatak odası, bir balkon ve bir cabinet de toilette’i3 sağlam olarak nitelemek olanaksızdı.
Bu arada, yakaladığı fevkalade ilginç konuyu didikleyip bitirmiş olan Miss De Solla susmuştu. “Evet ama, hiçbir İngiliz tanımayınca çok yalnızlık çekiyor insan,” dedi Marya. “Aaaa, eğer istediğiniz buysa,” dedi Miss De Solla, “Ne işiniz var bu akşam? Benimle Lefranc’ın oraya gelip Heidler’larla tanışabilirsiniz. Heidler’ın adını duymuşsunuzdur mutlaka.” “Hiç…” “Ama Hugh Heidler bu,” diye şaştı kaldı Miss De Solla. Derken, kendi çapında çok önemli bir kişi olduğu anlaşılan Heidler hakkında bilgi vermeye koyuldu. Sanatçıları keşfedermiş; gençlere yardımcı olurmuş; her şeyin iyisini koklama yeteneği varmış. “Artık kesinlikle Fransa’ya yerleşmek niyetindeler sanıyorum. Kışın Provence’ta, yılın geri kalan aylarında Montparnasse’ta oturacaklar, anlarsınız ya. Bir tür ruhsal bunalım geçirmiş. Elbette, söylenenlere bakılırsa…” Miss De Solla bir an sustu. “Her neyse, karısını severim. Çok aklı başında bir kadındır, öyle zırvalıkları yok. Montparnasse’ta tanıdığım insanlar arasında sevdiğim pek az kişiden biri. Buradakilerin çoğu… Neyse, insanları kötülemenin bir yararı yok. Ayrıca iyi yürekli olmaktansa temiz olmak yeğdir.” “Orası kesin!” dedi Marya. “Gerçi temizliğe de fazla düşkün oldukları söylenemez ya. Neyse, neyse.” Ayağa kalktı, bir sigara yaktı. “Mrs. Heidler de resim yapar. Bu çevrede ille de resim yapacağım diye yırtınan yüzlerce kadın olduğunu düşünmek ne can sıkıcı, değil mi?” Son derece yalın döşenmiş olan atölyesine şöyle bir baktı. Gözlerinde yumuşaklık ve sıcaklık arayan çırılçıplak bir açlık vardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDörtlü
- Sayfa Sayısı200
- YazarJean Rhys
- ISBN9789750740015
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ana ~ Maksim Gorki
Ana
Maksim Gorki
Maksim Gorki’den müthiş bir eser ‘Ana’ onun en önemil kitaplarından sadeci biri. Vasili, yere çömelip tencereye bakarken, koynuna bir deste kağıt sıkıştırdı. Yüksek sesle...
- Kar Melekleri ~ James Thompson
Kar Melekleri
James Thompson
20 farklı dile çevrilmiş, Edgar Allen Poe “En İyi İlk Roman” ödülü adayı James Thompson’un ilk eseri, Kar melekleri… Dedektif Vaara, daha önce hiç...
- Sindirella Anlaşması ~ Sarah Strohmeyer
Sindirella Anlaşması
Sarah Strohmeyer
Nola’nın en büyük hayali çalıştığı dergide köşe yazarı olmaktır. Fazla kiloları yüzünden bu isteği reddedilince Nola hayali bir karakter yaratmak zorunda kalır: Belinda Apple!...