“Yıldırım” lakaplı Şehzade Bayezid, alazlanıp yanan bir entrika çemberinin içinde tahtta geçti. En yakınında bulunan Alkan Boğa’nın, kardeşi Yakup’u da yanına katarak ettiği ihaneti seziyor; kendine diş bileyen kalabalık Haçlı ordularının entrikalarını ensesinde hissediyordu. Kadı Burhaneddin’in gölgesiyse yanı başındaydı.
“Adımlarını sağlam basan, yüreğindeki korkuyu da söküp atar!” dedi ve mertçe sarıldı belindeki baltaya, düştü harp meydanlarına.
Zekâsı ve bileğiyle kazandığı onca zaferden sonra Bayezid’in önünde kim durabilecekti artık?
Hangi kalleş tuzak onun saltanatını ayağına dolayabilecekti?
Tarihî romanların vazgeçilmez ismi, ödüllü yazar Okay Tiryakioğlu’nun, Yıldırım Bayezid’in tahtta geçiş ve yükseliş dönemini anlattığı bu muhteşem kurguyu soluksuz okuyacaksınız.
I. BÖLÜM
KORSANLAR VE ESRARLI KULE
“Toprak, üzerinde emeklediğimiz, gezdiğimiz, oturup
kalktığımız, hayat dediğimiz gülünç ve mustarip oyunu
oynadığımız ve sonra bir gün tekrar kucağına döndüğümüz
katı anayı, bana bu zelzele geceleri öğretti” A. Hamdi
Tanpınar, “Erzurumlu Tahsin”
I
Assos, 22 Mayıs 1380
O akşam yağmur bastırdı. Dalgakıranlarda patlayan dalgaların kuvvetli uğultusunu bile bastıran bir yağmur… Uzun müddettir yanan gemilerin acı dumanı, puslu ufukta ağır ağır yiten güneşi kül rengine çevirmişti. Şehzade, bulundukları yükseltiden, antik limanın iç kısmına doğru şiddetlenen çarpışmaya bakarak, bir müddet daha korsanların birbirlerini kırmasını izledi. Sonra beraberindeki yirmi hassa yeniçerisi ve Karatuğ istihbarat teşkilatının beş seçkin neferine işaret ederek, önceden hedefledikleri kuşatma planının detaylarını hatırlatmaya başladı. “Sen! Alkan Boğa, sana söylüyorum karındaşım!” Bıyıkları yeni terlemiş, uzun boylu, zarif delikanlı, miğferinin altından dökülen kara saçlarını gözlerinin önünden çekerek, “Emredin Şehzadem!” dedi. “Yanına Deli Batur’u da al ve şehirden, limana uzanan taş yol boyunca siperlen. Kılıç artıklarımızı siz durduracaksınız. Mümkünse çatışmaya girmeyin. Adamların birbirlerine girmiş, şaşkın ve yorgun olmaları bize muazzam bir üstünlük sağlıyor. Bunu biz dahi beklemiyorduk. Meraklanmayın, sizi görür görmez aman dileyeceklerdir.” “Emredersiniz!”
“Zira iki taraftan da birkaç kişi sağ kalsın istiyorum. Sorgulamamız ve gemilerimize bu melun tuzağı kimin kurduğunu tespit etmemiz kolaylaşır. Ayrıca neden durduk yerde bu haramzadelerin birbirlerine saldırdığını da merak ettim doğrusu. Yakınlarda mevcut bulunan bir ganimet sebebiyle olabilir.” “Hakkınız var Efendim, endişe etmeyiniz.” O esnada Deli Batur’un o karşı konulmaz, devasa bir kaya parçası gibi sert ve dengesiz gövdesini aralarında buldular. “Beni mi emrettiniz?” diye sordu Batur, gür bıyıklarını alışkanlıkla burarak. Kapkara birer cehennem çukuruydu gözleri. Çarpışma önceleri böyle olurdu. Yaklaşan gecenin soğuk, kara bir madeni hatırlatan sertliğiyle bakardı insana. “Kardeşliğin Alkan’la gidiyorsun Batur! O sana ne yapacağınızı söyler.” “Emredersiniz Şehzadem!” “Batur!” “Buyurun!” Şehzade uzanıp, ham granit bloklar kadar sert omuzlarını kavradı Batur’un, “Bir delilik yapma karındaşım. İşin ehemmiyetini biliyorsun! Bu defa olmaz! Şehzade Bayezid üstlendiği işi eline yüzüne bulaştırdı dedirtmemeliyim!” Batur, başını anlayışlı bir tavırla salladı, “Siz içinizi ferah tutun!” “Haydi o halde karındaşım, göreyim sizi!” Alkan Boğa ve ezelden ebede kardeşliği Deli Batur, rüzgârın rengine ve yağmurun kokusuna bürünerek kayboldular. “İmdi” dedi Şehzade buyurgan bir sesle. Keskin hatları arasından süzülen damlalara aldırmıyor, gözünü dahi kırpmıyordu. “Sancar Bey, sen ve kardeşin Yaralu Atmaca, yanında on hassa muhafızıyla birlikte şu karşı güney yamaçlarından sokulacaksın. Yanınıza muhafız birliğinin kumandanı Haseki İbrahim Ağa’yı da alın. İbrahim Ağa yanına istediği kadar asker alabilir. Ben de İlimdar Bey ve geri kalan yeniçerilerle birlikte, batıdaki eski dere yatağı boyunca sokulacağım. Onları öyle bir şaşırtacağız ki, ya bizimle de çarpışmaya kalkacaklar ya da doğrudan rıhtım boyunca koşup şu dalgalı denize atlamak zorunda kalacaklar.”
On dakika içinde korsan gruplardan biri, ötekine kesin bir üstünlük sağlamıştı. Yorgun ve yaralı bedenlerini, daha güçlü arkadaşlarına siper edip, Antik Assos’un lahitlerle kaplı mezarlığına doğru geriliyorlardı. Şehzade Bayezid ve Karatuğları tarafından, iki ayrı koldan kuşatıldıklarını anladıkları anda, birbirleriyle vuruşmayı bırakıp, hayretle etraflarına bakındılar. Sonra tek kaçış istikameti olan kuzeye doğru yöneldiler. Enikonu kararmış gökyüzünün altında can havliyle koşuyorlardı. Kıyımdan geriye kalmış bu takribi yirmi kişinin, kurtuluş için makul görünen tek fırsatları buydu çünkü. Az önce birbirlerine amansızca kılıç üşüren korsanları, bir an sonra yan yana kaçarken görmek, tuhaf olduğu kadar, sarsıcı bir manzaraydı. Ancak tam yollarının üzerinde dikilen dev gibi iki muharibi fark edince yeniden durakladılar. İhtiyatlı bir tavırla birbirlerinden uzaklaşarak kendi arkadaşlarına doğru sokuldular. O zaman üstün olan tarafın on iki kişi kaldığı anlaşıldı. Ne var ki bundan sonrası pek de Şehzade’nin umduğu gibi gelişmedi. Korsanların bir anda sırt sırta vermeleri ve şaşırtıcı bir metanetle karşı saldırıya geçmeleri beklenmedik bir davranıştı. Göğüs göğüse, şiddetli bir çatışma başladı. Bayezid Han, çift ağızlı savaş baltasını tek eliyle kullanarak daldı düşman içine. Duraksamıyor, hiç kararsızlık göstermiyor ve adamlarını tetkik edebileceği bir açıdan, çarpışma sahasına hakim konumda kalmaya çalışıyordu. Dağlardan yuvarlanan bir heyelan gibiydi sesi. Etrafta ondan başka sağına soluna emirler yağdıran bir kumandan mevcut değildi. Denizin, yağmurun, çığlıkların ve şiddetlenen rüzgârın uğultuları arasından adamlarına ilettiği talimatlar, çarpışmanın yönünü de kısa sürede belirleyecekti. “İlimdar Bey!.. Sırtımı kolla karındaş, Atmaca ve Sancar biraderlerden biri deniz tarafını kollasın!.. Bu adamların teslim olmaya niyetleri yok… İbrahim Ağa, hassa askerlerinin bir kısmını ihtiyatta tut!.. Bu işin önü ardı belirsiz oldu vesselam!..” Korsanlar yorgunluk ve şaşkınlıklarına rağmen, kolay vazgeçecek adamlar değillerdi. Deniz savaşlarında yetişmişlerdi bir defa. Teknelerin göğüs göğüse çarpışmaya müsait olmayan, sallantılı ve dar alanlarında, dengelerini muhafaza ederek maharetle dövüşmeyi öğrenmişlerdi. O kadar etkin, kısa hamlelerle kılıç kullanıyorlardı ki Şehzade ve askerlerinin omuzdan çıkan ve bedenin bütününü kullandıkları gösterişli vuruşlarını, çok küçük müdafaa hamleleriyle karşılayabiliyorlardı. Karşı saldırıya geçmeleri de bir o kadar süratli ve göz kamaştırıcıydı. Bir ara Karatuğların etkin ve yerinde müdahalelerine rağmen düşman içinde kalan Bayezid Han, gitgide bastıran karanlığın ve hayal kırıklığının verdiği öfkeyle, o meşhur savaş baltasını kınına yerleştirdi. Hemen ardından, dizlerinin üzerinde yaylanıp hedef küçülterek, karşısına gelene o gülle gibi Osmanlı tokadını aşketmeye başladı. Onu örnek alan Deli Batur da kılıcını fırlatıp attı. Bu tür muharebeler için yetiştirildiği Deli Birlikleri’nde aldığı eğitimin semeresini gösteren bir sertlik ve isabetle, vurduğunu indiriyordu. Ancak ne de olsa insan bedenleri, günde on saat boyunca tokatladıkları zeytinyağına bulanmış moloz kütleleri gibi sağlam değildi. Batur’un şamarları, hasmının yüzüne iner inmez, o korkutucu şakırtıları bastıran bir ses daha duyuluyordu. Kalın birer dalın kırılmasını andıran, iç bulandırıcı çatırtılardı bunlar. Tam olarak ne olduğunu Bayezid Han dahi anlayamamıştı önce. Ama Şehzade, zırhlı gömleğinin içindeki bedenini sarsan şiddetli bir tekmeyle gerilerken, Deli Batur’un tokatlarından gelen o tuhaf çatırtı sesinin, düşmanlarının kırılan boyunlarından kaynaklandığını da dehşetle anladı. Bilincini canlandıran o darbe, aynı anda zaman ve mekândan da soyutladı onu. Kolları ve bacakları, kendilerine ait birer bilinçleri varmışçasına, yıllar süren bıktırıcı eğitimlerin kazandırdığı bir itiyatla işlemeye başladı.
Batı ufkunun, mercan ve sedef rengi bir ağartıyla yaklaşan geceye direndiği saatlerde, korsanların direnişi artık tükenmek üzereydi. Çok geçmeden makul olanı yapmaya başladılar. Birer ikişer, silahlarını atarak diz çöktüler ve ellerini kaldırdılar. Derhal etraflarını saran hassa muhafızları, silahlarını toplarken de yağmur hafiflemeye yüz tuttu. İçlerinden altısı ölmüştü. Türk erlerinden ise şaşırtıcı şekilde ciddi bir yara dahi alan yoktu. Meşaleler yakıldı. Sorgu için korsanların elebaşları olduğuna inandıkları, yaşları diğerlerinden nispeten daha ileri görünen iki adam Şehzade’nin huzuruna getirilerek diz çöktürüldü. İşte bundan sonra olanlar, yalnızca Bayezid Han’ın değil, Karatuğlarının ve askerlerinin de ömürleri boyunca anımsayacakları kadar tuhaftı. Kuzeydeki yüksek ve sarp yamaçlar boyunca gözleri kör eden bir şimşek çaktı önce. Sonra ağaçları deviren, gövdelerini kayalık zeminden söküp parçalayarak savuran, eşine o güne değin hiçbirinin rastlamadığı bir yıldırım dünyayı tekrar ışığa ve ateşe boğdu. Osmanlı erleri de, esirler de, kendilerini boylu boyunca yere attılar. Bir tek Bayezid Han dizlerini hafifçe kırmış, başının üzerinde alçaldıkça alçalan göklere doğru diktiği sebatkâr bakışlarını bir an bile kaçırmamıştı. O şaşırtıcı ve dizgin tanımaz öfkesi, etraflarında varlığını hissettiren bilinmeyen bir tehdide doğru yönelmişti şimdi. Bir şeyler oluyordu. Mancınıklarla düşman saflarına atılan devasa barut fıçılarından dahi böyle bir patlama koptuğunu işitmemişti bugüne değin. Sonra yamaçlar boyu tırmanan ormanda, ağaçları dalgalandıran bir şey gördüğünü sandı. Kamaşmış gözlerinin bir oyunu olabilirdi bu. Ama yine de kesin bir düşman varlığına ulaşılmış bölgede, her bir hissi ve duyumu değerlendirmek şarttı. Ne var ki esirlerin göz açıp kapayıncaya kadar silahlarını da kaparak kaçmaya başladıklarını fark eden de yine Bayezid Han oldu. Duyduğu öfke ve çaresizlik yüzünden dilsiz kalarak yumruğunu göğe doğru uzattı. Olağanüstü bir azimle, o sonsuz hışmını bastırarak adamlarına talimatlar yağdırmaya başladı.
II
Bogomiller Bölgesi, Assos’un 7 mil batısı, 3 Haziran 1380
Ay belirene kadar, vadideki kızılçam ve meşe ormanlarının üzerinde altın tozundan bir pırıltı vardı. Sonra karanlık, ağaçların ağır, ıslak gövdelerine doğru usulca geriledi. Yıldızların su birikintilerindeki yansımasını dalgalandıran hafif bir rüzgâr başladı. Aşağıdaki yamaçların pembe nakışlı şeridinin, mavimsi bir yaldızla aharlanarak sonsuzluğa doğru genişlemeye yüz tuttuğu saatlerde ise ormanın derinliklerinden sert bir çatırtı duyuldu. Orak böceklerinin uğultusu ile yakınlardaki çürümüş saz ve yosun kokulu göletlerden gelen kurbağa sesleri kesildi aniden. İrkilerek uyanmış genç adamların gözlerindeki mahmur ifade, düşünceli, biraz da tedirgin bir sessizlikle yer değiştirdi. Hemen yirmi arşın kadar ötede, yamaca doğru uzanan dar patika yola kaydı bakışları. Köknarların reçine kokulu, yosunlu bedenleri arasından yükselen yolun görüntüsü huzursuz ediciydi. İğne yapraklarla kaplı zeminin iki yanına doğru arduaz parçaları birikmişti. Geceleri içten yayılan, akça bir ışığı vardı bu taşların.
Tekinsiz koridor boyunca uzanıp gidiyordu. Ormanın derinliklerine yürümeye davet eden tuhaf bir çağrısı vardı adeta. Rüzgârın ve keskin kokulu usareleri kabarmış ağaç kabuklarının çıtırtıları, gizli, kötücül bir fısıltı gibiydi genç adamların zihininde. Aslında bunun sebebi, arduaz parçalarının üzerinde, gecenin serinliğinden ve neminden oluşan ani çatlaklardı. Zaman zaman, sinsi bir telaşla ilerleyen ayak sesleri işitir gibi oluyorlardı üstüne üstlük. Kimi zaman kamp alanının yakınlarına sokulan ve ağlayan bir çocuğun haykırışlarını andıran pavlamalarını işittikleri çakallar ise her defasında silahlarına uzanmalarına sebep oluyordu. “Siz de mi tedirgin oldunuz Şehzadem?” diye fısıldadı İlimdar Bey. Şehzade’nin az ötesine serdiği bir keçe parçasından ibaret döşeğinin üzerinde neredeyse soluk almadan kıvrılıp kalmıştı. “‘Ormanda gecelemek, ovada gecelemeye benzemez demişti,’ bir defasında babam. ‘Düzlükler sessizdir ama orman konuşur seninle…’” Her zamanki açık yürekliliğiyle, “Acayip bir yer burası vesselam” dedi genç Şehzade. Tok sesi gece ve rüzgârla uyumluydu. Alacakaranlığın içinden kendisine bakan arkadaşına döndü, gizemli tabiatın ve kımıldanan gölgelerin bir parçasıymışçasına fısıldadı. “Daha Assos’a varmadan, korsanlarla kapışmadan evvel, düşünceli bir hale bürünmüştün İlimdar; fark etmedim sanma. Bak diğerleri ne de güzel uyuyor.” Eliyle, küçük açıklığın ortasında yaktıkları ateşin etrafında uzanmış arkadaşlarını gösteriyordu Şehzade. Kılıçları her an ellerinin altında olduğu halde teçhizatlarından sıyrılmış, serilip kalmışlardı. Yorgundular. Edirne’den bu yana kısa fasılalar dışında hiç dinlenmemişlerdi. Çoktan sönmeye yüz tutmuş ateşin közlerinin kızıl ışıltısı altında, genç yüzleri hüzünlü, süzgün bir hal almıştı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Tarihi Roman
- Kitap AdıYıldırım Bayezid - İhanet Çemberi ve Yükseliş
- Sayfa Sayısı336
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050811865
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düşkün Çocuk ~ Kemalettin Tuğcu
Düşkün Çocuk
Kemalettin Tuğcu
Ailesiyle yaşadığı çiftliği ele geçirmeye çalışan kâhya tarafından İstanbul’a gönderilen Ali Yılmaz, orada zorla alıkonur. Ancak bir süre sonra kaçmayı başarır ve büyük şehirde...
- Kuzular Vadisi ~ Üstün Dökmen
Kuzular Vadisi
Üstün Dökmen
İyi insanlara ilişkin bir roman… Yaşam çatışmaların, çelişkilerin sürdüğü bir döngü… Bu döngü içinde yer alan insan ilişkilerindeki roller genellikle “kurt” ve “kuzu” ikilemi...
- Bozkırda Bir Gece Yarısı ~ Ercan Kesal
Bozkırda Bir Gece Yarısı
Ercan Kesal
“Bi bardak çay koy sen. Yavaş yavaş anlatırım…” Bozkırda kış kıyamet,gece yarısı Ankara yolu, gece yarısı köy yolu… Uygunsuz bir zamanda edebiyat sofrasından kaldırılan...