Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

IV. Murat – Gürz ve Zafer
IV. Murat – Gürz ve Zafer

IV. Murat – Gürz ve Zafer

Okay Tiryakioğlu

On bir yaşında tahta geçti. Annesi Kösem Sultan’dan iktidarı zor devralabildi. Rüşveti, adam kayırmayı engelledi. Tütünü, alkolü yasakladı. Düzeni hem devlete hem sokaklara getirdi….

On bir yaşında tahta geçti.

Annesi Kösem Sultan’dan iktidarı zor devralabildi.

Rüşveti, adam kayırmayı engelledi. Tütünü, alkolü yasakladı.

Düzeni hem devlete hem sokaklara getirdi.

Tarihin en muktedir liderlerinden oldu.

“Bağdat’ı almaya çalışmak, Bağdat’ın kendinden daha mı güzeldi ne!” sözü tarihi geçti.

Ordusunun başında sefere çıktı, “Bağdat Fatihi” oldu.

Üstelik hayallerinin hepsini gerçekleştiremeden, yirmi sekizinde hayata veda etti.

O; Osmanlı’nın son fatihi IV. Murat’tı.

Türkiye’nin en çok okunan tarihî romanlarının yazarı, okurları tarafından “günümüzün Peyami Safa’sı” olarak anılan ödüllü yazar Okay Tiryakioğlu’nun; Kumandan, Kuşatma 1453, Yavuz ve Kanuni’den sonra beşinci tarihî romanı; IV. MURAT/Gürz ve Zafer.

Osmanlı’nın her anı olaylarla dolu dönemini okumaya hazır mısınız?

I. BÖLÜM
AYDINLIK BİR SABAH

“Geçme namerd köprüsünden ko aparsın su seni
Yatma tilki gölgesinde ko yesin arslan seni.”
Selimî

I

27 Temmuz 1612 Cuma – Topkapı Sarayı

Sıradan bir yağmur değildi saçlarının rüzgârla savrulan erguvani tellerinden süzülen. Bir başkalık vardı bugünün her saatinde. Görkemli bir pus, gri tonozlu kasvetli bir tavanı andıran gökyüzünden burgu burgu ağıyor, sarayın mamur bahçelerinde kendi gölgesine gizlenerek ilerleyen bu düşünceli beşerin her adımını, daha derin bir tefekkürün katmanlarında usul usul yükseltiyordu. Ancak membası meçhul bir haz sarmıştı ikindi vaktinden beri tüm varlığını. Dâr-ı dünyaya çevirdiği o ender anlarda gözlerini, sıra dışı bir aydınlığın gizemli temasıyla aharlandığını fark ediyordu akşamın. Bir gizli ürpertiyle yaklaşıyordu gece. 28 Cemaziyülevvel 1021 tarihini kayıtlara düşürecek, ruhlarda bir vahdet duygusuyla birlikte uyanmış ender bir değişiklik hissiydi bu. Sultan Ahmed Han’ın iki yaş küçük sevgili kardeşi Şehzade Mustafa Han, çok geçmeden sevinç çığlıkları ve top atışlarıyla müjdelenmeye başlayan o uğurlu doğumun sevinci ve ferahlığıyla olduğu yerde şükür secdesine vardı. O halde ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Zaten iç içe geçmiş izlenimlerini tetikleyen solgun bir rengin ya da çocukluğuna ait, artık düşlerine karışmış bir kokunun izdüşümüydü zaman onun için. Toprağın ve yağmurun kokusuyla hışırdarken soluğu, secdeden usulca doğruldu ve karşısında birdenbire ağabeyini buldu. Eli ayağına dolaştı işte o zaman; nefessiz kaldı. Sultan Ahmed Han, neftî kadifelere mahpus paha biçilmez saray elmasları gibi ışıldayan gözlerinde duygu yüklü bir sevinçle, “Bir oğul daha…” diye mırıldandı, kardeşini usulca omuzlarından kavrayıp ayağa kaldırırken, “Bir oğul daha Mustafa…” Cirit oyununun güçlendirdiği kollarıyla sımsıkı bastırdı kardeşini göğsüne. Genç yüzünü, rüzgârlı günün puslu renklerine çevirerek durmaksızın gülümsüyordu Padişah-ı Ruy-i Zemin. Henüz yirmi iki yaşındaydı fakat devletin ağır yükünün güzel yüzüne çizmeye başladığı o mana yüklü derin hatlar, bugün yaşadığı sevincin tesiriyle bir nebze olsun yumuşayabilmişti nihayet. Şu anda, ne dokuz yıldır Safevilerle süren savaşın yeni kayıpları, ne de bitmek tükenmek bilmez Celalî İsyanları hususunda bir şey duymak ve düşünmek istiyordu. İki kardeş konuşmadan, beraberce yürürlerken yağmur başladı. Boynunu uzatarak yağmur damlalarının ılık temasının beyaz tenini okşamasına ve ince bıyıklarının etrafından akmasına izin verdi Ahmed Han. Ardından Topkapı Sarayı’nın, Boğaziçi’nin köpük köpük iri dalgalar belirmiş girişine ve bulanık Asya sahillerine bakan terasında, yanlarında Sadrazam Gümülcineli Damat Nasuh Paşa olduğu halde manzarayı izlemeye başladılar. İki kardeşin hoşnut tebessümlerinin kuytularını gölgelediği dudaklarındaki kıpırtılar, ettikleri dualara delaletti. “Birlikte gidelim,” dedi çok geçmeden Hünkâr, “ziyaretimizi birlikte yapalım kardeşim.” “Ferman Efendimizindir,” dedi Mustafa Han, mutluluktan olduğu kadar bir türlü endişeden azat kalamadan titreyen sesiyle. Çocukluğunda çok iyi bir eğitim görmüş olmasına rağmen fıtraten son derece hassas bir yapıya sahipti Mustafa Han. Belki de bu yüzden ağabeyi Ahmed Han’ın, tahta çıkar çıkmaz veraset sistemine getirdiği o müspet değişikliğe inanması hiçbir zaman mümkün olmamıştı. Bir gece aniden kapısında beliriverecek Cellât Kara Ali ve yamaklarının beklentisiyle hisli yaradılışı birleşince, olduğundan daha uysal ve uhrevi bir yapıya bürümüştü. Soluk benzinde olduğundan iri duran süzgün gözleriyle sarayın mamur bahçelerinde gün boyu elinde Kuran gezinir, etrafında sürekli hareket halindeki tabiatı, usul usul değişen renklerini ve irili ufaklı canlılarını izleyerek mevsimlere göre çeşitlenen kokularını teneff üs eder, o uzun suskunluk saatlerini gözbebeklerindeki sonsuzluğa çeken sessizlikten sanki bir şeyler beklerdi. Kuşağının içinde taşıdığı, nazenin çerçevesi sedef ve mercan işlemeli küçük bir de aynası vardı. Ona uzun uzun bakarken görülürdü kimi zamanlar. Mütebessim dudaklarında çekingen yapısına işaret eden küçük ürperişlerle, hoş çizgileri derinleşmiş yüzünü izler, açlığını, susuzluğunu bile unutur, cariyelerinin getirdiği enfes yiyeceklerle dolu gümüş tepsileri gerisin geriye gönderirdi. Zaman denilen o korkunç ve sonsuz kavramın en uzaktaki sınırlarında, alacakaranlık bir yerlerde yaşıyormuşçasına müteredditti çoğu zaman tavırları. Loş odasının, tunç kafesli penceresinin önünde oturur, hizmetini gören cariyelerinin tanık oldukları dinmez gözyaşlarıyla, Bursa dokuması seccadesinin üzerinde, alnını secdeden hiç kaldırmadan saatlerce kalırdı. Dervişane bir sadelikle giyinirdi. Tüm dünya nimetlerine sahip olduğu halde hepsini elinin tersiyle itmesinden ve bu sessiz halinden, onun akli muvazenesinin yerinde olmadığı fısıldanır dururdu. Cevahir kaplı hançeri ve Venedik Balyos’unun hediyesi, namlusu kısa antik Roma kılıcını çekerek, sarayın koridorlarında gezinen hizmetkârları da kovaladığı iddia edilirdi kimi zaman, ama bunlar saray içindeki kaynağı belirsiz, hıyanet kokan söylentilerden ileri geçemiyordu. Bir defasında cebindeki kızıl kuruşları sarayın havuzuna attığı görülmüş, o kendi halinde, sessiz ama çok sedalı yaşayışını Osmanlı hanedanının eşsiz görkemine yakıştıramayanların homurtuları enikonu yükselmeye başlamıştı. Böyle bir şey neden yapılırdı ki? Neden insan havuzdaki rengarenk süs balıklarına altın fl oriler atardı? Böyle birine akli muvazenesi yerinde demek ne derece uygun olurdu? En doğrusu Şehzade’yi odasına hapsedip hiç çıkarmamak değil miydi? Ama dirayetli bir kadın olan annesi müstakbel Valide Sultan’ın bu işe rıza göstermeyeceği de ortadaydı. Kanuni Sultan Süleyman Han’ın torunu, Sultan III. Mehmed Han’ın bu biricik oğlu için ne söylenirse söylensin, annesinin güçlü kanatları altında olduğu sürece çok da önemli değildi. Atası Yavuz Selim Han gibi gösterişsiz giyinmeyi sevdiğinden, üzerinde yalnızca kadife zümrüdi bir kaftan ve altında da bembeyaz Bursa pamuklusundan bir mintan vardı Ahmed Han’ın. Ayaklarındaki sarı sahtiyandan çedikleri ise, bu deruni genç adamın mütevazı görünümünü tamamlıyordu. Hint ipeği bir sarık sarılmış Horasani kavuğu, eşiğin iç tarafında, başını yerden hiç kaldırmadan bekleyen, kızıl çuhadan kaftanının içine gömülmüş gibi duran başçuhadara emanet edilmişti. Türlü cevahir iliştirilmiş tavus kuşu sorgucunun tüyleri rüzgarla savrulup duruyordu. O kavuğa bilhassa hürmet edilirdi, çünkü Bahtî mahlasıyla şiirler yazan Ahmed Han’ın, kavuğunun astarının içine iliştirilmiş, Peygamber’in ayak izlerinin resminin bulunduğu tahta parçasının üzerine yazdığı şiir pek meşhurdu.

“N’ola tacım gibi başımda götürsem daim
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şah-ı Rusülün
Gül-i Gülzâr-ı Nübüvvet, o kadem sahibidir
Ahmeda durma yüzün sür kademine ol gülün.”

“Mahfiruz Sultan’dan olan ağabeyi Osman gibi akıllı ve zarif bir çocuk olacak oğlum,” dedi usulca. Ardından az ötesinde mütebessim bir ifadeyle bekleyen Sadrazam Nasuh Paşa’ya döndü ve devam etti, “Annesi Mahpeyker Sultan’ın keskin zekâsını da alırsa, işte o zaman karşı konulmaz biri haline gelir oğlum Paşa… Çünkü malumdur ki, Kösem’im, kadınlarımın hepsinden başkadır.”

Sadrazam, kolsuz seraser kaftanının omuzlarına ve bol dilimli kallavi kavuğuna vuran yağmur damlalarının tıpırtısına eşlik eden zarif bir sesle onayladı Sultan’ı, ama hemen ardından yüreğinde soğuk bir ürperti duyumsamışçasına hafifçe irkildi. Doğum haberini Sultan’a ilk ulaştıran Babüssaade Ağası Nureddin Ağa kündekâri işlemeli kapıda belirdi ve tebrikleşmek için tüm ricalin hazır olduğunu boğuk bir sesle bildirdi. Divan odasındaki heyecanı da beraberinde getirmişçesine gözleri yaşlıydı Nureddin Ağa’nın. Zaman zaman canından aziz gördüğü Sultan’ının sevincine duyduğu heyecanla usulca hıçkırıyor, çok geçmeden kesik, titrek bir soluk alarak ses çıkarmamaya çalışıyordu. Avluda, şiddetlenen yağmura rağmen toplanmış, birbirlerini içten bir şekilde kutlayan, devlete ve millete hayırlı bir şehzade olması için dualar eden saray erkânının mesut sesleri bulundukları yere kadar ulaşıyordu. Tartışmasız bugüne kadarki Sultanların en sevilenlerinden biri olan Ahmed Han adına duyulan mutluluktan çok daha fazlasıydı aslında bugün yaşanan heyecanın sebebi. Öncelikli olarak Devlet-i Aliyye ve millet adına hissedilen bir ferahlıktı bu. ‘Kardeş katli’ sistemini ortadan kaldırarak, yerine ‘ekber ve erşed’ yani ailenin aklı başında olan en büyük üyesi usulünü veraset kanunu olarak belirlemişti Sultan Ahmed Han. Büyük oğlu Şehzade Osman, böylece kendisinden iki yaş küçük diğer erkek kardeşi Şehzade Mehmed gibi, sekiz yaş küçük olan yeni doğmuş bu kardeşinin de yaşamasına izin verecek demek oluyordu yeni kanun. “O halde seherle varalım, Beylerbeyi’ndeki İstavroz Hasbahçesi kasrına geçelim de Şehzademizi görelim,” dedi Sultan Ahmed Han, kardeşi Şehzade Mustafa Han’ı tekrar uzanıp bağrına basarken. Nureddin Ağa, emri iletmek üzere bir anda gözden kayboldu.

II

Bir havuz kadar kıpırtısız Haliç’ten kayıklarla geçilip, görkemli bir alayla Beşiktaş’a varılıncaya kadar yağmur dinmişti. Yol boyunca yığılmış halkın coşkun gösterilerine rağmen çamurlu ara sokaklardan, parke taş kaplı ana caddeye inen küçük derelere tarifi güç bir hüznün sindiğini, her defasında olduğu gibi yeniden fark etmişti Ahmed Han. Yan yana tepeler boyu dizilmiş ahşap evler, kendi aralarında, o muhteşem maziyi anan gizli fısıltılarla birbirlerine doğru eğilmiş ihtiyarlara benziyorlardı. Bir köhneliğin, çağları aşan bir kederin buğusu yapışmıştı karanlık camlarına. Hünkâr, bu hüznün sebebini bildiğini düşünüyordu. İmparatorluğun uçsuz bucaksız topraklarında günden güne bozulan iktisadi yapının sebep olduğu bir sefaletin izleri yansımaya başlıyordu şehre ve onun cefakâr halkına. 1606 Zitvatoruk Anlaşması’yla, Batı’da Habsburglara karşı siyasal üstünlük yitirilmiş, anlaşmanın halka bir zafer gibi sunulmuş olmasına rağmen, Avusturya’nın artık Macaristan toprakları için vergi ödemeyecek olmasından ziyade, Arşidük’ün, cihanın hâkimi Osmanlı Sultanı’yla protokolde bir tutulacağının bilgisi, halk ve asker üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açmıştı. Ama şimdi hiçbir kederli düşüncenin sırası değildi şüphesiz. Bir sanatkâra yaraşan uzun zarif parmaklarıyla gözlerini ovaladı Ahmed Han ve gülümsedi. Şehzade’nin doğum haberi, davullu münadiler vasıtasıyla şehrin taşrasına kadar ulaşmıştı. İkindi namazını müteakip düzenlenecek ve yedi gün boyunca sürecek eğlence ve ziyafetlerin müjdesi de aynı zamanda iletilmiş, İstanbul halkını coşkun bir bayram sevinci sarmıştı. Yaz mevsimi olmasına rağmen bu bulutlu ve serin Cumartesi sabahının büyük bir berekete işaret ettiği, bugünü fırsat bilerek yapılacak duaların makbul olacağının mihraplardan söylenmesine gerek dahi yoktu artık. Halk, bu hayırlı durumu basiretiyle takdir etmiş, ikindi ezanı esnasında Padişah İstavroz Bahçesi’ne varırken insanlar da camilere akın etmişlerdi. Gece boyu süren yağmura rağmen nemli hava yeniden ısınmaya başlamıştı. Denizin üzerini kaplamış sis tabakasının arasından çıkarak, İstavroz Hasbahçesi’nin iskelesine yanaştı Sultan Ahmed Han’ın alayı. Kıyıdaki top bataryaları, beşer adet saygı atışına başladılar. Bu atışlar, kutlamaların süreceği yedi gün boyunca öğle ezanından sonra yapılmaya devam edecekti. Sisin ve barutun acı kokuları ve mavi beyaz dumanları arasında halatlar bağlandı. Muhafız Alayı’nın başında, görkemli silahları gözleri kamaştıran yeniçeri ağası ve silahtar ağa, derhal düzenlenen protokol dizilişinde en baştaki yeri bostancıbaşına bıraktılar ve içoğlanlarının sıralanmaları tamamlanırken mehteran bölüğü kös vurmaya başladı. Sultan, karaya ayak basar basmaz ise ayakları ve gözleri bağlı olarak bekletilen beş tane besili tosun, âdet üzere yedi gün boyunca her gün kesileceği gibi Ahmed Han’a ve ailesine edilen dualarla birlikte kurban edildi. O sırada Hazine Kethüdası İsmail Çelebi gözleri yerde edeple yaklaştı. Değirmi yüzünde saygılı ve mütebessim bir ifade vardı. “Beşik alayından sonra tüm çarşılara kandiller ve avizeler asılacak Sultan’ım,” dedi, “böylece yarın geceden itibaren eğlenceler sabah ezanına kadar sürebilecek. Saraydaki koğuşlara şenliklerin başlaması emri, Sadrazam Nasuh Paşa tarafından bildirildi Devletlum. Ayrıca geceleri sahillerde fener alayları ve mum donanmaları düzenlenecek.” “Belî,” diyerek gülümsedi Hükümdar, “ne yapılsa az gelir. Kutsal Emanetler dairesinde dönüşümlü hatim getiren kırk hafız, Şehzade’min başında da hatme başlasınlar. Hepsine kırkar altın verile.” “Ferman Padişah’ımındır. Bab-ı Hümayun’un iç kısmına Venedik Seferi Antonio Vizitelli’nin hediye ettiği Venedik camından çok kıymetli avizeler takılacak Sultan’ım. Meşhur Camgeran Deliormanlı Yusuf Usta ise billurların üzerine Sultan’ımıza ve saadetli ailelerine övgüler yazmaya başlamıştır. Ayrıca gül sularıyla yıkanmış koridorlar, kristal aynalar ve İran halılarıyla süslenecek…” Bu türden teşrifat ayrıntılardan sıkıldığı için nihayet, “Uygundur, uygundur, bildiğiniz gibi yapınız,” dedi Ahmed Han ve tam ayrılmak üzereyken, “Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri de teşrif buyurdular ve diğer ileri gelenlerle birlikte sizi beklerler Sultan’ım,” dedi İsmail Çelebi. Sultan Ahmed Han’ın, mülayim ifadeli ince hatları mütenasip yüzünde genişleyen tebessümü, karanlık bir gecede Boğaz’ın menekşe rengi sularında aniden menevişlenen ay ışığını andırıyordu. Sabırsızca az ilerideki ahşap saraya doğru ilerlerken Mehteran da Gazayi’den bir şedaraban çalmaya başlamıştı.

 

Âlim ve fazıl bir kişi olan Aziz Mahmud Hüdayi Efendi, dönemin en tanınmış mutasavvıfl arındandı ve Celvetiye Tarikatı’nın banisiydi. Miladi 1598, hicri 1007’de kurduğu Üsküdar’daki dergâhı halkın ve devlet adamlarının en önemli uğrak noktalarından biriydi. Bursa gibi ekonomik ve manevi açılardan imparatorluğun en mühim şehirlerinden birinin anlı şanlı kadısıyken, meşhur sofî Muhammed Üftade’nin tekkesine çekilip dünya meşgalesinden uzaklaşmış, seyr ü süluk yolunda uzun yıllar mücahede ederek kendi dergâhını kurmaya hak kazanmıştı. Halk arasında söylenegelen pek çok menkıbesi vardı ki bunlar arasında en meşhurlarından olan, Üftade Hazretleri’nin, Hüdayi Efendi’nin intisabının hemen ardından, ona sırmalı kadılık kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattırması vakası, İstanbul’daki tüm kahvehane ve dergâhların güncelliğini yitirmeyen konusuydu. Aynı zamanda şiirleriyle de tanınan bu mutasavvıfın kimi mısraları, Padişah’ın kurdurduğu ilim ve sanat meclislerinde bazen bizzat kendi ağzından, bazen de Sultan Ahmed Han’ın dilinden söylenirdi. Hüdayi Efendi’nin bir mecliste bizzat dile getirdiğine göre, şiirlerinden birini, bir gece rüyasında Ahmed Han kendisine okumuş, o da o meşhur hafızası sayesinde tek duyuşta ezberlemişti:

“Aşka düşürdün kendözin
N’eyleyeyin gönül seni
Bir oldu gicen gündüzin
Âh n’ideyin gönül seni

Düşeli aşkına yârin
Yerde gökte yok karârın
Gitti elden ihtiyârın
N’eyleyeyin gönül seni…”

“Şehzade’nizin ismine karar verdiniz mi Hünkar’ım?” diye sordu Hüdayi Efendi. Uzun beyaz sakalı, beyaz cüppesi ve sarığıyla, yaz göklerinden yeryüzüne inmiş bir bulut gibi heybetli ve sevimli görünüyordu. Sonsuz bir sonbahar yüklü bakışlarından Şehzade Mustafa Han’a duyduğu muhabbet derhal anlaşılıyordu. Sultan Ahmed Han ve Şehzade Mustafa Han, kasrın selamlığında, elinde bir kadeh nar şerbetiyle sessizce oturmuş Boğaz’ı izlerken bulmuşlardı onu. Bir diğerinden gizleyemedikleri ürpertilerle küçük çocukları gibi birbirlerine sokulmuşlar ve gülümsemişlerdi. “Şehzade’min ismini sizin koymanız münasiptir Hoca’m,” demişti Ahmed Han, eteğini öpen ihtiyarı ellerinden tutarak kaldırırken. Başını hafifçe iki yana sallayarak itiraz edecek olmuştu Hüdayi Efendi, ancak Ahmed Han, “Hoca’m, lütfen,” diyerek uzandı ve incitmekten korkarcasına usulca sıktı ihtiyarın omzunu. Hüdayi Efendi gülümsedi, “Aff ınızı dilerim Efendimiz; ancak bu durum, etrafımda gitgide büyüyen hasetlik ağını daha da genişletir.” Güven veren, dingin sesiyle yanıtladı Ahmed Han, “Bilirim Hoca’m; ancak yaşadığım sürece, şahsınızı her türlü saldırıdan beri görmenizi rica ederim. Siz ki dedem III. Murat ve babam III. Mehmed Han’a hocalık yapmış, nasihatlerinizle yollarını aydınlatmış birisiniz.” “Efendimiz, bilirsiniz hanedanla rabıtamdan dolayı arkamdan dünyaya meyletti derler ve bu da beni hayli üzer.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli) Tarihi Roman
  • Kitap AdıIV. Murat - Gürz ve Zafer
  • Sayfa Sayısı352
  • YazarOkay Tiryakioğlu
  • ISBN9786051143071
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Devlerin Savaşı – Yıldırım Bayezid ve Timurlenk ~ Okay TiryakioğluDevlerin Savaşı  – Yıldırım Bayezid ve Timurlenk

    Devlerin Savaşı – Yıldırım Bayezid ve Timurlenk

    Okay Tiryakioğlu

    İki kudretli hükümdar, ikisi de cihana hükmedecek güçte, cesarette, dirayette. Biri savaş dehası olarak anılan, dünyanın tek hâkimi olmaya cehdetmiş, önüne çıkacak her engeli...

  2. Kara Panter – 3 ~ Okay TiryakioğluKara Panter – 3

    Kara Panter – 3

    Okay Tiryakioğlu

    Kondo ve ailesi, Türklerin Fransızlara karşı kurduğu üstünlükle tutsaklıktan kurtulmuştur. Kondo, Türklerin de saydığı bir lider konumundadır. Türklere ve onların adaletine duyduğu hayranlığı gizlemeyen...

  3. Ulak – Tuna’nın Sırrı ~ Okay TiryakioğluUlak – Tuna’nın Sırrı

    Ulak – Tuna’nın Sırrı

    Okay Tiryakioğlu

    Artık gerçek bir Hilalî olan Nuri, Vehimi Orhun Çelebi ve diğer Çelik Hilal savaşçılarıyla birlikte Tuna nehri kıyılarına doğru yola çıkar. Özel bir görev...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sona Doğru Giderken ~ Kaya Başaran Sona Doğru Giderken

    Sona Doğru Giderken

    Kaya Başaran

    Can Yücel’in ‘vakti gelince gitmenin adıdır gün batımı’ dizesini içinden söyleyen Fuat, Galata limanından ayrılan lüks Cruise’in üst katındaki kafeteryada oturuyordu. Ceset taşıyan bir...

  2. Kar İzleri Örttü ~ Aslı E. Perker, Ayşegül Çelik, Barış Müstecaplıoğlu, Cem Selcen, Doğu Yücel, Yekta Kopan,Ece Erdoğuş,Elif Tanrıyar,Gül İrepoğlu,Yazgülü Aldoğan,Gülşah Elikbank,Hacer Yeni, Hakan Günday, İlknur Özdemir, Levent Mete, Menekşe Toprak, Mine G. Kırıkkanat, Nermin Yıldırım, Sibel Oral, Tuna KiremitçiKar İzleri Örttü

    Kar İzleri Örttü

    Aslı E. Perker, Ayşegül Çelik, Barış Müstecaplıoğlu, Cem Selcen, Doğu Yücel, Yekta Kopan,Ece Erdoğuş,Elif Tanrıyar,Gül İrepoğlu,Yazgülü Aldoğan,Gülşah Elikbank,Hacer Yeni, Hakan Günday, İlknur Özdemir, Levent Mete, Menekşe Toprak, Mine G. Kırıkkanat, Nermin Yıldırım, Sibel Oral, Tuna Kiremitçi

    Lapa lapa yağan kar, yaklaşan Yılbaşı'nın telaşı ve bir cinayet ya da birkaç cinayet. Bu kitabı elinize aldığınızda karşılaşacağınız üç öğe bunlar. Bu üç öğe etrafında örülmüş tam yirmi öykü, yirmi farklı hikâye.

  3. Ankara Canavarı ~ Suat DervişAnkara Canavarı

    Ankara Canavarı

    Suat Derviş

    “Üç gün içinde üç cinayet işleniyor; biri Etlik’te, biri Keçiören ve biri de Telsizler’de. Her üçü de aynı elle, aynı şekilde, bir silah ile...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur