Ulak Nuri ve Hilalilere yeni katılan Johan, başarısız geçen Viyana Kuşatması sonrasında Vehimi Orhun Çelebi’nin emriyle düşmanın arasına casus olarak karışmakla görevlendirilir. Kış tüm ağırlığıyla yaklaşırken Tuna’nın tehlikeli sularında ve Avrupa’nın acımasız topraklarında çıktıkları bu yolculuk onları dondurucu soğuk, cadı avları ve Vatikan’ın Kanonikleriyle karşı karşıya getirir.
Ulak Nuri, karşına çıkan zorlukları alt edip kendisine verilen görevi yerine getirebilecek mi?
I. BÖLÜM
CADI ADASI
I
“Böyle etten kemikten yapılmış alelade vücudu
o derece güzelleştiren ruh değil de nedir?”
Namık Kemal (Cezmi)
17 Kasım 1529 – Markthof – Avusturya
On beşindeki Ulak Nuri, Hilalîlerin genç kurmaylarıyla birlikte kurultay çadırından hızlı adımlarla çıktı. Bürgü eşiği aşar aşmaz, dışardaki soğuğa ve Tuna’dan gelen ağır yosun ve çürüme kokusuna rağmen rahatladığını hissetti. Diğerleriyle birlikte, bir müddet kararsız bir şekilde dikildi. Yukarıda, gri gökyüzünü koyu sarı renkleriyle yamalamış kar yüklü bulutlar vardı. Çadırdan yeni bir haykırış daha işitilince, olduğu yerde hafifçe büzüldü Nuri. Çelik Hilal İstihbarat Teşkilatı’nın reisi Vehimi Orhun Çelebi, soruşturmaları tamamlanmış nice adamını günlerdir falakaya yıktırıyordu. Üstelik çoğunlukla işi yamaklarına bırakmıyor, cezalarını bizzat kendisi veriyordu. Dayak faslının ardından, casusların yarılan tabanlarına tuz basılması geliyordu ki, bu işlem, dayağın kendisi kadar ıstırap vericiydi. Nuri, çoğunu yakından tanıdığı bu sert askerlerin hâlleri yüzünden günlerdir kâbuslar görüyordu. Normal şartlarda, yatak istirahati almaları gerekirken, Vehimi’nin emriyle, dizleri üzerinde sürünerek talim alanında eğitime yollanan Hilalîlerin, gün boyu tek bir lokma yemelerine, hatta su dahi içmelerine izin verilmiyordu. Ne var ki, sargı üzerine sargı vurulan parçalanmış ayakları üzerinde dik durmak bir yana, koşmaya ve silahlı talime zorlanan Hilalîlerden en ufak bir şikayet işiten yoktu. Gerçek askerlere yakışan bu mütevekkil hâlleri, Nuri’nin büyük hayranlığını kazansa da, kâbuslarına bir faydası olmuyordu. Tuna Nehri’nin, kıyıdaki çakıl taşları üzerinde gezinen küçük dalgalarının mırıltısını işitince o tarafa döndü Nuri. Göğe tutulmuş bir ayna gibiydi nehir. İçten içe ağır ağır kaynayan, kararsız bir devinimle durmaksızın bulanan, koyu gümüşten bir ayna. Bu suların içinde bir zamanlar boğuşmak zorunda kaldığı dev yayın balığını anımsadı birden. Tüyleri ürperdi. O sırada dişlerinin gıcırdadığını fark etti. Uzun süredir dişlerini sıktığından çenesi ağrımıştı. Şaşırdı buna, çünkü hiç fark etmemişti. Meclisteki ağır ve gergin havadan kaynaklanmış olmalıydı bu. Bir de midesinin tam orta yerine oturmuş koca bir taş parçası vardı ki… Sancıyan, zaman zaman iki büklüm eden, soluk kesen bu ağır taşı uzunca bir zamandır taşıyordu.
***
Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın sağ kolu hükmündeki kıdemli yeniçeri ağalarından Horpeşteli Mustafa Ağa’nın, karanlık günü mızrak gibi yaran davudi sesi işitildi o esnada. “Tüm birlikler! Bölük sancaklarını takip edin! Talimler, bentlerle bölünen arazi üzerinde kesintisiz tekrarlar hâlinde yapılacak! Tüm kapıkulu askerlerine sesleniyorum! İtiraz edecek kadar yiğidi var mı aranızda? “Haydi, seferler esnasında alışılageldik şımarıklıklarınıza kalkışın da, göreyim sizi kaç kıratlık erkeklersiniz! Osmanlı ordusunun en seçkin sınıfıyız diye kabarırdınız… Şimdi ne oldu? Almanlar karşısında dut yemiş bülbüle döndünüz… Şu sevmediğiniz, arkalarından güldüğünüz Hilalîlere bakın bir de, başlarına gelene nasıl da razılar!” Nuri, dişlerinin gıcırdadığını işitince, çenesini gevşetmeye çalıştı ve onun gibi sessiz dikilmekte olan Delice Salih, Dimetokalı Sinan ve Gırnatalı Kemal ağabeylerine baktı. Otuzlu yaşlarının başlarındaki genç adamlar, bugüne kadar hiç tanık olmadığı kadar tedirgindiler. Hilalîlerin ileri gelenleriydi bunlar, ancak genel havayı değiştirmeye yetecek takatleri yoktu. Sonra Viyana taşrasında tanıştığı ve Vehimi Orhun Çelebi’nin emriyle aralarına katılan Johan isimli yeni arkadaşına döndü Nuri.
II
Johan, Baldemar tüneli cehenneminde, Vehimi ve adamlarına şaşırtıcı bir beceriyle rehberlik eden, bu sayede Nuri ve yoldaşlarının mutlak bir ölümden kurtulmasını sağlayan sarışın çocuktu. On iki yaşındaydı henüz. Avusturya Kralı Ferdinand’ın, Türk kuşatması evvelinde aldığı anlamsız derecede sert tedbirlere direnen ailesini, Habsburg zindanlarında yitirmişti. Bu yüzden hâlâ biraz kırgın, çoğu zaman dalgındı Johan. Ancak Türklerin yanında kavuştuğu bu sert ve intizamlı yuvada huzur bulduğu açıktı. Kısa sürede Türkçesini ilerletmiş, keskin zekâsı ve kabiliyeti sayesinde meramını gayet iyi anlatır olmuştu. Nuri bile, Johan sayesinde, sefer öncesinde emekleme aşamasındaki Almancasını şaşılacak bir hızla geliştiriyordu. Bu, Vehimi’nin ısrarla üzerinde durduğu bir husustu. Aslına bakılacak olursa, Osmanlı ordusunun daha önce de İstanbul ve Belgrad gibi büyük şehirler, hatta Rodos adasından dahi kuşatma kaldırdığı olmuştu; ancak görkemi cihanı tutmuş Süleyman Han devrinde bu durumun ilk defa yaşanıyor olması, ordu kurmaylarının bu kederli ve bir o kadar da öfkeli durumlarının esas sebebiydi. Alışılmış üstünlüğün, gerçekte bir tedbirsizlik ve yıkım sebebi olabileceğini, ilk kez böylesine açıkça görüyordu Nuri. Ricatın ilk günlerinin birinde, “O hâlde sürdürülebilir bir nam için, soluksuz çalışmayı asla bırakmamalı insan,” demişti. Vehimi’nin ekşi suratına ürkek gözlerle bakarak. O zaman, “Yalanlar, gerçekleri gölgeler,” diye karşılık vermişti Vehimi. “Ancak gerçek hemen yakınlarındadır. Düşmanlarının inanması gereken masallara sen de inanırsan, hâlini apaçık bir tehlikeye atmış olursun.” “Gerçek nedir Vehimi?” “Gerçek, oğul, kimsenin yenilmez olmadığıdır! Düşmez kalkmaz bir Allah’tır!”
***
Askeri ve mülki erkânın geri kalanı da, Vehimi gibi burunlarından soluyorlardı. Haksız sayılmazlardı kuşkusuz; ancak yine de kuşatma kulelerinden yoksun ve iyi bir ön hazırlık yapılmadan, üstelik de kış başında ani bir kararla gelinmiş böyle güçlü bir şehrin önünden geri çekilmekte, kabul edilemez bir durum görmüyordu Nuri. Şimdi bu tedbirsizliğin acısının askerden çıkarılmasını ise kolaylıkla kabul edemiyor, dik başlı karakteri, içindeki öfkenin namlusunu biledikçe biliyordu. Johan, Nuri’nin gömleğini hafifçe çekerek, “Ağabey,” diye fısıldadı, “Ne zaman yola çıkacağız?” Nuri, günlerdir toplanıp ansızın dağılmakta olan kar bulutlarına bakarak hafifçe iç geçirdi. “Vehimi’den alacağımız emirlere göre hareket edeceğiz Johan,” dedi sonra daha da hafif bir fısıltıyla. “Ordugâhta seraskerden önce Vehimi’nin sözü geçer. Gizli, ama yine de apaçık bilinen bir liderdir o. Çünkü kimse birliklerin, subayların ve askerin hâlleri hususunda onun kadar malumat sahibi değildir. Yalnız Hilalîler adına değil, ordu mevcudunun bütünü içinde kimin hazır, kimin yetersiz olduğunu en iyi o bilir. Kim rahatsız, kim acılı; kim umutlu, kim umutsuz; kim hakiki, kim yalancı hemen anlar! Çünkü daima askerin arasındadır… Kendisini görmediğimiz anlarda bile, bizi bize takip ettirir; bir diğerimizden habersiz, bir diğerimiz hakkında istihbarat toplar… Ordu zabitleri her an bilirler ki, takip edilmekteler. Osmanlı’nın harp meydanlarındaki bunca başarısı nereden gelir yoksa.”
III
“Ya Pargalı Paşa’nın adamı, şu Horpeşteli Mustafa Ağa?” diye sordu Johan. “Onun, Vehimi’nin yerine asker arasında itibar kazanacağını konuşuyordu geçen subaylar. Ben iletmekle görevli olduğum evrakları verip de çadırdan çıkana kadar, çekinmeden konuşmayı sürdürdüler.” “Sen boş ver bunları,” dedi, daha da alçak bir fısıltıyla Nuri. Tadının iyice kaçtığı belliydi. “Vehimi, her zaman böyle öfkeli midir peki? Kuşatma günlerinde bu kadar katı değildi.” Kara yağız Nuri, sarışın, sevimli çocuğun masmavi gözlerine bakarak tebessüm etti. “Onun bir günü bir gününü tutmaz Johan. En mutlu olunacak anlarda bile son derece aksileşebilir. Ama sonra bir de bakarsın, savaş meydanının tam ortasında, kuşatılmış olduğu hâlde ölümü beklerken gülümsüyor. O yüzden Vehimi’yi bir başkasıyla kıyaslayanlar daima yanılacaklar!” “Ondan korkuyorum…”
“Herkes korkuyor. Ama kötü biri değil. Adamlarına karşı pek merhametlidir gerçekte ve bizler için en iyisini ister. Yalnızca yöntemleri biraz… Biraz garip. Daha doğrusu alışılmamıştır. Hepsi bu. Hem korku en temel, en güçlü duygusudur insanın. Doğru idare edilirse, kısa sürede hayranlık ve sevgiye dönüştürülebilir.” “Nasıl?” Nuri, ensesini kaşıdı dalgınca, “Tam bilemiyorum, ama Vehimi böyle söylüyorsa eğer, doğrudur mutlaka. İnsan korktuğundan emin olmak için, ona itaate elverişli olur gibi geliyor bana.” Johan, boyu neredeyse Nuri kadar olmasına rağmen hafifçe eğildi. “Onu pek çok kez kızdırdığın, emirlerine itaat etmediğin söyleniyor.” “Vehimi’yi mi?” “Evet.” Nuri, hafifçe omzunu silkti o zaman, “Hilalîler, inisiyatif almaları gerektiği anda çekinmeden alırlar. Başka çareleri yoktur! Bunun, kimi ne kadar kızdıracağını da umursamazlar. Merak etme, Vehimi her şeyin farkında. Daima en önde, düşman mevzilerinin arasında olmak bizim için alışılageldik bir durumdur. Bu da, Hilalî çaşıdını ani kararlar almaya zorlar!”
***
“Fısıldaşmayı kesin!” diye homurdandı o esnada Gırnatalı Kemal. Ak teni hâlâ kıpkırmızıydı genç adamın. İnce uzun bedeni dimdik, mavi gözleri çakmak çakmaktı. Konuştuğu pırıl pırıl kuzey Alman aksanı ve sakınımsız tavırlarıyla, Johan’ın tüylerini ürperten bir diğer Osmanlı da oydu. Onun, gerçekte bir İspanyol olduğunu biliyordu Johan. Tıpkı devletin zirvesinde yer alan Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın İtalyan asıllı bir Grek olduğunu bildiği gibi. Pek çok farklı millet, tek bir sancağın altında, üstelik aynı dine sarılarak nasıl da sadakatle bir araya gelmişlerdi böyle. Johan, bu duruma biteviye hayran olmadan edemiyordu. O esnada Yanyalı Hâlis, ince hatlı esmer yüzünü buruşturup, dev omuzlarını kasarak konuştu. “Delice Salih!” Delice, dalgınlığından sıyrıldı, “Söyle kardeşim!” “Gırnatalı’yı tembihle ki çocuklara yersiz çıkışmasın! Vakti değildir! Reisimiz sensin, canımızın daha da sıkılmasına müsaade etme!” Vehimi Orhun Çelebi’nin sağ kolu Delice, Kemal ve Hâlis’e şöyle bir baktı. Sonra taştan yontulmuşçasına ağır ve sert bedenini ağır ağır onlara çevirdi, “Ordumuz farklı kollara ayrılarak, gizli yollardan Budin’e çekiliyor,” dedi ezici bir tavırla. “Ve pek çok akıncı kolu Almanya içlerine harekata hazırlanıyor. Sultan Süleyman Han, Budin’e varır varmaz çekilme hatlarındaki pek çok tehlikeyi bizlere iletti. Linz’de toplanan Alman ordusu da henüz dağılmış değil; bilakis Avrupalı şövalye tarikatları ve toplanan paralı asker birlikleriyle daha da büyümüş durumda. Hâlihazırda mevcutlarının iki yüz bine yaklaştığı söyleniyor. Oysa aralıksız yağan yağmurlar yüzünden, ordu ağırlıklarımız pek çok yerde batağa saplanmış hâldeler. Tuna’nın verdiği taşkınlar yüzünden, balyemez sınıfından elli kadar topumuzu da yitirdik. “Üstelik havanın ani soğumasıyla, bir sabah tüm top ve mühimmat arabalarımızı, buz yüzünden toprağa çakılmış vaziyette bulma tehlikesi de söz konusu. Viyana’dan buraya kadar olan otuz millik yolu bir haftada geldik Allah aşkına, tabii şartlarda Osmanlı ordusunun, ağırlıklarıyla birlikte günlük ilerleyiş mesafesi yirmi mil ve fazlasıdır. Bu, sıradan Avrupa ordularının yürüyebildiğinin iki misli bir mesafedir ki, Batılılar, ağır mühimmat ve top arabalarının nakliyesi esnasında bu mesafenin üçte birini dahi alamazlar. Şimdi böyle bir durumda, tüm Osmanlı kurmaylarının canları fena hâlde sıkkınken sakın… Evet, sakın kendi aranızda çatışmaya kalkmayın! Aksi hâlde Vehimi’nin öfkesiyle yüzleştiririm sizleri!”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıUlak - Akıncı Fırtınası
- Sayfa Sayısı200
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050829969
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviGenç Timaş / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İmparator ~ Erol Toy
İmparator
Erol Toy
İmparator, modası geçmeyen bir egemenlik oyunudur. Çokzade Fehmi, 1920 Ankara’sında çiçeği burnunda bir bakkal olarak oyuna girdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti de kuruluş günlerini yaşamaktadır. Roman...
- Hayal Rüzgârları ~ Mehmet Atilla
Hayal Rüzgârları
Mehmet Atilla
Ege sularında barışı arayan hayal rüzgârları… Mehmet Atilla, mutlak barışın kırılgan gerçekliğine vurgu yaptığı Hayal Rüzgârları’nda, sevginin ve kardeşliğin egemen olacağı çok daha mutlu bir gelecek...
- Bir Köşkünüz Var mı? ~ Tarık Buğra
Bir Köşkünüz Var mı?
Tarık Buğra
Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının öncü yazarlarından Tarık Buğra; uzun ve derinlikli romanlarıyla, hikâye, tiyatro, fıkra ve deneme gibi edebî alanlarda dikkat çeken eserleriyle tanınmıştır....