“Yazmasaydım unutup gidecektim belki, çığunu… Oysa şimdi geviş getdirip duruyorum. Şu ‘aracı olmka’, ‘araç olmak’, ‘bir odyunun taşı, yada taşları olmak’…… İşin tümü bir oyun belki, ama bu oyundaki taşlardan biri, yalnız bsiri, ben, neyi oynadığımı bilmiyorum. Oyundaki yerimi bilmek şöyle dursun, birilerinin beni oynatıp oynatmadığını da kestiremiyorum. Ölümden de kaygılandırıcı olan, dönülmez olan durum, bu muydu acaba?”
***
s. 7-18
Gazetedeki ilânı, üçüncü düşü gördüğüm gecenin sabahı okudum. Kıpırtısız denizin ışıltısı, gazetenin yanından gözüme ulaşıyor, yataktan kalkalı yarım saat bile olmadığı halde, uykumu getiriyordu. Bir iki kez, satırlar büyür, anlayamadığım tuhaf söz bileşimleri üretir oldu; “düş görüyorum,” dedim kendi kendime; silkinip baştan okumağa çalıştığımda aynı satırlar başkentteki taksi saatlerinin yeniden ayarlandığını, ya da, denetlenen bir şekerleme fabrikasında sağlığa zararlı boyalar kullanıldığının saptandığını söylüyordu. Kahvaltıda, her günkünün tersine, domates-poğaçayla yetinmiştim. Üçüncü çay uykumu açmadı. Yeterdi o kadarı. Kayalıkta oyulmuş merdivenden denize indim. Yukarıdan gözüme kestirdiğim bir gölgelik vardı bir kayanın arkasında. Kaya, koltuk arkalığı gibi yalızdı; sırtımı verdim, ilânlara göz gezdirdim.
Bir şey aradığım yoktu. Olsa olsa, “kiralıklar” arasında, beni ilgilendirebilecek bir şey çıkabilirdi. Ev sahibinin bir ay sonra kapıya dayanacağından, “ya çıkın, ya da kirayı şu kadar artırın” diye konuşacağından, emin gibiydim. Bu dairede geçirdiğim ikinci iki yıl doluyordu. İki yılda bir böyle bir depremin beklenmesi gerekeceğini anlamıştım. Ev sahibi, ilk ikinci yılın sonunda, taşınmanın gözümde ne kadar büyüdüğünü öğrenmişti. Niçin bastırmasın?
Ömrümde ilk kez, kendi isteğimle taşınayım, ev sahibinin isteyeceği fazla kirayı hiç değilse daha iyi bir yere ödeyeyim, diye düşünüyordum ciddi ciddi.
Sayfanın alt yanında çerçeveli bir ilâna takıldı gözüm. “Yaşlı Beye Refakatçi Aranıyor.” “Refakatçi”ye güldüm. Hangi anlamdaydı bu refakatçilik? Gözümü kaydırıyordum ki yazının altındaki “Turunçlu” ile telefon numarasını gördüm. Uykum açılıverdi.
Ayaklarım yanıyordu; güneş yükselmişti. Dolmuşla Turunçlu yirmibeş dakika tutar, diye hesaplara başladım. Önce buradan telefon ederdim elbet. Bu “Yaşlı Bey” çok hasta değilse… Yemek pişen, sivrisinek akınlarına karşı biraz olsun korunan bir evde… Düşleyecek olduktan sonra sonuna dek gitmeliydim: Ev denize bakardı herhalde; dahası, yüzme havuzlu olabilirdi. Sıcaktan gündüzün durulmaz pansiyon odalarıyla, kahveler, denize girilebilir kayalıklar, yemek bitince de azıcık oturulabilir, yemeği yenir lokantalar arasında gidip gelerek biraz okumak, eşe dosta iki mektup üç kart yazmak için dört dönecek yerde… Üstelik, tatilde para kazanmak… Canım sıkılacak gibiyse, örneğin bir hafta, dişimi sıkmak… Değilse, ay sonuna dek buralarda kalabilmek…
“Aç gözlü olma!” Çocukken çok işittim bu lâfı. Ayağıma gelen fırsatı tepmemek açgözlülük mü olurdu? Fırsatmış hem! “Niye bu kadar aptalım ben?” diye söylendim ardından. “Şu saate dek, adamın biri o işe girmiştir bile!” Ama, “Gene de denerim,” deyip yukarı çıktım. Çay ocağından jeton aldım, üç adım ötedeki kulübeye girdim.
Telefon ikinci çalışta açıldı. “İlânınız… Ben, Bükönü’ nde… Yirmiyedi yaşında…” diyerek özet-tanıtımımı bitiremeden dingin, pes, genç bir ses, “Görüşelim,” dedi, “saat ikiyi çeyrek geçe burada olabilir misiniz?” Heyecandan mı, sıcaktan mı, bilemiyorum, soluk soluğa “Elbette, tabiî…” diye bir şeyler geveledim. “Yeşil Evler 27 A,” dedi ses, telefon kapandı.
“Salak!” Kendimeydi bu, tabiî… Beceriksizce konuşuşuma da kızıyordum, başıma dert açışıma da. Kaçıncı “bir daha!” Gene de, biraz değişik bir sabah yaşamağı deneyebilirdim. “13:20’de dolmuşa binerim (10 dakika bekleme payı); 12:30’da bir şeyler atıştırırım lokantada (karnım guruldamasın); 11:40’da yıkanır, traş olur, giyinirim (işe giriyorum ne de olsa); 10:30’da şöyle bir kestiririm (ağırlık basmasın), güneş de odadan çıkıp gitmiş olur; bir buçuk saat var daha, denize girip çıkar, bir çay daha içer, gazeteye biraz daha göz gezdiririm.” Usumdan bunları böyle geçirdiğimi unutmamış olmam tuhaf mı? Belki de!
Oysa o sırada, iki tuhaflığın farkındaydım, onu da unutmuyorum. Önce, “gevşeyeyim, dinleneyim; birilerine lâf yetiştirmek, bir şeyler beğendirmek, kimsenin inanmadığı ama herkesin vazgeçilmez saydığı birtakım incelikler göstermek gerekmeksizin, on gün geçireyim,” diyerek çıktığım bu dinlencenin beni bayağı bayağı sıkmış olduğu ortaya çıkıyordu. Sonra da, tersine tersine düzdüğüm bu izlence, nedense, sabaha karşı beni uyandıran, gene de yakamı bırakmayan düşün bir yerini –neresini, nesini, çıkaramıyordum ya– anımsatıyordu.
Çay istedim, denize girmekten vazgeçtim, gazeteyi açtım önüme. Tepemde bir ağustosböceği cazırdıyordu. “Evdeki hesap” başlığının yarım kalmışlığı altında, 1. sayfadaki bir haberin arkası: “Soyguncular, mağazaya girdikleri andan başlayarak izlenmiş olduklarını söyleyen polisin gösterdiği televizyon kameralarını, gizlenmiş olmadıkları halde, görememişlerdi.” “Yazık!” demek mi geldi içimden, ne?
Gözlerimi örttüm elimle. Yanımda kimse yoktu, piyanonun arkasındaki köşede dikilmiş duruyordum. Bir iki kişi, değişik yerlerde durup birileriyle el sıkıştıktan sonra çıkıp gitmişti. “Ben de çıkayım,” diye geçirdim içimden. Karşımda, elinde bir tepsi tutan ev sahibesi “Siz gidemezsiniz,” dedi, “ölmeniz gerek. Buyurun, şu balık ezmeli ekmeği alın.” Duraksamış, bakmıştım yüzüne. “Şunu alın, haydi. Acı çekmeyeceksiniz. Olsa olsa hafif bir uyuşukluk, hafif bir buruntu. Bekletmeyin bizi.” Sözler, sesler seçikti bu düşte. Bense, ağzımı açmadan tartışıyordum kadınla. Ama tartışmanın anlamı yoktu sanki. Balık ezmeli ekmeği geve geve gittim ardından. Bileğimden tutmuş çekiyordu. Pek az konuk kalmıştı ortalıkta. Bir sehpanın çevresinde beş altı koltukta, kadınlı erkekli oturuyordu kalmış olanlar. Geniş bir minder vardı yerde, koltukların karşısında gibi. Oraya uzandım. Hepsi gözünü dikmiş bakıyordu. “Ölmeniz gerektiğini bilmenizi beklerdik doğrusu. Niye uzattınız bu kadar?” dedi gülümseyerek kadınlardan biri.
Onlarla birlikte beklemeğe başladım. “Öldürenler ölmeli, değil mi ama?” diyorlardı arada bir; değişik sesler, değişik vurgular arayan, deneyen oyuncular gibi.
Eve girdiğimde şaşırdım. Hocamın eviydi bu. Çocukluğumda çok gelmiştim. Küçücük bir evdi; küçüklüğünden, sığılmazlığından ötürü de ilginç bulur, severdim. Onca eşyanın, o kocaman yatağın, o kocaman duvar piyanosunun nasıl gene de sığdırıldığını anlayamazdım. Oysa şimdi alabildiğine genişti aynı ev. Boğaziçindeydik herhalde: Denize bakan geniş pencerelerin önünde duruyordu piyano. Ama kuyrukluydu bu. Tam kuyruk, dinleti piyanosu… Salonda kırk kişi kadar vardık herhalde. Işıklar çok güzel ayarlanmıştı. Yumuşak bir sarılık yayılıyordu koyu mavilerin, lacivertlerin arasına. Ev sahibesi kırk yıllık arkadaşımdı, ama bu evini hiç görmemiştim daha. Piyanonun başında konuklarıyla konuşuyordu; koyu mavi kadife bir giysi vardı sırtında, simi belli belirsiz bir Hint tülüne sarınmıştı…
Beni görünce gülümsedi, bir adım attı, önüne gelmemi bekledi, “Gelebildiğinize pek sevindim,” dedi, “özel kalem müdürünüz ‘İstanbul’a gitmesi gerekebilir, ama Ankara’ daysa muhakkak gelmek istiyor,’ demişti. Buyurun! Hoş geldiniz!” Ben ben değildim besbelli; Ankara da Boğaziçine açılıyordu. Yaşını başını almış, önemli bir kişiydim bu düşte. Ama ev sahibesi de eski arkadaşım olamazdı: Yirmisekiz, yirmidokuz yaşında gencecik bir kadındı çünkü. Balıklı ekmeği getiren ev sahibesi başka biriydi. Düşün ilk bölümünde mindere uzanıp bekleyen ben ise, gençtim, yani bu yaşımda…
Elimi gözlerimin üzerinden çektim. Kameraları ortada duran dükkâna ilişkin haber, karşımda duruyordu. Çay beklemişti biraz. Saatim 09:51 diye kıpışıyordu. O sabaha karşı gördüğüm düştü bu. Nasıl da anımsayabilmiştim böyle ince ince?
Denize baktım; girmeyecek, tasarladığım düzene uymak üzere gidip uzanacaktım. Ama uykum yoktu artık. Karşımdaki masada portakallı gazoz içen, mayolu bir adam vardı. Uzun bacaklı, sıska; vaktini neyle dolduracağını bilmeyenler takımına yerleştirdim onu hemen. İki gazete, bir mizah dergisi önünde dürülü durduğu için mi? Benden yana bakar, gözlemler gibiydi. “Okumak değil, konuşmaktır derdi,” kararına vardım. “Bu sabah, ahbaplıklarla harcayacak vaktim yok,” diye haber verdim ona içimden. Göz göze geldik. “Üsteleme, vaktim olsa da konuşmam,” demeğe getirerek gözümü denize kaydırdım. Kalktım sonra.
Uzandığımda saatim 10:10 diyordu. Telefondaki sesin yüzünü kurmağa çalışırken uyuyakalmış olacağım. Uzaktan, sonra da çok yakından saatin dı-dı-dı-dıt’ı geldi. 11:30. Duşun altına girdim.
Dolmuş, beni beklermiş. Bindim, kalktı. Sürücünün arkasında oturuyor, biraz sonra gireceğimiz, aşılması en az oniki dakika süren sürekli dönemeçler bölgesinin başlayacağı noktayı –ne yalan söyleyeyim– biraz kaygıyla bekliyordum. “Dönemeç, düz yola oranla anlam taşıyan bir sözcük,” diyordum içimden, “‘sürekli dönemeç’ durumu anlatıyor ama, anlamsızlaşıyor da, yolu, kafanızdan, küçücük küçücük parçalara bölmedikçe…” Silkindim. İşe girmeğe gidiyorsam, kendimi, sorulabilecek birtakım sorulara hazırlamam daha akıllıca olmaz mıydı? Araba sertçe duraladı, kapıda bir karaltı algılamamla birlikte hızla ileriye atıldı. Sürücü ile esenleşen karaltı bize doğru baktı, yüzü yabancı olmayan bir delikanlı kılığına girdi. Bir an gözü bende kaldı. Kırık bir gülümsemeyle başını salladı. “Arkadaşı da gömdük ağabi…” dedi.
Kafam işledi. Beş gün önce Turunçlu’dan gelirken bu delikanlı gene yolun ortasında bir yerlerde arabaya binmiş, az önce geçirdikleri kazayı bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı sürücüye. Dolmuşlardan birinde sürücü yardımcısı olduğunu söylemişti bize dönerek. Üç yolcuyduk yalnız; sürücü “Bükönü’nde işim var, beklemeyeceğim,” demişti yola çıkarken. Kazayı biz de dinliyor, araba dönemeçten dönemece girip durdukça kaygılanıyorduk. Asıl kaygılanacağımız şey, elbette, sürücünün –yoldan çok– arkadaşına bakmasıydı. Yanımdaki yolcu, yalnız bana işittirmeğe dikkat ederek “İnsanlar yalnız kulaklarını kullanabilecekleri halde niye gözlerini de ille katarlar dinlemelerine,” diye fısıldadı. Güldüydüm acı acı. Hiçbirimiz “sen yola bak hele,” diyemediğimiz için şu sürücüye. Kaza düz yolda olmuş, karşıdan gelenle çarpışılmıştı. Yolculardan dört kişi ölmüştü. Karşı tarafın sürücüsü de. Delikanlının “Reşitağabi”si çok ağır yaralanmış, hastaneye yetiştirilmişti ama…
Çocuk beni tanımıştı, kaç gün sonra; gömdükleri de “Reşitağabi”iydi besbelli.
Bu sürücümüze diyecek yoktu. Gözlerini yoldan ayırmıyor, her dönemece usulca uyuyor, hızını ayarlıyordu. Birden “Ölen sürücüyü unuttunuz mu?” diyen bir kadın sesi sessizce konuştu bir yerlerimde. Ev sahibesi, düşümde, niye ölmem gerektiğini öyle mi açıklamıştı yoksa? Zaten bu sabah “üçüncü düş” diye düşünebilmem de bundan ötürü müydü? Ya da, bundan ötürü değil miydi? Cinayetle, bilmediğim, işitmediğim bir cinayetle suçlanıp…
“Hop, hoooop!” dedim kendi kendime, dönemeçleri unutup, “sen dinlenmeğe mi gelmiştin, kaçırdığın keçileri seyretmeğe mi?”
Kendi sözümü dinlerim ben; keçileri de, ölü sürücüleri de kışkış ettim. Düz yolda gider, otlayan koyunlara bakar gibi, baktım havadan aştığımız koya. Dönemeçlerin sonuna geliyor olmalıydık. Ovaya doğru pek kıvrılmadan inen yola geçtik az sonra; Turunçlu uzakta, denizin orada, mısır patlağı gibi duruyordu. Saatim 13:57’yi gösteriyordu. “Dikkatli sürücü bu yolu 32 dakikada alır,” diye karar verdim.
Turunçlu’da pazar kurulmuştu. Garajla çarşının arası ana baba günüydü. Güç belâ atabildim kendimi hastanenin önüne. Oradan ötesi kolay olurdu.
Kocaman bir yellecin serinlettiği (kokusunu da biraz olsun dağıttığı) bir derici dükkânından sordum Yeşil Evleri. Hanımın gülücüğünden, bu Evlerin “iyi” yerlerden sayıldığını çıkarsadım. Epey yürümem gerekeceğini de öğrendim. Yola düştüm.
27 A’nın kapısı önüne 14:13’de vardım. Terlememek için gölgelik yerleri kollamış, ağırca yürümüştüm. Kapıyı açan kadın, “Buyurun, beyefendi sizi bekliyor,” dedi, tülbendini sıkıladı, kapının yanında duran plastik torbayı alıp çıktı, “ben gidiyorum,” diye ekledi dışarıdaki sıcağa, çiçeklere doğru. Ardından bakakaldım. Kapıyı örttüm sonra. Kanatsız, kemerli bir kapının ardından, “Buyurun,” dedi telefondaki ses. Yürüdüm.
Genişçe bir eski zaman yazı masasının ardında oturuyordu. Sağındaki bir koltuğu gösterdi. Adamı tanıyordum; daha doğrusu, yüzü çok bildikti. Her günkü adsız yüzler arasından her gün belli bir noktada rastladığımız için seçtiğimiz, bilir olduğumuz yüzler gibi. Ya da, belli, ama şimdi hiç çıkaramadığım, sık sık gelip gittiğim bir yerde, her gidişimde gördüğüm bir yüz gibi. Ya da… Ama bildiğim, yalnız yüzü de değildi sanki. Oturup “Hoş geldiniz/Hoş bulduk!” töreni bitesiye, yani on-onbeş saniye içinde, adamı değişik işler yaparken, değişik yerlerde değişik biçimlerde davranırken de görmüş olmam gerektiğine karar verdim.
“İş için başkaları da başvurdu mu acaba?” deyiverdim. Dediğim anda da hatâ ettiğimi düşünerek, arkasını bağlayamayarak, durakaldım.
Önüne baktı. “Notlarına bakıyor.” İçimden geçirdiğimi yanıtlıyor olabilirdi: “Sizden önce iki kişi telefon ettiydi. Teşekkür ettim. Sizinle konuştuktan sonra bu telefon çalmadı zaten.” Gösterdiği yeşil telefonun yanında bir sarısı, karşısında bir mavisi vardı.
Öteden beri bildiğim, sıkıntısını çektiğim bir durumda kalmıştım gene: Adamın yüzü bildik bir yüzdü ama bir türlü yerleştiremiyordum, onu –her zaman– gördüğüm çerçeveye. Çalıştığım, gezdiğim yerleri gözümün önünden geçirmem gerekiyordu, okul yıllarını, alışveriş ettiğim yerleri, kimbilir daha nereleri… İlk kez yirmi yaşındayken böyle bir şey başıma gelmişti. Ama vakit yoktu şimdi. Bu durumda konuşmak çok tatsız olacaktı; bakarsın, buradan çıktıktan beş dakika sonra…
“Bir şey sormuyorsunuz… Bu kadar çekingen olacağınızı düşünmezdim doğrusu. Oysa sabah telefon ettiğinizde bu işi ister gibiydiniz…”
“Yüzünüz yabancı gelmedi de, huzursuz oldum, kusura bakmayın,” mı diyecektim? Özür diledim. “Evet,” diyebildim sonunda, “aradığınız kişiden beklediğiniz nedir?..”
Battıkça batıyordum. Oda çok sıcak değildi ama terlemeğe başladığımı duydum. Sıcaktan geldiğim için de değildi bu ter.
Ağzının kıyısında, her yana çekilebilecek türden bir küçücük kıpırtı. “Sizi buyur eden Eminanım eve bakar ama, ilândaki yaşlı Beyle, yani amcamla, arkadaşlık etmek, doğrusu, güçtür biraz. Geçimsizcedir, baştan söyleyeyim. Bana alışmıştır, iyi anlaşırız. Ben oniki günlük bir yolculuğa çıkmak zorundayım. Onu yalnız bırakmak istemediğim için ilân verdim. Amcamı bu yaz, iki aylığına yanımda kalmağa güç razı ettim. Şimdi yalnız bırakmak olmaz. Sizin vaktiniz sınırlı değildir, umarım.”
“Ay sonuna dek, yani onyedi gün kalabilirim. Beyefendi şu anda nerede?”
“Ne yazık ki şimdi tanışamayacaksınız. Komşu köylerden birine gitti. Teber’e; pek eski bir arkadaşının yanına. Bu sabah onu oraya bıraktım. Akşam gidip alacağım, sekiz suları… Hiç yaşlı bir insanla meşgul oldunuz mu?”
“‘Evet’ desem yalan olur; gerçi dedemin hastalığı sırasında, annemle birlikte, üç ay kadar baktık ona… Annemse yaşlı sayılmazdı; hastalığı pek kısa sürdü. Hastanede yatıyordu… Ama amcanız yatalak değil, hasta ile de karşılaştırılmaz herhalde…”
“Karşılaştırılmaz ama, yaşlıların benzeşen yanları vardır sanırım… Sabırlı olmanız, huyuna suyuna gitmeniz yetecektir gene de.. Balkonda oturursunuz güneşsiz saatlerde. Gazete, kitap okursunuz ona. Ara ara yiyecek içecek bir şeyler verirsiniz. Hasta değildir; ama tez sabırsızlanır.”
Eli sağ arkama doğru yönelmişti. İlk kez baktım, balkonu, çiçekleri, karşıdaki evleri, ortadaki havuzun –yüzme havuzu besbelli– bir ucunu gördüm. Gözlerim adama doğru dönerken televizyonu, kitaplıkları, rahatlığı hemen belli olan koltukları kaydetti. Adamın arkasında bir rafı dosyalarla, iki rafı ciltli kitaplarla dolu bir kitaplık daha vardı. Ruhbilim, hukuk, tıp kitapları, bir dizi de ansiklopedi seçebildim gözümü adamın gözüne dikesiye.
“Özür dilerim, adımı söylemedim galiba,” dedim. O da söylememişti. Adımı biliyormuş gibi davrandı. Onun adıysa hiç bildik gibi gelmedi kulağıma.
“Peki Uğur. Anlaşıyoruz sanırım. Ben döndükten sonra da iki-üç gün kalabilirsiniz isterseniz. Biribirimizden memnun kalırsak, ileride de birlikte çalışabiliriz…”
“Yakalayabildiğim ilk beceriksizliği,” diye düşündüm. “Yanımda çalışabilirsiniz, size iş verebilirim demiyor da, ‘birlikte çalışabiliriz’miş!…” Niye bu adama tepki göstermeğe bu kadar hazırdım ki? O anda bu da şöylece geçti içimden.
“Bu para, sanırım, size az görünmeyecektir,” diyerek bir zarf uzattı, gözü kaşı ile, paraya bakmamı istedi.
Baktım. Başımı salladım. “Odanızı göstereyim, yukarıya buyurun.”
Tek kişilik, havuza, çiçeklere tepeden bakan bir odaydı. Amca beyin yanında yatmam istenmiyordu. “Amcamın odası,” diye bitişik odayı gösterdi. Aşağı indik.
“Eşyanızı toplayıp gelirsiniz. İşte anahtarlar: Şu üst kilit için, genellikle kullanılmaz; şu da alt kilidinki. Girmenize bu yetecektir. Buyurun. Çıkarken iki kez çevirmeniz yeter. Yemekler buzdolabında. Ocak çakmağı, tabaklar, çatal bıçak, ekmek kutusu… Gerisi zaten görülebilecek yerlerde.” Hepsinin yerini göstermişti. “Yedi buçuğa dek gelebilirsiniz herhalde. İstediğinizde yemek yersiniz; bizi beklemeyin. İsterseniz televizyona bakın. Ha, size şu kaseti de bırakıyorum; sanırım ilginç bulursunuz. Akşama görüşürüz.”
Kapının önündeydik.
Bu kez, terlemekten korkmadan, gölgelik aramadan, gereğinden belki biraz hızlı adımlarla deniz kıyısına doğru inmeğe başladım. İçimdeki tedirginliği anlamağa, çözümlemeğe çalışarak.
Durup dururken “işe” girmek, dinlencenin tembelliğinden, sorumsuzluğundan, yaşlı, geçimsiz, yani huysuz bir adamın bakıcılığına balıklama dalmak… Bunlar beni ürkütecek şeyler değil. Düşündüm. Param verilmiş. Adam –işveren mi demeliyim bundan böyle, patron mu?– yokken canım sıkılsa da, ofurdayıp pofurdasam da, Amcayı bırakıp gidemem. Mi? “Ne halin varsa gör, yeğeninin parası da burada işte, benim yapacağım bu kadar,” deyip giderim çok bunalırsam. İmza da atmadım…
Orası öyleydi. İşten bu kadar kolay sıyrılacağımı sanmak, belki aşırı iyimserlikti. Ama zincirle bağlı da değildim. Tedirginlik bununla ilişkili olamazdı.
Yokuşun dibine varmıştım. Karşıya geçtim. Rıhtım üzerinde gezinenler vardı tek tük. Çoğu denizden dönmüş, dondurma yalayarak, simit geverek oyalanıyordu. Kahvenin tentesi altında oturup gazete, kitap, dergi okuyanlar, sıcak, soğuk, bir şeyler içenler vardı. Bu saatin sessizliğini ancak yirmidört saat sonra bulabilirdim bir daha. “Oysa yarın,” diye düşündüm, “bu saatte, yukarıda Amca Beyin yanında olacağım artık…” Güldüm, “özgürlüğümün son sessizliği” diye düşündüğüm için. Ama biliyordum, bu kılığa sokulup söylense de durumumdaki değişiklik beni tedirgin edecek bir şey olamazdı. “Doğru dürüst” bir iş bulasıya dayısının bayağı zengin işi kırtasiye dükkânında öğleden akşama dek çalışıp dükkânı kapayan bir adam…
Kahveye girip oturdum. Bacaklarımı uzattım, gözümü tenteye diktim. Dükkânı düşünerek kendi kendime ne demek istemiştim, karar veremedim.
Dükkânda sıkılmadığımı mı, sıkılmanın benim gözümde aşırı önem taşımadığını mı?
Çay söyledim. Fazla oyalanmamalıydım. Bükönü, toplanma, Turunçlu’ya dönüş, eve çıkış, en geç 19:25’de kapıdan içeri girmek…
Bardak masa ile ağzımın tam orta yerindeyken durakaldım.
Patronun davranışı. Her şeyden önce! Sonra da kendi…
İlânı, benim başvurmam için vermiş gibi davranmıştı. Düpedüz. “Adam gönderip bulduraydı beni bari, Bükönü’ndeki kayalığın üzerinde!… Masrafa girmezdi o kadar.” Ama bu kadar kolay savacağım bir kuruntu değildi bu. “Kimsin, nesin,” yok. Bunları zaten bilir gibiydi, öyle konuşmuştu. “Keçilerim, keçilerim… Depreşme içindeler gene!” Benden olsa olsa iki-üç yaş büyük görünüyordu ama saldığı üstünlük havası, işveren niteliğinden değil de, yaşından, o da değil, alışkılarından, yoo, hayır, o da değil… benimle kurduğu, kurmak istediği ilişkiden, tamam, bu, bundan ileri gelir gibiydi.
“Dayım bile, kırksekiz yaşında olduğu halde…”
Ama bundan da öte bir pürüz vardı: Sanki her şeyi en ince ayrıntılarına dek tasarlamış, benim bu tasara –hiçbir şeyden haberim olmadığı halde– harfi harfine uyacağımdan da emin görünmüştü. Bana güveniyordu. Tanımadığı halde.
Bir daha durakaldım.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKılavuz
- Sayfa Sayısı112
- YazarBilge Karasu
- ISBN9789753420051
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı ~ Meltem Çıplak Nayır
Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı
Meltem Çıplak Nayır
Bosna’dan İnegöl’e, İnegöl’den Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a uzanan bir aile hikâyesi… Balkan Savaşları’ndan günümüze, yüz yıllık, dört kuşaklık bir serüven… Cumhuriyet’in kalbinde serpilen, genç Cumhuriyet’le...
- Yıkım Günleri ~ Nedim Gürsel
Yıkım Günleri
Nedim Gürsel
Nedim Gürsel Yıkım Günleri adlı bu kitabında özel hayatından yazarlık uğraşına, Covid salgınından Ukrayna Savaşı’na, keşfettiği kentlerden eski aşklara ve yolculuklara uzanan bir eksende buluşuyor okurlarıyla; sevinçleriyle kederlerini,...
- Aşk Notası ~ Aydilge
Aşk Notası
Aydilge
Kayıp Bir Notayım Ben! Ellerimi Tut. Düşüyorum. Yaklaştır Dudaklarını. Kalbimin Müziğini Duyamıyorum. “Sen gelmeden önce kendimi ölümün ucunda sallandırıyordum. Sense ipimi çözüp beni kalbine...