Belki sonra olanlar olmasa geçip gidecek, unutulacaktı bu olay.
Sadece Alin’in mızırdanmaları kalacaktı ya da babamın ona soğuk davranmaları. Mumçiçeği olamamış, ne kadar verimli olursa olsun Çukurova toprağına ekildiğinde bitememiş, kendini iyi bir öğretmen olmaya ve bizi yetiştirmeye, kendince bir hayat yaratmaya adayan annemin yine araya girmeleri, sonra tıpkı babam gibi kendi kabuğuna çekilmeleri…
Onlar sadece iki kırılgan sümüklüböcekti, değişir görünseler de hep aynı kalan evlerinde.
Yel olup kavuran, dalga olup çarpan Adana’nın sıcağında, 1995 yılında genç bir avukatın müvekkiliyle buluşmasıyla başlar hikâye. İncirlik Üssü’nün gölgesinde, dönüşen şehrin 1966’sına savruluruz sonra, bitmiş gitmiş bir acı olaya şahit yazar bizi Taçlı Yazıcıoğlu.
1983 Haziran’ına geldiğimizde kahramanımız Belgi alır sözü, on bir yaşının saflığı, zekâsı ve heveskâr gözlem gücüyle. Annesi, babası ve ablası Alin ile yaşadıkları Eser Apartmanı’na taşınan bir Amerikalının ve o siyah Converse’li gencin bütün yaşamlarını baştan sona değiştireceğinin henüz ne kendisi ne de diğerleri farkındadır.
Taçlı Yazıcıoğlu ikinci romanıyla, yıldız sarmaşığı gecelerde, incir gölgelerinde, dam serinliklerinde saklanan kederli sırları, bilinmeyen ya da görmezden gelinen Adana’yı cesur bir naiflikle, hiç yazılmadığı gibi yazıyor. Bambaşka bir Adana romanı armağan ediyor edebiyatımıza.
*
SES
SES
SES
Sıcaklar hep erken gelir Adana’ya. Gelişleri her yıl üç aşağı beş yukarı aynı aylara denk düşse de erken gelmedikleri zaman yoktur. Mayıs oldu mu çoğunuzun yaz dediği mevsim çoktan yaşanmaya başlar. Sıcak şehrin tam tepesinden, Tepebağ’dan, kaynayarak etrafa dalga dalga öyle bir yayılır ki, bilen göz onu hemen tanır. Dalgalı bir sıcak denizi olur tüm şehir. Hangi dama çıksa insan, manzara çöl misali sallanır hararetten, az biraz da rutubetten. Eski zaman camlarının ardından bakıyormuşçasına yol yol dalgalanıverir evler, apartmanlar. Bizi hep sarıp sarmalayan sıcak, başkasını hem yıkar hem de yutar. Sefasındayken bizler, yabancısı daha ilk dalgada alabora…
Sıcak bazen yel olur eser, gölgelere işini yaptırmamacasına etrafı yakar kavurur. Sokakta yürüyen o ipince kumaştan kolsuz elbise giymiş kadının eteklerini üfürür, çıplak ensesinden ter olur akar. O kavruk delikanlının sırtına yapışır. Uzaklardan beyaz ucu görünen Aladağlar’ı eritip beslediği Seyhan’a bile kıyar. Koca nehri bir ayda kurutur. Estikçe delirtip kendine uydurur. Bembeyaz cibinlikleri yelken gibi doldurur, dam dolu semasında seyrettirir. Bazen de durur. Orada, öylece, hiçbir şey yapmaksızın. Kol altında, gözdeki bakışta, alındaki damlada. Kaçacak gölge bırakmaz, sizi kimseyle paylaşmaz. Şehre dağılmış turunçlara, kauçuklara sığdırmaz, harareti sığındırmaz.
Evler, ağaçlar, gölgeler, tüm takım taklavat, hepsi dostudur o deli sıcağın, onunla savaşmamayı öğrenmişlerdir zamanla. Zaten onunla geçinmeyi hatta sevişmeyi bilmeyenin vay haline! Hem de ne sevişme, kan ter içinde, meftunu olacak kadar; içinde yüzdürmesinin, her dalgada sevmesinin, okşamasının, bazen de acıtıp yakmasının. Dost olmaz, ancak dost tutulur o sıcak, çünkü vurur o, hem de hiç acımadan. Cana bile kıyar, gözünü kırpmadan.
Sevmeyene, hırpalayana, yüz vermeyene daha çok düşer ya gönül, öyle âşığızdır ona. Gelsin istemeyiz, gelmeyince de bekleriz. Sarıp sarmalasın, hiç yanımızdan ayrılmasın, yaktıkça yaksın ki, her şerden arındırsın.
Aşkıyla vücudumuz kavlasın, harlı yüreğimizi dağlasın. Ensemizden öylece kaysın, insin…
Anlatanı çoktur onun. Bize kendi sesimizle yeni bir hikâye hediye etsin.
GÖL GİBİ ZAMAN
3 Mayıs 1995
Sıcaklığından zerre vazgeçmeden yine doğmuştu güneş. Gözleri kendiliğinden açıldı. Dar mesafeli otobüs koltuğunda gerinmeye çalıştı. Nerede olduklarını anlamak için hemen camdan baktı. Bir çocuğun kâğıdı tam ortasından ayırıp altlı üstlü sadece iki renge boyadığı bir resim gibiydi dışarısı. Yeşil ekinlerin üzerine kurulmuş camgöbeği bir gökyüzü. Resmin yeşilleri azalmaya, yerlerine iki katlı, cibinlikli, sıvasız binalar dolmaya başlayınca doğruldu. Sanki zaten dibine dek açtığı yeşil kalem bitmişti. Tek renk için bir kutu boya kalemi alınır mı? Alınmaz. Gri yaprak hiç olur mu? Olmaz. Tık-tık mikrofona nefesiyle vuran muavin hiç değişmeyen servis güzergâhını sıraladı. Sonrası da aynı terane olacaktı, sola dön, biraz daha git, sağa dön, çizgili alana yerleş ve park et. Etrafta otobüsler bekleyecekti tek tük. O seyahat, şu seyahat. Nerede o eskinin bağırmalı çağırmalı, sesleri karıştırmalı, terden lahmacuna, bin bir kokulu kalabalığı, herkesin birbirine çarptığı keşmekeş! Karmaşayı yok edenler hep gurur duyar.
Bir şeyler yazarken uyuyakaldığı ece ajandası, daha doğrusu ece’si, gece boyu kucağında açık beklemişti. Ne yazdığına bakmadan kapattı. Çantasına, itinayla katlayıp koyduğu cüppesiyle dosyaların arasına yerleştirdi. Başını dayadığı hırkayı alışkanlıktan üstüne giydi, sonra hemen çıkardı. Çantasına koysa cüppesi kırışabilirdi, koluna attı. Kapı açılınca içeri akın eden ılık ve temiz havayla zihni berraklaştı. Bavulu yoktu. Duruşma, sonrası, evden bir gece dahi kalmadığı için işiteceği onca sitem; tüm bu yükler binecekti yol yorgunluğunun üstüne. Hafiflikti ona bütün gün gereken. Hemen yan tarafta bekleyen servise bindi. Gideceği yere daha yakın olsa da Dörtyol’da değil, iki sene öncesine kadar otogar olan Garajlar’ın önünde inecekti. Artık olmayan bir yere gideceğine kimse şaşırmıyorsa, orası hâlâ vardır.
Saat yedi bile olmasa da şehir kendiliğinden kalkmış, tepesindeki sabah pusu dağılmış, yaya, traktör, at arabası, minibüs, etraf çoktan dolmuş. Hiç akmıyormuş gibi duran nehrin suyu henüz çekilmemiş, yerli yerinde. Taştan adacıklar suyun altında uslu uslu bekliyor. Sel olup şehri harabeye çevirmekten kaç kez vazgeçen Seyhan bu mevsimde öyle sakin görünürdü ki, koskoca nehrin kendini upuzun bir göl sandığını düşünürdü. Baraj dolu olduğundan salmışlardı suyu. Demek kışın Toroslar’a kar yağmış bir dolu.
Adliye’nin açılmasına daha bir buçuk saat vardı. O tarafa doğru yola koyuldu. Gelişigüzel serpiştirilmiş, senelerdir yerinden milim oynamamış, kırık dökük beyaz heykellerin, neyin parçası olduğu çoktandır meçhul mermerlerin bulunduğu müze bahçesi, önünde bekleyen her defasında susamı, kıtırı pekmeze bulanmış dört çörek aldığı tablacı, alıştığı ne varsa hepsi oradaydı, bin küsur yaşına rağmen hâlâ taşımaya azimli Taşköprü de. Çörekleri sıkıp çıtırdattı. Etrafın gürültüsünden sesi işitmek yerine hissettiyse de kulaklarıyla duyduğunu sandı. Adliye merdiveninin üstündeki, tapınaklara nazire, süssüz püssüz, dümdüz yükselen sarımtırak sütunlar da yerlerinden kımıldamamıştı. Birazdan orası dolacak, esas halini alacaktı; müvekkiller, avukatlar, yan tarafa sıra sıra dizili önlerinde daktilo, üstlerine şemsiye açılmış tahta taburelere oturmuş arzuhalciler, merdivende ya da sütunun birine yaslanmış dertli derin konuşanlar, dedikodu yapanlar. Giriş heybetli olunca, adalet daha mı çok yerini bulur?
Sütunları geçip adliyenin yanındaki eski püskü, birbirine yapışık iki katlı binalardan birine girdi. Merdivenden üst kata çıkarken yazıhanenin kapısını açık bulacağını biliyordu. Eskiden babasıyla sık gelirdi. Sadece bir kez gelmişti, babası olmadan. O gün. Üçü birlikte. Sıcaklar iyice bastırdığında. Sıcak değil de sıcaklar denmesinin sebebi kesin şu amansız mücadele yüzündendi. Gelen alelade bir hava durumu değildi tabii, kalabalık ve yenilmez bir orduydu!
Cereyanıyla gurur duyulan bu yazıhane sanki hayatını ayıran bir çizgiydi, öncesini ve sonrasını hatırlatan. Neredeyse her şeyin demirbaş olduğu tek bir oda. Masadaki açık mavi Facit daktilonun üstüne konarak her sabah baştan sona okunan Yeni Adana. Arada sırada oraya yazı yazan Hikmet Abisi, son yıllarda kullanmaya başladığı gözlüğü burnuna düşmüş, ondan geçmiş güzel anıları hatırlatacak bir replikle içeri girmesini bekliyor.
“Bu sabahının da sahibi benim, Hikmet Abi” diyerek kapıda belirdiğini görünce ayağa kalkacak, iki elini de açarak, “Peki, gün bulutta kalır mı? Kalmaz tabii” diyecekti. Sonra da, “Koca avukat yeğenimle çöreğimiz gelmiş, çayımız kahvemiz gelmemiş”lerle ona doğru yürüyecek, “Adana güneşinden fıyan akça pakça olur böyle” derken onu kucaklayacaktı. Bunların kıymetini tam anlayamayacak kadar gençti ama aklındaki senaryonun aynısını yaşayınca kendini on bir yaşında hissetti. Kıkırdayarak güldü. Adana’ya geldiğine yine sevindi. Ankara’nın kalabalığına karışmış koşuşturup duran, önemsiz duruşmalara yollanan çaylaklığı, burada, okumuş koca avukat olmuş, başarılı yeğen ya da evlat statüsüne dönüşüveriyordu, hem de fakslı, bilgisayarlı büroda çalışan. Hep çok yoğun ve daha az esmer.
Sabahın o saatinde güneş, yılda bir-iki ay hariç hep açık duran pencerelerden henüz içeri dalmamıştı. Havada eksik olmayan toz topraktan hiçbir zaman temiz görmediği camlar dışarıdaki hurmanın dallarını yansıtıyordu. Kapıdan girince sol taraftaki üst üste yığılı bir sürü kitabın bulunduğu derme çatma beş kat raf çıkmış kitaplık sanki son gördüğünden bu yana biraz daha kalabalıklaşmış gibiydi. Babasıyla geldiğinde tek tek bakardı o kitaplara; her okuduğu kelimeyle de büyüdüğünü düşünürdü. Adana’ya gelen yazarları, gazetecileri de ağırlardı bu tek oda yazıhane, avukat tutmaya parası yetmeyen, dilekçe yazamayan, gerekirse üç-beş kuruşa işini takip edecek birilerini bulmaya gelmiş fakir fukarayı da.
Yılbaşından hemen önceki duruşmaya geldiğinde masanın önündeki beş tahta sandalyenin ikisini üstü minderlisiyle değişmiş bulmuştu. Minderlisine oturmazsa itiraz geleceğini biliyordu. Onun girdiğini gören çaycı çocuk kapıda bitince, Hikmet hemen çekmecedeki sarı mavi markalardan bir sarı bir maviyi çocuğa uzattı, kahvenin orta olmasını ve az sonra geri gelip tazelemesini tembih ederek. Aslında buna gerek yoktu, çaycı çocuklar kendini bildi bileli hiç geç kalmazdı. Kahvesini eline almadan önce cüppesini çantasından çıkartıp mindersiz sandalyenin üstüne serdi, kırışıklıkları biraz olsun gidermeyi umarak eliyle düzeltmeye çalıştı. Dosyalarını ve en alta yerleştirdiği iki paketten birini çıkarttı. Yerlerine hırkayı koydu. Tüm hazırlığı bitmişti.
Adliye açılana kadar, eskiler, yeniler, biraz da siyaset konuşup durdular. Severdi Hikmet Abisi konuşmayı, anlatmayı. Söze yine, “Biz sizin gibi üniversite mezunu olmasak da” diyerek başladığında karşısındakini suçlu hissettirdiğinin farkına varmazdı. Bilse ne yaptığını o lafı anında terk edecek kadar vicdanlıydı vicdanlı olmasına ama ona bunu kim söyleyecek? Hem de bu saat ten sonra. Bu sözü daha az işitmek için, o konuşurken daha çok dinlemeye çalışır, onun düşüncelerine pek karşı çıkmazdı. Sadece vicdanı temizlerin kendini suçlu hissetmeye dayanamadıklarını henüz bilmiyordu.
Aceleyle duruşmadan sonraki planını anlattı hem işe yarıyor görünmek hem de birazdan gelecek kebap davetine kalamayacağını söylemek için. Hikmet arkasına yaslanarak, “Az kaldı, artık derde tasaya mahal yok yeğenim, sayılı gün derler ya. Kısmet! Zamandaki keramet! Gözümüzü açtık kapadık, savuştu gitti. Ne sevinecek görünce şimdi seni!” dedi tüm kafiyelerinden memnun. Gelecek ay sahiden de bitecekti. Daha doğrusu öyle yapabileceklerdi. Ayrılma zamanı yaklaşınca, güç almak için olacak, sımsıkı sarılarak vedalaştı.
Adliye’ye girip çıkması bir saat bile sürmemişti. Gıcık hâkim ona haddini bildirmiş, mübaşir bile sanki kırışık cüppesine burnunu kıvırarak bakmıştı, ya da o öyle hissetmişti. Aklımız başka yerde olunca uydururuz hep böyle. Gözleri İnönü Parkı’nın önündeki minibüsleri aradı. Şansına, o tarafa giden bir tanesi durmuş son birkaç yolcusunun gelmesini bekliyordu. Boş bir tekli koltuğa oturdu, elindeki dava dosyalarını çantasına koydu. Bir süre koluna taktığı cüppesini unuttu. Fark edince katladı ve tekrar çantasına yerleştirdi. Artık kırışsa da önemi yok. Günün zor kısmı yaklaştığından, kırışık mırışık düşüneceği en son zaman.
Cezaevinin kapısında indi. Avukat kimliğini ve aynısından Hikmet’e de verdiği hediye kitabı çantasını taşımadığı elinde hazır etmişti çoktan. Yaldızlı mavi kâğıdı paketin bir ucunu hususi bantlatmamıştı kitapçıda. Belki verirken kitabı paketin içine geri koyarlar… Boş umutlar. Sonrası aranma şu bu ama yüksünmedi, ayakları geri geri gitmedi, altdudağını ısırdığının farkına varmadı. Bir aya her şey bitecekti, tuttuğu nefesini bıraktı. Her otobüs yolculuğundan sonraki yorgunluğu arada bastırıp aklını uyuştursa da, “Hapishaneye mutlu ziyaret olur muymuş? Bu sefer oldu. Bak, sağ salim geldik bugünlere” sözlerine onunla gülecek kadar neşeli başlayabildi.
“Hep ‘bu da geçer’ derlerdi, maytap geçiyorlar sanırdım. Uçtu gitti sahi.”
Bunu söylerken sağdan sola şöyle bir sallanan ele gözünün daldığını anlayınca, aceleyle başını çevirdi. O ele baktığında kan izi aradığı zamanlar dün gibiydi. Yüzlerinde gölgeden çizgilerin oynayıp durduğu o gün. Önceleri sonsuz kadar uzun olduğunu düşündüğü on iki sene nasıl da çabucak geçmişti? Geçmişti, geçerken de her şey değişmişti. Artık o elin birini öldürdüğünü düşünmüyordu. Onlar dışarıda özgürce yaşarken onca sene hapsedilmişti o el. Şimdi sadece yüreğini burkuyordu. Şalvarlı bir anne yine bağırıyordu sabah Adliye’de, “Eli kanlı katil!” Kan esas kimin elindeydi? Senelerdir aklına gelen bu soru yerine, “Çıkınca ilk ne yapacaksın?” diye sordu. Geçen defa da aklındaydı bunu sormak ama tahliyeye aylar vardı. Üzmekten çekinip soramamıştı. “Taşköprü’ye çıkıp bir buçuk sokum… Üstüne de taş kadayıfı!” Hapishanede senelerdir düşünüp durduğu, hayalini kurduğu bu muydu? Bir an sessizlik oldu, sonra birlikte kahkaha attılar. İçeriye bazen yemek, tatlı geldiğini biliyordu. O halde hayali yemekten ziyade köprünün üstüne çıkmaktı, çok uzaklara bakmak. Senelerdir hep duvarlara çarpan gözünü serbest bırakmak. “Kocaman avukat oldun artık…” “Kocaman mocaman olduğum yok, Hikmet Abi’ye de aynısını söyledim sabah. Kimsenin adamdan saymadığı, angaryadan sorumlu çömezim ben!” Söz İstanbul’a geldi yine. O mu? O hep çok yoğun. Ta İstanbul’dan ne Adana’ya gelebiliyor ne de mektup yazabiliyor. İkisi bile ancak telefonda konuşuyor… Yaşam nedense hızını sürekli artırıyor. Keşke hepsini anlatabilsem! Keşke!
Hiç durmamacasına değiştik son on iki yılda. Mahkemeler geldi geçti, okul ve tüm onlu yaşlar da. Mezun olduk, çalışmaya bile başladık. Evet, biliyorsun bunları, hepsini biliyorsun ama sen burada durdun. Senin zamanın tıpkı göl gibi görünen nehre benziyordu. Akmıyormuş gibi dursa da akan, geçmiyor görünse de ece’nin sayfasını sürekli çeviren ama bazı şeylere hiç dokunamayan. Biz hep bunları düşündük çaresizce. Hep yükünü taşıdık, neşemizin bir kısmını bir yerlere gömdük sana göstermesek de. Yalan yok, daha çok o. Sen bunu bilmesen de, o. Kendi dahil hiç kimseye itiraf edemese de. Bunları ne belli edebildik sana ne de gelecekte söyleyebileceğiz. Bazı suçlar tek başına çekilir ama bunu hiçbir zaman senden iyi bilemeyeceğiz. Senin zamanın da akmaya başlayacak şimdi. Bizse her zamanki gibi, herkes gibi, bunları düşünmeden yaşayacağız. Aklına getirdiği kitap geldi, girerken teslim ettiğini söyledi. Yaşar Kemal’in son kitabı. Yolunun üstündeki bir kitapçıya dalmış, alelacele roman sanıp almıştı. Değilmiş. Hikmet’in cevabının aynısı gelince şaşırmadı. “Hemen okurum.” Verip verebileceği sadece tek bir kitap.
*
Yine ağlayacağını sanıyordu, bu sefer nedense gözleri bile dolmadan ayrıldı. Dudağı biraz sızlıyordu. Çantası artık iyice hafif. Aklı da. Kahkaha mı kaçırır sadece yası kederi? En derin çaresizliği? Güneşe eriştiğinde durdu. Gözlerini yumdu. Senelerdir yaptığı gibi o haziranı, 1983 Haziran’ını bir gün unutmayı diledi, aklından silmeyi. “Ölmeseydi o da keşke” demeyi çoktan unuttuğunu fark etmedi.
Ama, keşke ölmeseydi. Herkes masumsa bir ölümde, neden ismi cinayetti? Herkes neredeyse masum olduğu için belki. Bu da anlatacağım hikâyelerden biri.
IMPALA
Eylül sonu, 1966
Saatlerdir güneşin altında beklemekten cayır cayır kavrulmuş beyaz metale dayadığı ıslak sırtı yavaştan yanmaya başlayınca küfrederek doğruldu. Aslında biraz daha dayansa gömleğinin terini kurutabilirdi. Sırtına batan metal arka cebindekini hatırlattı. Üstünde United States Navy yazan yassı hâkî matarayı arka cebinden çıkardı, viskiyi başına dikti. İçtiği genzini yaktı. Öksürerek birkaç adım atıp arabadan uzaklaştı. Besbeter ısınmıştı içi de, dışı da. Kızmış. Tekrar yüzünü arabaya dönerek yerdeki bir taşı tekmeledi. Taş zıplayarak arabanın çamurluğuna çarptı, izi kaldı. Yetmedi, döndü lastiği tekmeledi. Hırsını yine alamadı.
Impala’nın ne suçu vardı?
Üretildikten hemen sonra gemiye yüklenip İskenderun asfaltına teker basalı neredeyse iki yıl olmuş, ‘64 model, vitesi direksiyonda arabaya sorsak onu kullanmış beş şoför arasında en nefret ettiği oydu. Tekmeyi yiyen lastiğe bir şey olmadı ama askerin ayağı acıdı. Dahası, gömlek cebindeki Pall Mall paketi yere düştü. Yere eğilip kaldırırken küfretti. Yanından geçen bir erin verdiği selamı görmezden geldi. O gün izinliydi, sivildi. Canı cehennemeydi üssün de, sıcağın da! Ha Vietnam cehennemi, ha buranın eylülü!
Önce arabanın diğer kapılarını açıp havalandırması gerekiyordu ama yapmadı. Siyah deri koltuğun değdiği her yeri yakacağını bildiği halde yine de oturdu, uzanıp yan koltuğun camını biraz indirdi ama anahtarı anca ikinci sokuşunda denk düşürerek arabayı çalıştırabildi. Bu arabanın ilk hareket anındaki kayganlığını çok severdi. Buna bile dikkat etmedi. Nizamiyede durması gerekiyordu. Durmadı. Arkasından bakan askerlerden birinin elini kaldırarak bağırdığını gördü. Aldırmadı. Artemis’e kadar dayanıp dayanacağı on dakikaydı. Ateş gibi koltuğunda rahatsızca kıpırdanarak kötü asfaltlı boş yollarda gaza bastı. Beyaz Impala ne yavaşlayan ne de düşülmedik çukur bırakan şoförüne rağmen her defasında sadece hafifçe yaylanmaya çalışarak elinden geleni yaptı.
Yol boş sayılırdı ama nehrin üstündeki köprüde at arabaları, faytonlar çıktı yine önüne. Sertçe bastığı kornadan hepsi nasibini aldı. Sol kolunu arada direksiyondan çekip camdan sallıyor, öfkeyle kendi kendine konuşuyor ama neye kızdığını artık o da bilmiyordu. Bunları orada yapmaması gerektiği, aksi takdirde kavgaya yol açabileceği, yerli halkla iyi geçinme usulleri ona defalarca öğretilmişti ama bunların hiçbiri gitmek istediği yere bir an evvel varmaya çalışan azmış aklına gelemezdi. Kornasından, hareketlerinden, özellikle sarı kafasından kimliğini anlar anlamaz bela okuyarak bağırıp çağıranlara aldırmadan zorla sağa sapmaya çalıştı. Bir manevra, iki manevra, üç. Beyaz Impala, dapdar Tepebağ sokağına ancak sağ tarafına aldığı iki çizikle sığabildi.
Süratini azaltmadan giderken önüne çıkan tablacıyı görünce frene bastı. Kocaman bir toz bulutu kapladı etrafı. Hızla camını kapatmaya çalıştı ama yan koltuğunki yarı açıktı, içeri toz doldu. Tablacı bir eliyle başındaki kasketi tutarak üç tekerli tahta arabasını daha hızlı sürmeye başladı ama gideceği bir yer yoktu. Duvarlara dayanmış, ayağı çıplak, kel kafalı, ayık halinde çiklet
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap Adıİncirlik Yazı
- Sayfa Sayısı248
- YazarTaçlı Yazıcıoğlu
- ISBN9786256162754
- Boyutlar, Kapak13.5x19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yazılar 5 – (1937-1962) ~ Nazım Hikmet
Yazılar 5 – (1937-1962)
Nazım Hikmet
Yazılar, Nâzım Hikmet’in çok yönlü yazar kişiliğini farklı bir boyutta sunuyor: “Orhan Selim” imzalı Akşam yazılarında İstanbul’un bugün bile diriliğini koruyan temel sorunlarını irdelerken...
- Gurbeti Ben Yaşadım ~ Ahmed Günbay Yıldız
Gurbeti Ben Yaşadım
Ahmed Günbay Yıldız
Savaş yıllarına dayanan, iman, sadakat ve hasrete dair, yürek dağlayan bir destan…
- Bir Kürt Sevdim ~ Dilek Bilgiç Esen
Bir Kürt Sevdim
Dilek Bilgiç Esen
“Ben Diyarbakırlıyım Gülşah” dedi sanki işlediği bir kabahati dile getirir gibi. “Sense Balıkesirli!” diyerek şaşkınlığımı ikiye katladı. Adımla hitap edişi, memleketimi bilişi? Bu nasıl...