Yukarı Kale, bilimkurgunun büyük ustası Stanislaw Lem’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarına eğildiği ve “kendinden olabildiğince uzaklaştığı” kitabı. Lem, dizginleri belleğine bırakarak ama tüm sorumluluğu da kendi üzerine alarak, gerçekleri gün yüzüne çıkarayım derken tekinsiz bir hayal dünyasına açılıyor.
Bu hayal dünyasında, yaradılış baştan dizayn ediliyor, yeni bir krallığın inşasına girişiliyor ve efsanevi kaleye çıkan kapılar büyük harflerle resmediliyor. Yukarı Kale, Lem’in daha çocukluktan yeni dünyalara atılma hevesini açıkça görebilmemize, metaforlarla inşa edilen bir yaşamın muhtemelen en karanlık ve en muzip dönemine tanıklık edebilmemize olanak sağlayan, dili ve “kurgusuyla” türdeşlerinden apayrı bir yerde duran benzersiz bir anı kitabı.
I
Lilliput sakinlerinin Güliver’in ceplerinde bulduğu gizemli nesneleri hatırlıyor musunuz? Tahta perde olarak kullanılabilecek bir tarak vardı cebinde, düzenli aralıklarla rahatsız edici bir ses çıkaran dev bir cep saati bir de. Ve ne işe yaradığı bilinmeyen başka nesneler. Ben de bir zamanlar o cüceler gibiydim. Babamı, o yüksek arkalıklı sandalyesinde otururken kucağına tırmanarak tanımıştım. Hem tütün hem de hastane kokan siyah takım elbisesinin dokunmama izin verilen ceplerini karıştırır dururdum. Sol göğüs cebinde, iri yaban hayvanlarının avlanmasında kullanılan mermi kartuşlarına benzeyen metal bir silindir vardı. Bu silindir döndürülüp açıldığında iç içe yerleştirilmiş bir dizi nikel kaplı huni ortaya çıkıyordu. Bunlar spekulumlardı. Yan cepte de dibine kadar kullanılmış bir kurşun kalem bulmuştum. Altın bir mahfazanın içindeydi ve benim parmaklarımda olmayan bir güçle bastırıldığında bir klik sesiyle kalem ortaya çıkıyordu. Ceketin cebindeki metal kutu tehditkâr bir şakırtıyla açılıyordu ve kadifeyle döşenmişti, içinde sadece minik bir cüzdan vardı, onun içinde de bir düğmeye bastığınızda açılan katlanmış bir süet kumaş parçasından başka bir şey yoktu. Yaylı bir kapağı olan minik gümüş bir kutu, onun içinde de tabana düz kauçuk bir bantla tutturulmuş bir gümüş parça vardı. Koyu menekşe rengiydi. Dokununca parmaklarınıza mürekkep bulaşıyordu. Ceketin diğer cebinde ise ortasında delik olan yuvarlak bir ayna bulmuştum. Çatlaktı ve elastik bir bantla ele takılabiliyordu. Ayna yüzümü kocaman gösteriyordu. Gözümü irisin büyük kahverengi bir balık gibi yüzdüğü bir havuza, kirpiklerimi ise havuzun çevresindeki sazlıklara dönüştürüyordu. Yeleğin üzerinde bir kenarına tutturulmuş altın bir zincir uzanıyordu. Üç katlı, yine altın bir saat bağlıydı zincire. Saatte Roma rakamları ve minik bir kol göze çarpıyordu. Arka kapağını açmayı, ne kadar uğraşırsam uğraşayım başaramıyordum. Orada, hareket ederken parıldayan yakut gözlü küçük tekerlekler yaşıyordu.
Babamı boyle yakın çekimlerle tanıdım işte. İnce siyah çizgili beyaz gömlekler giyerdi, kollarının yenlen minik düğmelerle ilikleniyor, kolalı yaka da yaka düğmeleriyle dik tutuluyordu. Çamaşır çekmecelerimizde bu eski yakalardan birkaç tane daha bulmuştum. Onlara dokunmak hoşuma gidiyordu. Yakalardaki sertlikle esnekliğin karışımı, onlarla ilginç ve işe yarar bir şeyler yapılabileceğine dair muğlak bir his uyandırıyordu içimde. Babamın kravatının dokusu yumuşak, rengi ise siyahtı. Kuşağa benziyor, fular gibi bağlanıyordu. Şapkasının yumuşak, geniş bir kenan vardı ve kauçuk bir lastik bant onu yerinde tutuyordu, bu bant şaklatmak için çok uygun görünüyordu bana. Evde ortalıkta duran iki baston vardı, biri zaman zaman kayboluyordu. Sıradan bastonlardı ama amcamınki gerçekten ilginçti. Gümüş sapı bir at başı biçimindeydi. Çok yaşlı, zorlukla yürüyen, arada bir bize gelen bir adamın bastonu daha değişikti. Topuzu fildişinden bir bastondu bu. Bastonu pek inceleyememiştim, çünkü geldiği zaman hırıldamasından dehşete düşüp saklanırdım. Beni korkutmaya çalışmadığını hiçbir zaman anlamadım. Büyük amca ya da öyle bir şeydi ama bir amca gibi gelmiyordu bana.
Brajerska Sokağı dört numarada ikinci katta oturuyorduk. Babamla Mickiewicz Caddesinden Cizvit Bahçesine ya da Aziz Jur Ortodoks Kilisesine doğru yürüyüşler yapardık. Babamın bastonunu neden yanına aldığını bilemiyorum, çünkü ona hiç yaslanmazdı. Bahçenin karla kaplandığı kış sabahları Marszalkowska Caddesindeki Jan Kasimir Üniversitesinin önünde volta atardık. Orada başımı iyice geriye atar, tuhaf taştan şapkalan olan yarı çıplak dev heykelleri görmeye çalışırdım. Hareketsizdiler ama gizemli işler yapıyorlardı. Biri oturuyordu, diğeri çıplak dizine yasladığı bir kitabı tutuyordu. Boynu ha bire yukarı uzatmak çok yorucuydu, bu yüzden daha çok babamın diz hizasından izliyordum olan biteni. Bir keresinde her zamanki dantelli ayakkabısını giymediğini fark ettim, ayağında
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYukarı Kale (SL11)
- Sayfa Sayısı184
- YazarStanislaw Lem
- ISBN9786254496554
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAlfa Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus ~ Erin Lurus
Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus
Erin Lurus
“Biz, sonsuza dek birbirimize bağlıyız. Bu konuda ikimizin de yapabileceği hiçbir şey yok. Dünyanın öbür ucuna da gitsen kalbin bana ait. Benim ki de...
- Snowglobe ~ Soyoung Park
Snowglobe
Soyoung Park
Sürekli kışın hüküm sürdüğü bir dünyada, yalnızca iklim kontrolünün sağlandığı Kar Küresi şehrinin vatandaşları bu dondurucu soğuktan kaçabilir; ne var ki görünüşte kusursuz bu...
- Dona Flor ve İki Kocası ~ Jorge Amado
Dona Flor ve İki Kocası
Jorge Amado
Dona Flor ve İki Kocası, Latin Amerika edebiyatının usta ismi Jorge Amado’nun fantastik romana yeni bir soluk ve açılım getiren başyapıtı. Çapkın, kumarbaz ve...