“Benim için, vatanın için, fikrin için yaşayacaksın!”
1892 yılında yayımlanan Turfanda mı Yoksa Turfa mı? Mizancı Murat’ın ilk ve tek romanıdır. Türk edebiyatının ilk siyasal ve ilk idealist romanlarından biri sayılan eserde, dönemin sosyal ve siyasal panoraması eleştirel bir üslupla çizilmiştir.
Yazarı tarafından “milli roman” alt başlığıyla sunulan eserin kahramanı, Cezayir’de büyüyüp Fransa’da tıp eğitimi aldıktan sonra devletine hizmet etmek üzere İstanbul’a gelen Mansur’dur. Mizancı Murat’ın kendisiyle özdeşleştirdiği bu idealist karakter, İstanbul’a gelir gelmez bürokrasideki çarpıklıklara tanık olur; erk sahiplerinin vurdumduymazlığı, eğitimdeki ciddi sorunlar ve ahlaki yozlaşma onu hayal kırıklığına uğratır. Ancak yılmaz, idealinden vazgeçmez; toplumun yararını kendinden üstün tutar.
İmparatorluğun Tanzimat dönemi sonrasına İstanbul, Cezayir, Suriye, Lübnan ve Aydın’dan bakan Turfanda mı Yoksa Turfa mı?; ele aldığı konular, içerdiği fikirler bakımından Türk edebiyatı klasikleri arasında ayrı yer tutan bir eser…
ÖNSÖZ
Bizde roman ismi pek ucuz olarak alınıp verilmektedir. Beş on seneden beridir ele alınması caiz olmayan kaba sevişme tasvirleri “milli roman” unvanı altında itibar bularak büyük bir itinayla okunmaktadır.
Hususiyle, bir taraftan yabancılara karşı yaradılışımızın güzelliğinin derecesini ortaya koyacak olan bu gibi eserlerin zararlarını göstermek ve ispat etmek, diğer taraftan da eline bir kalem alıp “Leyla” ve “Mecnun” isimlerinin yerine nadiren işitilen diğer isimleri koyarak kafiyeli ve seciyeli ifadelerle âşıkane konuşma yahut mektuplaşmalar yazmaya muktedir olanlara “edip” denilemeyeceğini anlatmak fikir ve maksadıyla, Mizan gazetesinin sütunlarında “Üdebamızın Numûne-i İmtisalleri” başlığıyla bir tenkit bahsi açmıştık.
Bahis, mesuliyeti Mizan’a ait olmayan sebeplerden ötürü devam edemedi. Fakat tenkitler esnasında oldukça muteber ağızlardan “Tenkit ve itirazda bulunmak kolaydır. Hüner, öyle bir eseri meydana koymaktır” gibi mantığa uymayan sözler çıkmıştı. Mağazada satılan bir kumaşı beğenmemek için mutlaka daha âlâ bir fabrikacı olmak lazım geleceği kabilinden olan bu iddia hiç de makbul iddialardan değilse de kabul edip iştirak edenler çok oldu. İşte bu gibi itirazcılara, bir hikâye tertip etmek için mutlaka Alexandre Dumas olmak lazım gelmeyeceğini göstermek üzere Mizan’ın son defa kapatılmasından faydalanarak şu romanı kaleme aldım. Edebi tenkitlerin başında söylediğim ve izah ettiğim üzere, süslü yazı yazmak ve ediplik iddiasında değilim. Fakat güzel yazı yazma noksanını, söz konusu eserlerde mevcut olmayan fikir ve tasvir yoluyla telafi etmek ve esas kaideleri itibarıyla gerçekten “milli roman” vasfına layık bir eseri kıymetli okuyucuların iyiyi kötüden ayıran bakışları önüne koymak fikriyle kalemin hokkaya batırıldığını saklayamam. Padişah Efendimizin içinde yaşamakla iftihar ettiğimiz terakkilerle dolu asrında her şey mükemmellik kazandığı hâlde, ahlaki faziletlere büyük tesiri herkesçe kabul edilen ve milli edebiyatın mertebesini gösteren roman kısmına kalem sahiplerinin ehemmiyet vermemesi dikkate çarpacak hâllerden bulunduğu için “karınca kaderince” sözünün mânâsına uyarak gücüm ve kabiliyetim yettiği kadar vazifeye başlıyorum. Romanın ismine gelince, o da bilhassa seçilmiştir. Hikâyenin içinde tasvir olunan şahıslardan Mansur, Zehra, Fatma, Mehmet, Ahmet Şunudî zamanın yeni mahsulleridir. İleride çoğalacak emsallerinin ilk önceleri, yani “turfanda”ları mıdır yoksa kimsenin beğenmeyeceği cemiyet düşkünleri, yani “turfa”ları mıdır diyerek okurlara sual soruyoruz ki bu soruyla kalplerinde uyanacak teessürden ne dereceye kadar doğru yolda olduğumuzu anlayacağız.
Mizancı Murat
1
VARIŞ
Yirmi, yirmi beş sene önceki bir zamandayız. Ay, güzel kokular saçan baharın goncalar açan nisanı, gün ise hilafet merkezi diyarının din kardeşliği günü olan kardeşlik cumasıdır. Karadeniz’in Boğaz’a yakın bir yerinde bulunuyoruz. Dersaadet1 ile Varna arasında işleyen Lloyd Kumpanyasının2 Volkan vapuruna binmiş, Varna’dan İstanbul’a geliyoruz. Sabah vaktidir. Ufuktan henüz yükselmeye başlamış olan cihanı aydınlatan güneşin hayat veren renkleri, denizin yüzü ile vapurun sağ tarafını çevreleyen yeşil Rumeli sahilini hüzünlü parıltılara boğmuştur. Demir yolu bağlantısı kurulmadan evvel Varna postası, bilhassa nisanda Şark ve Garp’ın şair ve ediplerinin layıkıyla vasıflandırmak ve tasvir etmek için münasip söz bulmaktan aciz kaldıkları Boğaziçi ile İstanbul’un latif ve ihtişamlı manzaralarından kendilerine yeni duygular ve lezzetler aramak üzere gelen Avrupalı seyyahlarla dolmuş bulunurdu. O gün de bunlardan yirmi kişi vapurda mevcuttur. Volkan, Fener dubasını sol tarafında bırakarak aheste aheste Boğaz’ın ağzına doğru ilerlemekteydi. “Bosfor! Bosfor!” yani “İstanbul Boğazı!” haykırışları ağızdan ağıza geçerek yavaş yavaş güverteden aşağıdaki salona, salondan da uyananlarla dolmuş bulunan küçük kamaralara kadar yayıldı. Giyinmiş olanlar hemen yukarıya çıkmaya, yataktakiler de aceleyle giyinip hazırlanmaya çalışarak birkaç dakika sonra hepsi güverte üzerinde toplandılar. Yirmi kişiden ibaret olan bu birinci mevki yolcularının hemen yarısı fesliyse de feslerin açık kırmızılığı, kalıpsızlığı, püsküllerin eğreti iliştirilmesi fese alışkın olmadıklarını hatta fesçi dükkânına uğramak lüzumunu dahi hissetmediklerini kâfi derecede gösteriyordu. Ancak üç yolcunun fesleri düzgün olup yalnız onların yerli oldukları belli oluyordu. Güverte üzerinde toplanmış bulunan seyyahların hepsi meşguldüler: Kimi dürbünle bakıyor kimi de etrafa göz gezdiriyordu. Vapurların, yelkenli gemilerin, odun ve kömür kayıklarının çokluğu, etrafa hâkim Yuşa Tepesi, hep aranılan Boğaz’ın, seyahatin en son gayesinin yakında olduğunu gösteriyordu. Lakin Boğaz güzellik ve ihtişamıyla henüz arzıendam etmemişti.
Tahminen yirmi, yirmi bir yaşında fesli bir delikanlı şafak vaktinden beri güvertenin üzerinde hazır bulunarak iki eliyle davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş olduğu hâlde, azim ve tefekkürü ifade eden derin siyah gözlerini ileriye dikmiş ve sanki zihnindeki düşüncelere ve kalbindeki gizli duygulara dalmış gibi kendisini ve etrafındakileri unutmuş duruyordu. Hâl ve kıyafetinden Fransız olduğu tahmin olunan bir yolcu, dalgın delikanlıya yaklaşarak Fransızca, “Mösyö Mansur Bey! Şüphesiz defalarca buradan geçip görmüşsünüzdür. Boğaz’ın ağzı, dağın eteğine doğru uzayıp körfez gibi görünen şu köşe değil midir?” dedi. Mansur Bey diye hitap edilen o delikanlıda hiçbir ses ve hareket görülmedi. Fransız sualini tekrar etti. Delikanlıda yine bir cevap eseri görülmedi. Bütün vatandaşları gibi aceleci olan Fransız, hiddet ve hayretle omuzlarını kaldırdı. Bir kere alaycı bir bakışla baştan ayağa kadar delikanlıyı süzdükten sonra homurdanarak öbür tarafa geçti. Delikanlı mıhlanmış gibi yerinde, tavrında, bakışında sabitti. Sanki bir şeyi kaybetmekten korkuyormuş gibi hatta göz kapaklarını görünmeyecek derecede süratle indirip kaldırıyordu. Diğer vapur arkadaşları gibi çokluk etrafa da bakmayıp hep ilerideki meçhul noktaya gözlerini dikmişti. O noktaya bir an evvel kavuşmak arzusu her hâlinden belliydi. Vapurun sürati yetmiyormuş gibi başını dik tutmakla beraber acelesinden vücudunun üst tarafını öne doğru eğmiş bulunuyordu. Arada sırada gözlerinin fevkalade parlamasına tesadüf eden manidar tebessümler, yüreğinin bir sevinçle hazlandığını ima ettiği gibi, bazen de renginin değişmesiyle yüzünü kaplayan ciddiyet, zihninin bilinmeyen bir endişeye saplanarak üzüldüğünü gösteriyordu. Hâsılı delikanlının her hâli ve davranışı, kalabalık içinde bile dikkatleri kendisine çekecek derecedeydi. Kusursuz dış görünüşü iltifatları üzerine çekecek şekildeydi. Çekme, parlak, düşünceli, utangaç gözleri, uzun, ince siyah kaşların altına sığınmıştı. Kenarları kibirle kıvrılmış sivri ve nazik burnu asalete, büyücek fakat güzel bir şekilde bulunan ağzı yiğitliğe delildi. Teni beyaz, saçı siyah, omuzları geniş, beli ince, uzuvları mütenasipti. Giyinmesi de sade ve zevkliydi. Bu delikanlı kimdir? Korku ve sevincine yol açan sebepler nedir? Sevinci, eğer uzun bir ayrılığın ortaya çıkardığı dayanılmaz bir hasrete nihayet verecek bir kavuşma heyecanından kaynaklanıyorsa ya o korku ve telaşı nedendir? Yoksa kavuşacağı sevgililerin içinde hayatı tehlikede olduğu haber verilen bir peder, valide, kardeş mi yahut bir gönül arkadaşı mı var? Boğaz’ın ağzına girilince vapurda gürültü çoğaldı. Kimi, “Şu Rumeli Feneri’dir.”, “İşte Kavaklar!”, “Şu da Telli Tabya!” diyerek ilk defa gelenlerin ortalarında bilgiçlik taslıyordu. Yolcuların birçoğu da sevinç ve hayret sedalarına ortalığı boğarak çapariyle uskumru balığı avlayan yüzlerce kayığı göz hapsine almışlardı. Balıkla sanki donanmış çapari, yukarı çıkarak sabah güneşinden gümüş gibi parladıkça “Bravo!” sedasıyla alkışlamaktan kendilerini alamıyorlardı.
Bizim delikanlı bunlardan sanki habersizdi. Yine o hâlde, sessiz sedasız olarak bir mıknatıs kuvveti gibi kendisini çeken “ileri”ye bütün hissiyatını vermişti. Kulağının bir ses işittiği yoktu. Devamlı ileriye bakan gözlerinin hedefini tayin etmek dahi güçtü. Belki gözlerinden ziyade gönlüyle görüyordu. Vapur, Kavak önünde, her zamanki karantina muamelesi için bir hayli müddet bekledi. Bu sırada etraftaki tabyalar, Sarıyer, Büyükdere hakkında birçok söz verilip alındı. Bunlardan hiçbiri yine Mansur Bey’in kulağına ilişmedi. Yalnız bir defa Büyükdere piyasasıyla sefarethane yazlıkları zikredildiği sıradaydı ki Mansur’un hâlinde bir değişiklik meydana gelmişti. Lakin bu değişikliğin sebebi anlaşılamadı. Belki düşünce silsilesi o sırada kesilerek kendisini uyandırmıştı. Değişikliğin ardından birçok kalbî hissiyatlarını açığa vuran garip bir bakışla Büyükdere piyasasına doğru bir müddet baktı. Bu hâl bir defa daha etraftakiler arasında, “Hünkâr İskelesi”1 ve “Balta Limanı”2 lakırdısı geçtiği sırada tekrarlandı. Lakin hiçbiri uzun sürmedi ve bir dakika kadar olsun, delikanlının meçhul düşünceleriyle olan alakasını keserek tavır ve hareketini bozmadı. Boğaziçi’nin tabiatın güzelliklerinden en az haberdar olanlarını bile hayran eden o latif yalıları, dağları, ilkbahar zümrüdüyle bezenmiş, türlü türlü göz alıcı renkleri ve bilhassa erguvan çiçekleriyle minelenmiş bulunan cennet gibi bayırları vapur yolcularını çıldırasıya heyecanlandırıyordu. Mansur Bey ise sanki bunlara baka baka bıkmış gibi, kayıtsız kalıyordu. Bakışlarını ve düşüncelerini birtakım meçhul emeller üzerinde toplayarak heykel gibi davlumbaz kenarına dikilmiş, duruyordu. Halbuki bu acayip delikanlı birinci defa olarak hilafet merkezine gelmekte, yani şu eşsiz manzaraları yeni görmekteydi! “Görmekte” mi? Yanlış söyledik. Mansur Bey, bir şey görmüyordu. Gözleri açıktı. Fakat beyni, kalbî duygular ve üzüntülerle dopdoluydu. Gözün gördüklerine ayna olması gereken beyninden bir zerre kalmamıştı. Mansur Bey, ilk defa olarak İstanbul’a geliyordu. Ah, İstanbul’a gelmek! Osmanlı saltanatının merkezi, İslam hilafetinin makamı bulunan İstanbul’a kavuşmak! Doğuştan fedakârlık duygusuyla süslenmiş, fikri ilim kazanmakla aydınlanmış, milli fazilet ve emelleri kavrama gücüne sahip olmuş, muhterem ümmetin mazisini, şu anını, istikbalini düşünerek zihnini yormuş, yurdundan uzak, gayretli, imanlı bir Müslüman için bunun ne demek olduğunu tahmin etmek acaba o kadar kolay bir şey midir? Kuvvetle zannederiz ki pek güçtür. Çünkü o hâl, ahlak ve beşeri faziletlerin hemen yegâne numunesi bulunduğu için düşünce âleminde layıkıyla kendisini ortaya koymamış olan İslamiyet’e mahsus yüksek bir vasıftır. Çocukken en tatlı bir rüya gibi zihninde yerleşmiş, fikirlerinin ilk büyük uyanışı sırasında en aziz hülyalara zemin olmuş, hayatta meslek ve maksadını tayin etmek zamanı gelince en mukaddes emellerin elde edilmesine, en ulvi fikirlerin gerçekleştirilmesine merkez olmak üzere seçilmiş bir “kıblegâh-âlem”e ilk defa yaklaşmakta bulunan bir vatanseverin kalbi böyle mühim bir dakikada hiç göze meydan verir mi? Kavaklar, Büyükdere, Beykoz, bütün Boğaziçi gözünde ne kadar latif ve gönlünde aziz olsa yine “İstanbul” değildir. Yabancı memleketlerden gelen Mansur Bey gibiler için vatanın tezek kokusu bile amber gibi gelir. Lakin şimdi onların sırası değildi. İstanbul yakında! Vücudunun kıllarına varıncaya kadar her zerresi, hayalinde çoktan beri canlanmış olan “İstanbul” ile kavuşmaya hazırlanmıştı. Gözlerini, vücudunu ileriye çeken elektrik kuvveti, işte o “İstanbul” denen cazibe kuvvetiydi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıTurfanda mı Yoksa Turfa mı?
- Sayfa Sayısı352
- YazarMizancı Murat
- ISBN9786052654996
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yolgeçen Hanı ~ Pınar Selek
Yolgeçen Hanı
Pınar Selek
Bir kaçışın hikâyesi ve 12 Eylül’ün ardından gelen şarkılar… Kimliklerinin peşine düşmüş dört genç: Devrime olan inancını asla yitirmeyen ve bu uğurda sevdiklerini terk...
- Ustam ve Ben ~ Elif Şafak
Ustam ve Ben
Elif Şafak
Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de… Tarihimizin en önemli ve çalkantılı dönemlerinden biri olan 16. yüzyılda İstanbul… Hindistan’dan gelen beyaz bir fil ve...
- Babamın Bavulu ~ Orhan Pamuk
Babamın Bavulu
Orhan Pamuk
“Yaşadığı kent İstanbul’un hüzünlü ruhunun izlerini sürerken, kültürlerin birbiriyle çatışması ve kaynaşmasının yeni simgelerini buldu.” 2006 yılının Aralık ayında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken sözlerine...