“Derler ki sevda insanın ahlakını düzeltir, yanıltsa bile sevelim: Mademki insanız!Of! Böyle boş işlerle uğraşmak da hoşa gitmiyor ama zamanın mecburiyetlerine uymak lazım geliyor.Bir gün olur da şu arzular defterimi bir gözden geçiren bulunursa, insanın değilse bile, benim insani hissiyatımın suretini görmüş olur.
O okurdan şunu rica ederim ki yazılarımı düşünmeye layık bulursa gerçekleştireceği değerlendirmede vereceği kararı sırf kendi vicdanı olarak kabul etsin… Kendi vicdanında bulduğu hükmü benim vicdanımda da beyhude aramasın…” Zehra ve Karabibik yazarı Nabizade Nâzım’ın bu kitabı, modern edebiyatımızda eşcinselliğin görünür olmaya başladığı en önemli ve etkileyici metinlerden biri.Kuşakları etkilemiş romanlar, ufuk açıcı öyküler, ezberlere kazınmış şiirler… Gazetelerde kalmış söyleşiler, gezi yazıları, denemeler, makaleler… Edebiyatımızın farklı dönemlerinden, iz bırakan metinler Kısa Miras’la bir araya geliyor.
Mazi, ki hizane-i ademdir,
Bâdî-i teessür-i nedemdir,
Saklar o defain-i hayalat,
Değmez ona dest-i ihtiyalat.
Benim sözlerim;
Ahbaplardan biri bana garip bir macerasını hikâye etti.
Bu macera sırf insani olduğu için hoşuma gitti.
Bu yakınlarda halkımız doğallığa, sadeliğe çok önem veriyor… Öyle mitolojik şeyler artık lezzetle okunmuyor. Bu nedenle dostumun macerasını yine kendi dilinden kaleme alarak yayımlamak istedim, şu esercik meydana geldi. Dostumun verdiği Yadigârlarım adını olduğu gibi bıraktım.
Yadigârların sahip olduğu hissiyat ve fikirler pek çok kimselerce kınanmaya layık görülecek sanırım. O gibi kişilere karşı dostumun şu sözünü söylemekle yetinirim:
“Rica ederim, kendi akıl yürütmelerinizle bulacağınız hükmü sırf kendi vicdanınız olarak kabul ediniz. Öyle bir vicdanı bende de mutlaka aramayınız!”
İşte bu kadar.
Nabizade
İŞTE YADİGÂRLAR BAŞLADI
1 İstanbul, 25 Nisan 1292
Kalemi ele aldım. Ne yazacağım? Heyhat! Kalemim de yazma iktidarı göremiyorum. Elim titriyor, beynim çatlıyor. Of! Şu hayat bence tahammül edilemez bir azap oldu. Herkes ne kadar şen, ne kadar memnun görünüyor, halbuki ben vücudumdan2 pişmanım. Hüzünlerin dalgalanma şiddetiyle fikrim kederlere boğuluyor. Vakit gece, hava karanlık… Matemli, ıstıraplı kalemim, gönlüm gibi bitkin, titrek ve sönük bir alevle yanmakta olan mumun şu sayfaya vuran donuk nuru içinde birtakım siyah ve kesintili izler bırakmaktadır. Şu satırlar geçmiş mutluluğumun gölgesi olmuş ol sa, ah! Ümitsiz fikrim gibi sisli bir hava arkasından bir yıldızı görüyorum ki ara sıra göz kırpmakta ve güya hüznün yorgunluğuyla bitkin kalan gönlüm hemen hemen sonsuz bir uykuya hazırlanmaktadır. Aşk! İşte en manasız, işte en manalı bir kelime. Aşka mana verebilenlerce aşkın manası vardır. Mana veremeyenlere göre manasızdır. Aşk cennet arzusuymuş. Cehennem azabıymış. Hayatın ruhuymuş. Ölümün kanadıymış. Aşk belirtisinin, dışı beğenenlerin gözünde başka, içi beğenenlerin katında başka manaları var. Halbuki bin türlü yorumlamanın özü şu: Aşk ne olursa olsun tabiidir. Sevmek! Sevmek neye derler? Bunu kesin olarak belirlemede herkes âcizdir. Aşkın mahiyeti henüz açığa çıkmamış… Yer altlarından çıkan ilk insanlarca neyse bizce de aşk odur. Ben âşık mıyım? Kim bilir. Mazimi araştırıyorum, birçok aşk izleri buluyorum. İşte şu an da gönlümde bir aşk izi hissediyorum. Fakat bir taraftan da gönlümü pek bomboş görüyorum. Eğer âşıklık bir güzelliğe fikrini bağlamak, daima onun hatırasıyla uğraşmaksa ben şu anda âşığım. Halbuki heyhat! Âlemde vücudumdan emin değilim, aşkımdan nasıl emin olurum? İnsanın bazı halleri var ki gerçekten pek gariptir. Bu haller herhalde kibir ve gururundan meydana gelmiyorsa mutlaka terbiye tarzından ortaya çıkıyor.
* * *
Hüzünlüyüm. Hüznüm tarife gelmez. Aşağılamaya maruz kaldım. İşte gör ey gururlu benlik, ey dik başlı fikir! Minneti ve aşağılık halleri hor görürken insanın en kahreden aşağılamalarını canına minnet sayıyorsun. Yürü ey sebatsız mahluk! H ile karşılaştım. Ah! Canilere, edepsizlere hitap eder gibi, –yanımdan geçerken– “Çok mahcup olacaksınız!” dedi. O anda gökler başıma yıkıldı, beynime yıldırımlar indi sandım… Arkasından koştum. Göğsüm ıstırapla feryat ediyor, asabım öfkeyle titriyordu. Dişlerim kilitlenmiş gibi söze müsaade vermiyor. Of! Şu cehennemî işkenceyi ömrümde çekmedim. Bin gayretin neticesi olarak, “Sevgimden nefret mi ediyorsunuz?” diyebildim. Oh! “Ondan bahsetmiyorum,” müjdesini aldım. Müj de miydi, kara haber miydi bilemem. Ben müjde sandım. Ayrılmam gerekiyordu. Beynime bin türlü fikir hücuma girişti. Kimisi öfke elbisesine bürünmüş, kimisi miskin çehresini takmış, kimisi bir şeyler diler bir hal almış, kimisi hasta ve dermansız, kimisi zinde ve kahraman. Bu kadar izdiham arasında bir şahıs vardı ki seyri fikrime teselliyle karışık bir nevi hüzün veriyordu. Gülümseyen çehresi çatıksa da kara gözleri pek parlak, gazaplı bakışı pek iltifat ediciydi. Bu çok garip vücutla evvelce bir yakınlık hissediyordum; ama vaktini ve mevkisini tayinden tamamen âcizim. Sebebini bilemem, bir güdü beni ona doğru yaklaştırıyordu. Bu şahıs bana merhametle bakarak yüzüme güldü, bu gülümseme rahatlamama sebep oldu. Ellerini omzuma atarak beni baştan aşağı süzmeye başladı. Bakışından gönlüme bir çarpıntı geldi; fakat herhalde sevimli bir çarpıntıydı. Aşkın geçmiş hallerinin bu somut hayalini birer birer hatırladıkça ömrüm gözümün önünde geçit töreni icra ediyor sanıyordum. Mazinin hissiyat tabloları –üzerlerine örtülmüş olan unutma örtüsü kudretli bir el tarafından kaldırılmış gibi– en parlak renkleri, en canlı manzaralarıyla hep seyreden gözlerimin önünde, sırasıyla beliriyordu.
Bu tablolardan bazıları şiirle aşkın bir araya gelişini tasvir eder yolda mutluluk veren bir seyir sunardı. Bazıları da keder ve ayrılık acısının en kahredici zamanlarını tasvir ederdi. Bazıları yavaş yavaş, çokları şimşek gibi pek tez geçer giderdi. Bu harikalar güya beyaz bir el tarafından birdenbire kesiliverirdi; her tarafı bir sükûnet, mutlak bir hiçlik istila etti. O mahşer izdihamından eser bile kalmadı. Fakat –kendimde kendisine gizli bir çekim hissettiğim– o gurbet mahluku hâlâ eski vaziyetinde duruyordu. Bana akıllıca nasihatler vermeye başladı fakat arada etrafına çekinen meraklı bakışlar yöneltmekteydi. Dedi ki: “Mutlaka onu affetmelisin.” Affetmek mi? Beni hor görsün etsin de ben onu âcizler gibi affedeyim; sükûtum mağlubiyetime, belki suçluluğuma yorulsun. Mümkün değil. Kabahatli cezasını çekmelidir. “Göze göz, dişe diş! İşte tabiatın kanunu.” Muhatabım beni ikna için bin türlü sözler söylüyordu, bense vicdani muhakememle meşguldüm. Bu esnada gördüm ki sevdiğim yanımızdan geçti. Bakışında bir nevi rica manası hissettim. Fikrim muhatabın sözlerini birer birer hatırlamaya başladı. Ah! Bana bir lakırdı söylemiş olsaydı derhal ayaklarına kapanır, ben ondan affımı temenni ederdim. Halbuki ey gurur! Sen yine benden el çekme. Ne mümkün! Af istemeye değil, affetmeye bile ihtimal yok. Elbette ceza çekmelidir! Defol ey hakaret sever şahıs! Senin aradığın adam burada yok. Ben öyle aşağılanmayı kabul edemem. Yine heyhat! Sırrına bir türlü akıl erdirmek mümkün olmayan aşkın zorlayıcı bir despotluğu da bu: Hakarete teşekkür!
İşte aşk beni yine iğfal etti. Beni hor görene af dileyen bir mektup yazdım. Af mektubum o derece alçalırcasına, o derece kendini aşağılarcasınaydı ki Allah biliyor hem yazdım hem hüngür hüngür ağladım. Yine de yazmaktan, yazdıktan sonra göndermekten kendimi alamadım. Fakat eyvah! Henüz cevabına erişemedim. Beyhude bekleyiş, ey sefil âşık!
2
İstanbul, 18 Mayıs 1292 (gece)
Gayretsiz gönül! Bu ne kadar aşağılanma düşkünlüğüdür! H’den hâlâ bir cevap alamadım. Hayli zamandır ken disini de göremedim. Göremedim değil, görmedim; yani görmek istemedim: Yazdığım mektupta bundan sonra kendisini huzursuz edecek bir harekette bulunmayacağıma, sade hafızadaki hayal aracılığıyla fikrimi neşelendirmeye alışacağıma, sevgisinin hatırasını keder ve ayrılığın en şiddetli, en feci dönemlerinde kendime teselli verici dost sayacağıma güvence vermiştim. Bunun üzerine ne olursa olsun gönlümle savaşmaya ve hatta yüzünü bile görmemek için karşılaşmaktan sakınmaya mecburdum. Fikrimce diyordum ki ruhu yani sevgisi beni mesut ediyor, kendisi varsın gözümden uzak olsun, bana onun aşkıyla hayali kâfidir. Koca savaşçı, yanılıyorsun.
Aşk erbabına sorarım: Sevdiğinin sade aşkıyla kanaat edip şahsını yabancı sayacak kadar kalender meşrep bir kahraman bilir misiniz? Tarihlere müracaat ediniz. Bulamayacaksınız… Bazı romancıların hayal evinden başka hiçbir tarihte böyle bir kahraman görülmüş değil. İnsan tabiatı böyledir. Sever, lazım gelirse sevmez görünmeye çalışır; fakat başarılı olamaz. Kendisini de aldatmaya uğraşır ama yapamaz. Sırf sevdiği için intikam sevdasına düşer de en sonra ayağının toprağına kapanır. Zavallı insanlar! Aşk girdabı içinde döne döne, bata çıka bir musibet okyanusuna doğru sürüklenip giderler de hâlâ kendilerini aşkla pençeleşmeye teşvik ederler! Şu âlemde her halin belanın ta kendisi olduğunu, en ziyade hallerine uygun geldiğinden dolayı onaylayıp kabul edenler âşıklardır. “Herkes be-kadr-i hîş giriftar-ı mihnetest!”1 diyen şair, şu heyecan verici tutku evinin halini nasıl dikkatle takdir etmiş bir bilgeymiş. İnsan denilen âciz mahluk boyut gibi, zaman gibi sonsuzluklar içinde serseri gezip dolaşan ve her an binlercesi kıyamete uğrayıp binlercesi yeniden vücuda gelen bütün âlemler arasında sonsuz küçüklük derecesine ancak sahipken göz açıp kapamakla sınırlı kalan ömrü müddetince âlemler kadar sıkıntılar geçiriyor. Bir an içinde vücuda gelip hiçliğe giden haşeratın, asırlar kadar sürekli, asırların tahammül edemeyeceği derece şiddetli bir azaba uğraması fikirlere durgunluk verir!
“Ey göktekiler! Siz de dünyalıların hali gibi misiniz? Aşk; o riyakâr, o ortalığı karıştıran, o afacan, yumurcak çocuk sizde de fitne çıkarır mı? Siz de, ‘Sevmiyorum!’ deyip de daima aşka doğru acele ederek yaklaşır mısınız? Aşktan uzaklaşmak için sınırlı bir daire üzerinde harekete karar verip karşılaşma ümidini şu suretle kuvvetlendirenler sizde de var mıdır? Bir sırdaşıyla sohbet esnasında kendini aşktan yüz çevirmiş göstermek için aralıksız sevdiğinden bahse kalkışan kendinden geçmiş âşıklar sizin aranızda da bulunur mu?” Eyvah! Ben bu aşkla kötü anılacağım. Daima yükselmeye meyilli olan karakterimi böyle alçakça divaneliklere alıştırıyorum. Bana mutlaka bir gayret lazım. Hem de öldürücü bir gayret lazım. Haysiyetim uğrunda aşkı da canı da cananı da feda etmeliyim.
3
İstanbul, 18 Mayıs 1292 (sabah)
Bundan evvelki satırları yazıp bitirdiğim zaman zaten sevda yorgunluğuyla huzursuz olan zihnime bir de uyku rehaveti eklenmişti. O ağırlıkla şu talihsiz başımı yastığa koydum. Derin bir uykuya dalmışım. Heyhat! Ona uyku mu denir? Uyanıkken daha rahatım. Rüyalarımı şekillendiren hayaller, sisli bir akşam havası gibi hayal edilenlerin temsillerini ancak hayal meyal somutlaştırdığından dolayı, ne olduğu belli olmayan birtakım karmakarışık olaylardan ibaret kaldı.
Fakat gariptir ki bir-iki haftadır rüyalarımda ne H’ye ne de aşk ve muhabbete dair bir nişan görüyorum. Bunu aşkımın zayıflığına mı yorayım, orasını bilemem. Zaten âşık olup olmadığımı kesinlikle belirlemiş değilim ki: Derler ki insan rüyasında düşündüğünü görür. Halbuki ben her gece onu düşünerek kendimi kaybettim. Ben de şaşkınım. Uykudan kalktığım zaman güneş epeyce yükselmiş, âlemi hayata boğmuştu. Odamı, halimi eski surette buldum. Penceremin önüne oturdum. Pencerenin iç denizliğini teşkil eden düzgün “Kalker Karbonifer”1 mermeri üstünde şu satırları yazmakta olduğum defteri gördüm ki akşam yazdığım hatıraların son kelimeleri yüzüme hüzünlü hüzünlü gülmekteydi. Bu gülüş nice bin acı hatıra getirdi. Hemen dedim ki şu masum tebessümlere ehemmiyet vermeyeyim de defteri ateşe atıvereyim. Böyle aşağı fikirlerle uğraşmak ne büyük alçalıştır. Bundan sonra ne H. ne aşk, hiçbir şey gözümde değildir. Bunların tamamı benim için sonsuza dek vefat etmiştir dedim. Bu kararla elimi uzattım. Güya cahier’yi2 alıp parça parça ettikten sonra ateşe atacak ve küllerini rüzgâra savuracaktım. Birdenbire bir titreme elimi çektirdi. Güya kuvvetli bir Leyd şişesine3 dokunmuşum gibi… Mümkün değil yırtamayacağım.
Biraz hava almak için sokağa çıktım. Derhal yine girdim. Bu hava değişikliği fikrimi, görüşümü de yenilemiş oldu. “Haysiyetim uğrunda aşkı da, canı da, cananı da feda etmeliyim,” cümlesini nasıl cesaretle yazmış olduğuma şaştım. Feda mı? Ne kadar uzak! Can ki hayat yani varlık manasınadır, nasıl terk olunabilir? İnsan hayattan ne kadar bıksa yine ondan mahrumiyete bir türlü izin veremez. İnsanlık budur. İnsanı insan olarak tasvir etmek istersek böyle tasvir etmeliyiz. Aşk ise tabiidir. Tabiat terk olunmayınca aşk terk olunamaz, o halde canan da terk edilemez. Mademki aşk, can, canan terk olunamaz, sevmeli, hor görülmeli; fakat daima sevmeli. İşte aşkın özü! İşte aşk insana böyle aşağılanmayı öğretir!
4
İstanbul, 18 Mayıs 1292 (devam)
Heyhat! Üç yadigârımda da en garip bir hissimi tasviri unuttum. Bu his o kadar gariptir ki hatta varlığına ben bile emniyet edemiyorum da bir kuruntu zannediyorum. Aşk ne kadar garip bir şeyse bir anda iki sevdayla fikrin meşgul olması ondan da gariptir. Ben şu anda H’nin sevdasını taşıdığım halde K’nin de aşkıyla bahtiyarım. K’yi H’den evvel sevmiştim. Şimdi ikisini de severim. Fakat elbette dereceleri eşit olamaz. Bir kaldıracın
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıYadigârlarım
- Sayfa Sayısı72
- YazarNabizade Nâzım
- ISBN9789750755484
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bakışın Kirlettiği Ayna ~ Mehmet Erte
Bakışın Kirlettiği Ayna
Mehmet Erte
“Benim için gözler yoktu artık, gözleri dikenli teller gibi koruyan kirpikler vardı. Gözler vardı tabii ama kirpikleri aşıp ulaşamıyordum onlara. Gözler yoktu yani, ama...
- Sazende Şunkin ~ Juniçiro Tanizaki
Sazende Şunkin
Juniçiro Tanizaki
Şunkin şımarık büyütülmüş biriydi. Her zaman emretmiş, başkalarından beklemiş, acı çekmemiş, yorulmamış, ezilmemişti. Onun kibirli burnunu kıracak kimse olmamıştı; ama bu işi kader yaptı....
- Karate Vuruşu ~ Dorthe Nors
Karate Vuruşu
Dorthe Nors
Danimarkalı yazar Dorthe Nors, 15 öyküden oluşan bu kitabında günlük hayatın sıradanlığının ardında gizlenen karanlığı duru ve çarpıcı bir üslupla anlatıyor: karısı uyumaya gittiğinde...