Dünya ne kadar büyük devrimlerle altüst olursa olsun, dünyada erkek daima hâkim, kadın daima onun emir eridir. Kocan, kardeşin, oğlun tepende birer küstah âmirdirler. Hayat piyasasında kadının değeri düşüktür. Her gün sokaklarda kıskançlık vahşetiyle kocaları, amant’ları tarafından bıçaklanarak cesetleri kaldırımlara serilen kadınların felaketlerini gazetelerde okumuyor musunuz? Bu sayısız vakalara karşın hiçbir erkeğin sehpada cinayetinin cezasını çektiğini işittiniz mi? “Onun yaşayan yanı; romancı yeteneği, kahramanlarını kişileştirmedeki ustalığı, Türk dilini nefis bir halk mizahıyla yoğurabilişi, Türk sokağını, Türk mahalle konuşmalarını ilk defa şaşılacak bir yoğunlukla Türk romanına getirebilmiş olmasıdır. Toplumun geçiş döneminde rastlanan bütün aksaklıklara parmak basmayı bilmiştir.
Alafrangalaşmakta olan bir ortamın sivrilikleri, batıl inançlar, aile uyumsuzlukları, kuşak çekişmeleri romanlarının başlıca temalarını teşkil eder. Hüseyin Rahmi, tipik bir İstanbul yazarıdır.”Haldun Taner Hüseyin Rahmi Gürpınar, romanlarındaki kıvrak anlatımı öykülerine de ustaca taşımayı başarmış bir yazar. Romanlarında sıkça karşılaştığımız aile içi hesaplaşmalar, karıkoca anlaşmazlıkları, Gönül Ticareti’ndeki öykülerde de bolca işleniyor. Yazarın 1930’ların sonlarında yazdığı öykülerle bu tarihten otuz-otuz beş sene önce yazdığı öykülerin bir araya getirildiği bu kitap, Hüseyin Rahmi öykücülüğündeki geçişleri, aşamaları göstermesi bakımından da önemli.
İçindekiler
Gönül Ticareti …………………………………………………………. 15
Uçurumun Kenarında ……………………………………………….. 25
Hangisi Daha Zevkli? ……………………………………………….. 37
Benim Babam Kimdir? ……………………………………………… 43
Çocuğumun Babası ………………………………………………….. 53
Baltayla Doğuran Böyle Doğurur! ………………………………. 69
Tımarhane Şairlerin, Filozofların Mabedidir! ………………… 77
Er Kişi Niyetine ……………………………………………………….. 87
Kırço ……………………………………………………………………… 97
Gugular ………………………………………………………………… 107
Kıpti Düğünü ………………………………………………………… 121
Ecir ve Sabır ………………………………………………………….. 131
Kedim Nasıl Öldü? …………………………………………………. 145
Bir sabah ona Köprü1 üstünde rastladım. Şapka sağa, kravatı sola kaymış. Bol elbise içinde kurada2 vücudu daha zayıf görünüyor. Ceketinin yan cebinden ağırca bir kitap sarkıyor. Öbür cebi de tıkıştırılmış bir alay gazeteyle şişkin. Serseri bir dalgınlıkla, gözlerini yanından geçen şık bir kadına dikmiş. Bu hayranlık yüzüne alayla karışık bir hasret süzgünlüğü vermiş. Yavaşlamış adımlarla yalpalar gibi yürürken birdenbire omzuna çatarak, “Nihat,” dedim, “bu dalgınlık ne?” Bu ani rampadan biraz şaşalayarak cevap verdi: “İşte, görüyorsun ya! Şu giden güzele daldım.” “Yaş altmışı çeyrek geçiyor, hâlâ mı güzel kadın görünce kendini kaybediyorsun?” “Yok, hayranlığım estetik değil eleştireldir.” “Ne demek?” “Şimdi kadınlara gençliğimdeki düşkünlüğümle bak mıyorum. Artık onları düşmanca bir görüşle süzüyorum. Gözlerimle adeta ısırıyorum…”
“Bu düşmanlık neden?” “İhtiyarlık aklımı başıma getirdi de…” “Demek artık kadınlara mutlak bir kusur bulmak hıncıyla bakıyorsun?” “Bugünkü kadının kusursuzu var mı?” “Şu giden kadına şıklığını, güzelliğini kusur mu sayıyorsun?”
“Ne şekilde olursa olsun, sahtekârlık ahlakça iğrençtir, kanunen de cezayı gerektirir. Bu cezadan yalnız kadınlar, bu aleni sahtekârlar muaftır. Kadının yüzünde prizmanın güneşten süzdüğü yedi renkten hiçbiri eksik değil… Bu renkler de ahlakı gibi çabuk uçar. Bir düziye1 tamirle uğraşılır. Belediye bu badigeonnage’dan2 vergi alsa ihya olur. Yüzünü bandıra3 gibi ala, mora kısım kısım boyar, inceltmek için kaşlarını yolar. Topuk tarafından boyuna sekiz santim ekler. Tabiatın verdiği sima ve endamla görünmeye razı olamaz. Renk kendi rengi değil. Boy kendi boyu değil… Yaş kendi yaşı değil. Acaba bütün şahsiyetinde kadının saflığıyla kendinin olarak bulabileceğimiz nesi vardır? Yani içten, dıştan tam ayar hilesiz kadını nerede bulacağız? Boynundaki inci kendi gibi – genellikle– yalancıdır. Çorapları yapma ipektir… Göstermeye uğraştığı ruhi ve mali bütün varlıkları da hep birer balondur. Böyle kadının hali, sahte etiketle boyalı yağ satan bakkalın hilekârlığına benzemiyor mu? Bu yapmacıklar arasında onda sahici bir yürek bulunur mu?” “Haksızsın… Çok haksızsın Nihat… Bu yaştan sonra da genç kadından kendine, doğru yürek arıyorsun. Güzel bir kadının makyajını bakkalın yağ boyamasına benzetmek de sade estetikten uzaklaşmak değil adeta küfürdür.”
“Azizim, bu oyunda ben yandım. Kadın beni estetik güzelliğiyle değil hilekârlığıyla yaktı…” “Kim bu kadın?” “Eski eşim…” “Ayrıldınız?” “Başka çare var mı?” “O halde ıstırabınız dinmiş olacak?” “Hayır… Aile namusuna öyle bir kir bulaştırıp gitti ki yedi deryanın suyu temizlemez.” Böyle hem konuşuyor hem de İstanbul tarafına doğru ağır ağır yürüyorduk. Anlattıkça muhatabımın soluk yüzü ateşleniyor, gözleri parlıyor, sözleri ağzından kıvılcım gibi saçılıyordu. Bu, sokak ortasında anlatılmakla bitecek şöylece bir macera değildi. O yüreğini boşaltmak ihtiyacında görünüyordu, bende de dinlemek için bir merak uyandı. Ta Yeni Cami’nin arkasındaki sıra kahvelere kadar gittik. Kuşçu dükkânlarındaki kanaryalar tirillerini çekerken Nihat da içten bir feryada benzeyen hikâyesine başladı: “Genç yaşımda evlendim. Bu hemen herkese olağan bir kazadır. Karım güzel, çok da zeki… Acı bir tecrübenin verdiği uğursuz neticeyle söylüyorum ki güzellik ile zekânın birleşmiş olduğu bir kadınla evlenmeye kimse özenmesin. Erkek akılca daima dişisinden üstün bulunmalıdır. Bu evlilikten üst üste iki oğlumuz oldu. Sermet ile Suat… Bu çocuklar bana çok benzerler. Esmerlikleri, gözlerinin renkleri, kaşları, elleri, parmakları, tırnakları hep ben… İkisi de küçük ölçekte benim birer modelim gibidir. Derken efendim, dünyaya bir üçüncü velet geliyor. Bunun bizim soyu andırır en küçük bir tarafı yok… Tıpkı kuluçka tavuğun altındaki yumurtalara karışarak civcivler arasında çıkan bir ördek yavrusu gibi… Büsbütün başka bir cins… Şunu söyleyeyim ki biz ailece, vücut ve çehrelerinin orantısıyla övünecek bir güzellikte değiliz. Tabiatın her gün tezgâhtan itinasız çıkardığı kabataslak yaratılmışlardanız. Üçüncü oğlumuz Nüzhet’te renk duru beyaz, gözler koyu mavi, saçlar lepiska. Resim gibi, aristokratik beauté’de1 bir bebek… Gelgelelim ki bu güzellik yılan yavrusu tesiriyle beni zehirliyor. Yüreğimi burkturan şüpheyi bir türlü yenemiyorum. Bu şüphemi kadına açmaktan uzun bir dirliksizlik rahatsızlığından başka ne çıkar? Tabii suçunu şiddetle inkâr edecektir. Ben onun karşısına günahını reddedemeyecek açıklıkta, kesin bir ispatla çıkmalıyım. Fizyoloji kitaplarını araştırıyorum. Profesörlerden soruyorum: Babadan evlada esmer bir aile içinde sarışın bir çocuk doğabilir mi? Evet diyorlar. O ailenin geçmiş üyeleri arasında sarışın bir fert bulunursa bu karakter birkaç göbek atladıktan sonra gelen bir çocukta da kendini tekrar gösterebilir. Bu temin hiç de yüreğime su serpmiyor. Büyükannemden soruşturuyorum. Soyumuzda hiç mavi gözlü, sarışın kimse var mıydı? İhtiyar kadın epeyce düşündükten sonra buruşuk dudaklarıyla anlatıyor: ‘Dedelerimizden Hasekizade Muhiddin Efendi’nin torunu Çelebi İbrahim’in oğlu Enver Molla galiba kumral bir adammış…’ Ho ho hooo… Bu galiba şüphesi o kadar ezgili bir şey ki bu küçük ihtimalin kuvvetine dayanarak karımın büyük günahını affetmek için çok yüce gönüllü olmalı… Muammanın düğümünü çözecek falcıyı nerede bulayım? Baba dostu tecrübeli birkaç ihtiyardan soruyorum. Beni kuruntudan öldüren bu şüphe ıstırabına bir çare bulunuz. Bu esmer gönüme2 , bu kaba suratıma bakınız.
Benden Meryem’in kucağındaki yavru Mesih’e benzer saflıkta bir çocuk olabilir mi? Sorguma gülümsemeyle cevap veriyorlar: ‘Oğlum, deli olma! Her doğan çocuk babasının tıpkı benzeri olmaz ya! Tabiatın bu şaşırtmalarına akıl ermez. Baba soyunda sarışın kimse yoksa belki ana tarafında vardır. Böyle renk başkalığından kuşkulanıp da kadını suçlamaya yürümek insaf değil…’ Her sözün rüzgârına dönen bir şaşkınlıktayım. Bizim soyumuzda yoksa belki karımın geçmiş akrabalarında kumrallar vardır. Bir yolunu bularak Bahire’nin ağzını arıyorum. O ağır şüphemden hiçbir şey sezinlemez bir saflık ciddiyetiyle, ‘Bizim soyumuzda sarışın çok,’ diyor. ‘Ben bir tekini görmedim de…’ ‘Nereden göreceksin… Anneannem saraylı Nevres Hanım’ın saçları mısır püskülü gibiymiş. İhtiyarlığında ak pak oldu da öldü. Ondan öncekilerin de sarışın olduklarını söylerler.’ Nevres Hanım’ın mısır püskülünden davamın lehine ispat çıkarmak güç… Karımın aldığı bu saflık tavrı gerçek mi? Zihnimi kemiren şüphenin esasından şimdiye kadar onun hiçbir şey hissetmemiş olması da mümkün değil… Bazı sinirli saatlerimde yüreğimin bu acısını başa kaka, ona anlatırcasına taşıyorum. Fakat o hiç oralarda olmuyor. Ağır, dokundurmalı sözlerimi hiç üzerine almıyor. Bu renk vermemek kurnazlığındaki sağlamlığı beni ürkütüyor. Büsbütün apaçık bir hücuma da cesaret edemiyorum. Haklı davamda beni haksız çıkaracak bir şirretlikle susturursa… Elimde Nüzhet’in sarı saçlarından başka tutunacak bir delil senedim yok. Düşünüyorum. Dünyada hiçbir sır ebediyen gizli kalmaz. Mutlak bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli… Hakikat kesinleşirse ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk gene aileye kalacak… O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni ifrit eden bir hal daha var: Karım, benden olan iki oğluna karşı adeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu tercih hepimizi fena halde kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklara ait şefkat payını gasp eden bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir mahluk olduğuna bu da bir delil değil mi? Bazen kendimi tutamam. Dalaşırım: ‘Hanım, Nüzhet öz çocuğun da ötekiler üvey mi?’ Duygularını bir gülümsemeyle örtmeye çalışarak: ‘Üçü de evladım ama Nüzhet nazik yapılıdır. Her şeyden çabuk etkilenir. Ayrıca özen ister…’ ‘O bize benzemez…’ ‘Benzemez… O Rabbimin gökten indirdiği bir melektir.’ ‘Onu adeta Meryem Ana kutsiyetiyle doğurdun. Çiçek koklayarak!’ Karım hiç üstüne alınmadığı imamın şeklini değiştirerek azarlamaya geçer: ‘Aman öyle söyleme. Nüzhet’in Mesih’e benzemesini istemem. Çocuğunun üzerine neler yoruyorsun öyle?’ Dikkat ediyorsunuz ya: ‘Çocuğunun üzerine!’ Karımın piçi bana mal etmeye uğraşan bu cesur iftirası önünde gönlüm bulanır, yüreğim daralır. Hemen haykırmak isterim: ‘O çiçekten değil, bir erkekten doğdu. O da ben değilim…’ Fakat yarayı neşterleyip de irinleri ortaya saçmanın henüz sırası gelmediğini düşünerek yüreğimin taşan zehirlerini tekrar içime sindirir, susarım… Nihayet karımın büyük suçu üzerine şafak attı. Birdenbire doğan güneş gizliyi aydınlatıverdi. Mal mülkünün çokluğu, servetinin bolluğu dillere destan olan padişah yakınlarından Vahip Paşa vefat etti. Bütün malını mülkünü meşru, gayrimeşru çocukları arasında bölüştürürken bizim Nüzhet’e de ayda dört yüz lira gelirli koca bir apartman düşmüştü. Etrafımı saran rezaletin ağırlığı altında ezildim. Bir kuyu kazarken üzerine toprak çöken kuyucu gibi bunaldım. Bu ağır namus yükünü silkinip de üzerimden nasıl atabilecektim? Böyle felaket anlarında intikam heyecanının ilk şiddetine kapılanlar işi kama veya kurşunla temizlerler. Ben bu kadar sıradan olmak istemiyordum. Tuhaf şey, bilmezden gelme maskelerini atarak karımla ilk yüzleşmemizde zannettiğim kadar hiddet, şiddet görülmedi. Bahire gayet tabii bir jestle, ‘Nihat,’ dedi, ‘çektiğin şüphe ıstıraplarını her gün gözlerinde okuyordum. Fakat ne bende hakikati itirafa ne de sende onu açıkça sormaya cesaret bulunmadı. Bugün sır bir volkan fışkırışıyla kendini ortaya attı.’ Karımın bu kadar soğukkanlılığı, heyecansız, korkusuz sözleri karşısında ben büsbütün alıklaştım. O devam ediyordu: ‘Eski ahlaktan yeni morale’e1 geçiyoruz. Böyle vakalarda her sınıf halk, kendi ruhi terbiye, asalet veya vahşetini gösterir. Bu mühim sosyal dönüm alışıksızlığının elbette çok kurbanları olacak, insanlar arasında vahşetle medeniyetin düellosu daha çok zaman sürecektir. İstersen Hamal Memo gibi bıçağını çek. Kanımı dök. Üzerine fışkıracak kızıl sıvıyla kocalık namusunun temizlendiğine inan…’ Karımın beni yeni morale’e aşılamak, idmanlandırmak isteyen bu sözleri karşısında taş kesildim. O anda ben ne olmalıydım? Hamal Memo mu? Yoksa havsala dan kurtulmuş, geniş düşünen medeni bir mösyö mü? Başım dönerek bu dönüm yerinde durdum. Düşünüyordum. Nereden nereye gidiyorduk? Nikâh, meşru karılık kocalık, geleneksel aile hayatı, vakitlerini yaşamış birer tarih oyununun perdeleri gibi gözlerimin önünde açılıp kapanıyordu. Benim çenem kilitlendi. Karım devam ediyordu: ‘İnsan kumru tabiatında bir monogam1 değildir. Erkek ve kadın çiftlerin hercailiğe esaretleri yaradılıştan beri mevcuttu. Bazı evliler arasında dumanı gizli tütüyordu. Şimdi açığa vurdu. İkiyüzlülük kalkıyor. Bu daha doğru, belki de daha ahlaki değil mi? İnsan kanunları, tabiat kanunlarına üstün gelebilir mi?’ Heyecan azabıyla tutulan dilimi açmaya uğraşarak tıkana tıkana, ‘Bahire,’ dedim, ‘özrün kabahatinden büyük. Hamal Memo olmayacağım fakat senin istediğin gibi havsalasız, medeni bir mösyö de olamayacağım. Şurada iyi bir aile kurmuştuk. İki oğlumuz da bu bağı kuvvetlendirmişti. Bu saadeti ne gibi bir zevkin etkisine feda ettiğini anlayamıyorum?’ Karım gittikçe cüreti artan bir ifadeyle: ‘Dur anlatayım. Bu işte zevk, lezzet, neşe yok… İşlediğim suçta zerre kadar maddi bir haz ve sevdaya kapılmış değilim. Çünkü senden yaşlı olan o adamın hiç de gönül çekecek bir sevimliliği yoktu…’ Memolaşıp hemen yumruğumu kaldırarak haykırdım: ‘Ya bu suçu hangi hissin sevkiyle işledin?’ Karım bir trajedi mahzunluğu alarak: ‘Nihat, senin doksan lira maaşınla geçinemiyorduk.’ ‘İffetini satarak mı geçinmek istedin?’
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıGönül Ticareti (Günümüz Türkçesiyle)
- Sayfa Sayısı160
- YazarHüseyin Rahmi Gürpınar
- ISBN9789750753992
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sihirli Çakı ~ Aydın Karasüleymanoğlu
Sihirli Çakı
Aydın Karasüleymanoğlu
— Bu çakıyı babam bana armağan etti. Bunu iyi sakla ve beni özlediğin zaman yüzüne sür. Böylece benim tarafımdan okşandığını anlayacaksın… Rasim, babasının bu...
- Ağustosta Tatil ~ Cesare Pavese
Ağustosta Tatil
Cesare Pavese
İkinci Dünya Savaşı’nın acı koşulları içinde yetişen İtalyan edebiyatçılar kuşağından bir yazar olan Cesare Pavese, çürüyen değerlere, yok olan güzelliklere karşı, insanları çoğu kez...
- Oğlum, Ben Çocukken… ~ Aytül Akal
Oğlum, Ben Çocukken…
Aytül Akal
Anne, büyüdüğümün farkında mısın? Anne, kimse odama girmesin! Anne, sen uzaydan mı geldin? Alo anne, ben âşık oldum!.. Her kitapta, genel bir çatı öykü...