1975 Madaralı Roman Ödülü’ne layık görülen bu eser Abbas Sayar’ın üçüncü romanıdır. Romanda, eşeğiyle yük taşıyıcılığı yapan yaşlı Hüseyin Ağa’nın yeni karısı tarafından horlanması ve yaşama sevincini yitirmesi anlatılır.
“Oğlan oynamış oyuna gitmiş, çoban oynamış koyuna gitmiş…
80 yaşındaki Hüseyin Ağa bağımın bekçisi oldu. Bağa gittiğim bir gün:
– Efendâ, haşavuzdan (haşa huzurdan) bana bir golik alsana…
– Bu dağ yerinde ne gereği var, ne yapacaksın merkebi? dedim.
– Ne yapacaksın olur mu efendâ! Ne yapacaksın olur mu!
Heç yoksa adama can şenliği olur.
İşte bu yanıt, içimdeki yıkımın ve Can Şenliği romanımın ilk noktası oldu.”
****
1.
Yamaç: Öğle sıcağının ilk yorgunluğunu sırtından atmaya çalışıyordu. Pörsümeye yüz tutmuş yapraklar poyrazdan esen hafif yelin serinliğini yutuyor, yavaşından geriniyorlardı. kindinin ilk morluğu iniyordu bağa, bahçeye… Bülbül sesi, saka sesi duyuldu yeniden. Sonra tepenin kayalıklarından keklikler “gak guvak” bıraktılar. Yamacın altında vadi boyu şehir uzayıp gidiyordu. Karşı yamaç küçük çam yeşili, ot tazeliğiyle pırıl pırıldı. Bir de yol kıvrılıp duruyordu, tepenin kalın boynuna doğru… Bizim yamaçta, bir bağın eteğindeki ince, yeşil şeridin bir noktasına bağdaş kurup oturmuş Hüseyin Ağa, bir tutam olmuş ak sakallarını kaşıdı. Karşı yamaçta peş peşe düşmüş, bütün yük omuzlarına binmiş sap öküzleri gibi ağır, yokuş alan iki yük kamyonuna baktı. Sonra sağ elinin baş parmağını kolu ile birlikte uzattı. Gözleri büyüdü. Bağdaşında ayak değiştirdi: – Tomafil, kamyon nerede? Gıçı kırık bir Tatar arabası bile yoktu bizim gençliğimizde. Bütün yük develerin, haşavuzdan (haşa huzurdan) eşeklerin sırtındaydı. Koca şehrin tüm nakliye işlerini bunlar yapardı. Doksan üç Kırım muhacirleri getirdi arabayı, yaylıyı… Tatarların altında yaylıları görünce millet tümüyle seyrine çıktı. Beş on yıl geçmeden de bizim eşeklerin işini, at-araba aldı. Daha önce eşşek gaterleri vardı. En büyük gaterler Allılarındı, Nizamlarındı, Gürcülerindi. Ben hepsinde çalıştım. Havza pavlikelerine buğday tutardık. Samsun’a mercimek yüklerdik. Fasulye yüklerdik. Nohut yüklerdik. Karşıdan da gaz yağı, pırtı, şeker çıktı mı “iki başlı Samsun kirası” olurdu. O zaman tüccarın cümlesi Ermeni’den, Rum’dandı. Atamyanların, Pandeliyanların, Çavuşoğullarının, Ketencioğullarının böyük böyük pırtı mağazaları vardı. Sağa sola tüm bir dünyaya mal satarlardı. Bizden de üç beş çerden çöpten bakkaldan başka kimsecikler yoktu. Bizimkiler katip olurlardı. Bir bölüğü de aşâr vakti şahnalık yapardı. Bizim gibi gıldır gücükler de gaterlerde eşşekçilik. Bizim böyük oğlana “eşşekçinin oğlu” diye lâf atarlarmış uşaklar. O da taşı gobellerin sırtlarına indirirmiş. Çok nizah çektik bu yüzden. Yükü bir sarıp Yozgat’tan çıktık mı, o gün Arapseyfi bulurduk. Devresi gün Alaca…
2.
Aslını sorarsanız Hüseyin Ağa şehrin güney yamacındaki bağıma tuttuğum bekçiydi. Hamamcı Mustafa Ağa’ya: “Mustafa Ağa”, demiştim birkaç gün önce. “Bana kendinden uçkurluklu bir bekçi bul da üzümü, meyveleri çocukların şerlerinden kurtaralım.” Ertesi sabah Mustafa Ağa matbaanın kapısında göründü. Peşinde yaşlı, bitik bir adam vardı. Diri gözükmeye çalışıyordu. Mustafa Ağa sıtma görmemiş sesiyle, bağırır gibi konuşmaya başladı: – Bey, dedi, tam senin istediğin gibi kendinden uçkurluklu… Kimi kimsesi yok. Tümünden YILKILIK… Oğlan oynamış oyuna gitmiş, çoban oynamış koyuna gitmiş. Kalmış orta yerde sersefil… Bir ucu sevab. Dağ gibi adamı kuru çöpe çevirmiş gâvur yokluk. “Kuş uçurtmam vallaha” diyor. cik kulağı ağır duyar. Ama gözleri sağlam. Bağ bahçede kulak ile değil göz ilen beklenir, piçler de tutup gece gelecek değiller ya bağ bahçe yolmaya! “Evet” der gibi başını salladı yaşlı adam. Gözümün yürek bebeğine can verecek gibi bakıyordu: – yi bakarım bağına efendâ, dedi. Kuş uçurtmam. Bakma ileri yaşıma. Biz de gün gördük, hendek atladık. Neyin nerden geldiğini iyice bilirik. Kuş uçurtmam vallaha. Biz yol boyu haşavuzdan eşşek çaldırmadık ki cıngıl sepet üzüm çaldırak!…
Diri diri bir süre lâf etti. – Tamam, dedim Mustafa Ağa, tuttum bu bekçiyi… Birden yumuşayıverdi. Bakışı umutla doldu. Kendine güven hissi geldi. Yeniden dikeldi; – Ağacının yaprağının halel getirmem bir zırnığına. Göz bebeğim gibi bakarım otuna, çöpüne… Bakma ihtiyarlığıma, bakma saçımın, sakalımın abbâlığına… Mevlâm yürekte bir can vermiş. O çarptığı kadar bağın bağ. Allah çoluğuna, çocuğuna bağışlasın! Sayende bir iki ay ekmek yiyeceğiz. Tanrım sonra da bir kısmet yaratır. Bir kapı açar. Kara gün kararıp gitmez ya… Helbet bir gün ağarır, Cenabı Mevlâma: “Al” derim, “bu emanetini” almaz. Zahar bizi sınıyor. Sınadığı adama bak! Seksenlik. Yook, yok yine iyiyim. Bakarım bağına şahanlar gibi. Evvel Allah kuş uçurtmam… Mustafa Ağa söze karıştı: – Sen icik fazla mı ne konuşuyorsun? Bağın yerini sor, çık dam başına! “Öyle” der gibi baktı garipçe. Bir daha da konuşmadı. Bağın yerini tarif ettik Hüseyin Ağa’ya. “Bildim bildim” dedi başını sallayarak. Bir “Eyvallah” çökertip gitti…
3.
“Ayda yüz yirmi gayme alacağım. Yirmisi, otuzu yeter bana. ki ay sürer bekçilik. Kalır mı doksandan yüzseksen… Bir kışın yarısını buldururum bununlan… Gerisi? Gerisine de Allah kefil…” Böyle söylene söylene yamacı çıktı. – Nail Bey’in bağı nerde? – Şu ara yoldan yokuşu çık!… Çık ya, öte taraf karışık. Avucuyla kulağını büyülttü: – Duymuyorum, diye bağırdı. Bağında bostan çapalayan adam işini bırakarak bağ kıyısına geldi: -Dede, dedi. Şu ara yoldan çıkacaksın! Öte tarafını karşına çıkacak bir bağ komşusundan sor. – Sağol babam, dedi Hüseyin Ağa, sağol. Eyvallah. Sora sora Bağdat bulunurmuş… Ve yürüdü. Diklik hoşuna gitmedi. “Merkeb olacak bu yolda” dedi. “Hemi de benim Allıların gaterini sürdüğüm, gater başında gittiğim eşşek… Şimdi kemiğinin bir ufacığı bile kalmamıştır…” Ayakları yavaşladı. Altmış yıl öncesini ansımak onu birdenbire yordu. Oturdu. Şehre, karşı yamaçlara baktı bir süre… Sağındaki tepede üç beş merkeb başıboş dolaşıyor, birbirleriyle dalaşıyorlardı. Şehvet dolu sesler çıkarıyorlardı. Anırıyorlardı, kesik kesik. Duymuyordu Hüseyin Ağa. Ama anlıyordu. “Vay yavrularım, vay arslanlarım” diye söylendi. Uzun uzun baktı. Yırtık, yamalı şalvarını okşadı. Sonra yelek cebine el attı. kinci paketinden bir sigara yakaladı. Hoşuna gitti çabukluğu. “Demek” dedi, “Elim titrese de daha bende iş var. yi de bağ beklerim…” Sigarasını yarılamadan kalktı. Ağır adım yeniden yamacın yoluna koyuldu. – Aha, Nail Bey’in bağı bura… – Sağol yavrum sağol… – Niye ki geldin bu bağa? – Bekçiyim babam, bekçi… Bağın alt kıyısında uzayıp giden çayırlığın bir köşesine oturdu. Kendince bir soluk aldı. Bir somun vardı yağlıkta. Bir de huni kâğıt içinde yüz gram zeytin. Ekmeğe öpercesine baktı. Karısını ansıdı. “Onun da kemiğinin bir ufacığı bile kalmamıştır şimdiye dek…” dedi. “O da kül ufak olup gitmiştir. Ne gozel yufka yapardı. Ne gozel pazlama… Lâkin şu iki iti doğurmasa ne olurdu? “Duygulandı. Eli bir süre ekmeğe gitmedi. Yine bakışı karşılara takılıp kaldı. Dalıp dalıp gitmek istiyordu. Yeniden yaşamak istiyordu geçmişini… Gülüverdi birden. “Yaa, maşaallah” diye söylendi. “Ne ahım şahım bir geçmiş… Sanan ki saray hayatı. Sanan ki bey, paşa hayatı.” Yine de fazla varmak istemedi geçen ömrünün üstüne… Açlık duygusu dalgasını bozdu. Hayata sarılır gibi ekmeğe sarıldı. Bir iki zeytin susuzluğunu gıcıkladı. Ve de su yoktu. Su ile birlikte yatak yorgan isteği ayaklandı. Bu kez ağlar gibi güldü: “Ha babam” diye seslendi, dört bir yanındaki boşluğa. “Ha babam! suyun yok, selin yok, yatağı siktir et, sarınacak bir yorganın yok. Adın da uluların ulusu: Bekçi… Ulan Hüseyin bekçiliğin adını da bokladın. Gredisini on paralık ettin.” Aşağıdaki ağası birden kül ufak oldu gözünde. “Bu deyyus” dedi, “beni has konaktan mı geldi sanar? Öyle bir yerden gelsem, ona kimin merhabasını getiririm? Avucunu yalasın deyyus… Adam olsa sorardı ipimi kuşağımı. Elime on lira harçlık sıkıştırıp yazı yabana süren kerhaneciden ne umulur? Mayası bozuk deyyuslar…” Canı iyisinden sıkıldı. Bağ çubuklarına, ağaçlara tiksinti ile baktı. Sonra bir pişmanlık doğdu içinde. “Ağacın, asmanın, kuşun, kurdun ne kabahati var orta yerde?” diye söylendi… Ama, susuzluk ağır basmıştı üstüne. Cerbi inecekti. lk evlerden su alacaktı. Hiç yoksa bir testi ile. Lokmalar yumuşamıyordu dişsiz ağzında. Eveleyip, geveleyip duruyordu biteviye… Gözü bağdaki haymeliğe takıldı. Kendi gibi yalnız, kimsesiz gördü haymeliği… “ki garip” dedi. “ki kimsesiz, iki yetim…” Gün akşam olmadan diri ayaklarla şehrin kıyısına indi. Hem aba hem çuha isteyecekti. Hem de bir testi su. “Bu millet yaralı parmağa bile işemez ya, neyleyim çarem yok. Yüzümü ister istemeze yer edeceğim.” Ağır aksak aşağı indi. lk evlerin üç beşine yüz suyu döktü. Su dolu testiyi verdiler sadece. Aba, çuha yok… Kolu birden yoruluvermişti. Testiyi, bitkinliği bağa çıkardı. Güneş birden gidiverdi Hüseyin Ağa çerçöp toplarken. Mor bir karaltı sardı bağı. Aşağılarda, şehir ışıl ışıl… Hiçbir özenti duymadı ışığa karşı, şehre karşı… “Kiminde et kaynar, kiminde dert” dedi sadece… Topladığı çalı çırpıyı haymeliğin iç önünde yaktı. Alaflara keyif tuttu.
4.
Bağa üç gün sonra uğradım. Hüseyin Ağa alt çayırlıkta bağdaş kurup oturmuştu. Hiçbir şeyle oralı gözükmüyordu. Beni görünce de pek oralı olmadı. Yaklaşıncaya dek de yerinden kıpırdamadı. Yüzüne keskin bir kılıç oturmuştu. Üç beş adım ölçüsünde şöyle bir kendinde toparlandı. Hoş geldin efendâ, dedi sadece… Sigarasını, yiyecek paketini önüne koydum. Yalandan keyiflendi. Karşı yamaçta peş peşe düşmüş, bütün yük omuzlarına binmiş ve de sap öküzleri gibi ağır, perişan yokuş alan iki yük kamyonuna baktı. Gözleri büyüdü ve ışıklandı: – Heye, devresi gün Alaca. Bir yol yorgunluğu, bir de karabatasıca sivrisinek… Zalimliğin zulumdan başka yedi adı var, yetmiş adı var. Bana bıraksalar ne gâvurluğunu, ne dinsizliğini bırakırım zalimliğin. Bir müslümanda olmaz zalimlik… Gayrisi cümle tamam. Ne ise bey, Alacada yerdik sineği. Merkeb gıçına nışadır çalınmış gibi dört nala çıkardık yola… Çorum iki günlük yol…
5.
Hüseyin ağa yataktan hiçbir söz açmadı ağasına… ki üç gün kuru toprakla cedelleşti. Hep gençliği geliyordu aklına. “Çayır çimen, yatak döşek…” Baş altına da bir kesek parçası bulunca her bir yön “samanlık seyran” olurdu. Gam gasavet ne kelime? “Dert dediğin de ne senin?” Demir yatar, polat kalkardı. Yol mu yürüyor, halay mı çekiyor belirsizdi. Arada bir de, hem yürür hem bir oyun havası tuttururdu:
“Fidayda yavru gelin Fidayda
Beş yüz altın yedik bir ayda
Başını da yesin bu sevda
Gitti de gelmedi ne fayda…”
Bazen de türküsünü Bozlak havasına dönderir:
“Gurbet elde ölsem suyum kim döke
Nazlı yarim yok ki kefenim dike
Yar senin hasretinle dert çeke çeke
Açılmış yareler bitişir m’ola…”
Bu hüzünlü havanın yedek işçilerini duygulandırdığını sezinler, efkârını dağıtmak için yeniden bir oyun havasına dönerdi. Körük gibi idi ciğeri. Bir çifte soluğa bindiğini bilmezdi.
“Su gelir millendirir
Çayırı çimlendirir
Şu kızın kaşı, gözü
Ahrazı dillendirir.
Sallan gel de boylarına bakayım aman,
Ak gerdana beşibirlik takayım aman…”
Her biri bir ayrı keyif tuttururlardı yüreklerinde yeniden. Eşekler de iştahlanır, ayaklarına tez olurlardı. şte şimdi öyle değildi, ne çare! Sızlayan bedeni ile kuru topraktan doğruluyor, gecenin karanlığında umutsuz bakışlarla söyleniyordu: “Bir deri, bir kemik kaldım. Toprak caz caz yakıyor bedenimi. flahım kalmadı gayrik. Ulan ölüm! Senden merhametsizini görmedim. Hemi de adaletsizini. Gelip şu canı alsana!” Bağrıntısı haymelikten dışarı taştı. Gece serinliğinde, haymeliğin önünde eriyip gitti. Devresi sabaha perişan ulaştı. Canı bir şey yemek istemedi. Birkaç sigarayı peş peşe ekledi. Kanlı gözleri daha da kanlanmıştı. Yılgınlığı artmıştı: “Gideyim” dedi, “Allah rızası için üç beş çul, çuval parçası toplayayım, şu bedenim ahir ömrümde bir rahat yüzü görsün!…” Umut dirliği ile bayır aşağı yürüdü. lk evlerde bir avluya saptı. Donuk yüzlü bir kadınla karşılaştı. Gururunun iyisinden kırıldığını hissediyordu. çinden, “Bundan ötesi de olmaz” derken, – Yavrum, dedi kadına. Ben Nail Bey’in bağına yeni bekçi geldim. Bir iki günlüğüne bir çul çuval ver bana… Hüseyin Ağa’yı burun ucu dinleyen kadın birden Osmanlılaştı:
– Konağı pek yüksekten tutmuşsun, dedi. Çul çuval ne lâf, halı kilim ağana yakışır, zengin sofrasına oturmuşsun, undan bulgurdan söz açarsın… Hüseyin Ağa’nın gözü sakalının üstüne düştü. Kaşları alaylı çatıldı. “Doğru” der gibi başını salladı. Bir dilenci yoksulluğu, kimsesizliği duydu içinde. Yüreği kabullenmedi bu duyguları. Bükük belini düzeltti kadına karşı. Sesine ağır bir ton verdi. Bağırır gibi konuşmaya başladı: – Fışkı yavrum! Ben evine sadaka dilenmeye gelmedim. Soyum belli, sopum belli. Yerim belli, yurdum belli. Ben senden emanet iki parça çul çuval istedim. Yüreğim size yatkın olduğu için girdim avluna, hayatına. Seni de adam yerine koydum. Mayanız batsın! Suç sende değil, benim gibi halâ insandan umutvar olan kerhanecide… Büyümüş hırslı gözlerini ufalttı. Kırışık alnını gerdi ve avludan sokağa çıktı. “Bu ırzı kırık milletinden Kerbelâda kalsam bir yudum su istemem. Bu ırzı kırık takımının günahına talib olsan bal, kaymak fiyatına satmaz. Bunlar birbirine zulüm. Bunlar birbirine kötülük makinası. câd edenin sinisine sıçıyım. Başıma yastık yapacağım diye boklarını istesen kırk yıl kademhaneye gitmezler. Sen yürü Hüseyin bağa! Seni ora paklar. Kul köle ol kuru toprağa. Sana üstünde yatacak yer veriyor.” Sonra kendine kızdı: “Ben altını istiyorum, altını…” Yüreği, iki düşünce ortasında eziliyordu. Toprağın üstü, üstün geldi. “Sen yürü Hüseyin bağa” dedi yeniden. “Seni ora paklar. Dip toprak haymalık paklar. Kaderin sana yazdığı yazı bu. Ve de bu yazı bozulmaz…” Yine, yamacı sarmıştı ağır aksak… Yine, iyisinden yorgunluk çökmüştü üstüne. Güneş de bir ters vuruyordu ki… Boyun damarı üstünden serinlemiş terler sızıyordu sırtına… Burun üstü bir başka ıslaklıkla kaşınıyordu. Yol üzerindeki bir ağacın avuç içi kadar gölgesine oturuverdi. Bir “of” çekti. Ama, “Emrine şükür” diyemedi. “Namaza
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıCan Şenliği
- Sayfa Sayısı176
- YazarAbbas Sayar
- ISBN9789754374025
- Boyutlar, Kapak12 cm x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaralasar 3 ~ Maral Atmaca
Yaralasar 3
Maral Atmaca
Ve ben bugün biraz daha ölmüştüm fakat hiç ağlamamıştım. O, sırtıma dört kırbaç vurduğunda bile tek bir damla gözyaşı dökmemiştim. Gözlerim doluyor ama gözyaşlarım...
- Bir Hayalin Ardında ~ Muhammed Tarık Koç
Bir Hayalin Ardında
Muhammed Tarık Koç
Elektriğin gittiği bir akşam, mum ışığında Sümeyra için yazıyordum… Yuvarlak tahta masanın üzerinde yanan sönük mum alevi, üzerindeki lambayla göz göze gelmişti. Onları gördüm....
- Tutsaklar Şehri ~ Ali Metehan Şimşek
Tutsaklar Şehri
Ali Metehan Şimşek
Amerika Birleşik Devletleri’nde günden güne artan hükümlü mevcuduna çöken ekonomik sistemden dolayı inanılmaz boyutlara ulaşan suç oranları da eşlik edince, cezaevlerinin kapasitesi yetersiz hale...