Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Milli Tetebbular – “Milli Tetebbular Mecmuası” Yazıları
Milli Tetebbular – “Milli Tetebbular Mecmuası” Yazıları

Milli Tetebbular – “Milli Tetebbular Mecmuası” Yazıları

Ziya Gökalp

Bu eser, Ziya Gökalp’ın Millî Tetebbûlar Mecmuası’nda yayımladığı iki değerli yazıdan oluşmaktadır: “Bir Kavmin Tedkîkinde Takip Olunacak Usul” ve “Eski Türklerde İçtimaî Teşkilatla Mantıkî…

Bu eser, Ziya Gökalp’ın Millî Tetebbûlar Mecmuası’nda yayımladığı iki değerli yazıdan oluşmaktadır: “Bir Kavmin Tedkîkinde Takip Olunacak Usul” ve “Eski Türklerde İçtimaî Teşkilatla Mantıkî Tasnifler Arasında Tenâzur”. Ziya Gökalp’ın ilk yazısı ilm-i akvâm, kavmiyat veya günümüz tabiriyle etnoloji biliminin alanına giren bir konuda yazılmıştır.

Bu alanda ilk olma özelliği gösterdiğini düşündüğümüz bu yazı, o yılların Türkiye’si için çok ileri bir düzeyi işaret etmektedir. İkinci yazı ise içtimaiyat, yani sosyoloji alanında bir yazıdır. Her iki yazı da yüksek seviyede bir tetebbû, yani inceleme ve araştırma yazısı, daha doğrusu bilimsel makaledir. Ziya Gökalp’ın kendisinin de ifade ettiği gibi bu yazılarda, L’Annéé Sociologique adlı yıllıkta çıkan diğer yazılarla birlikte, özellikle Emile Durkheim ve Mauss’un görüşleri etkilidir.

“Millî Tetebbûlar Mecmuası Yazıları” Üzerine

Bu eser, Ziya Gökalp’ın Millî Tetebbûlar Mecmuası’nda yayımladığı iki değerli yazıdan oluşmaktadır. Bu yazılar, Gökalp’ın erken dönem yazıları olarak değerlendirilebilir. Ancak Ziya Gökalp’ın Millî Tetebbûlar Mecmuası’ndaki bu yazıları üzerinde bilgi vermeden önce, söz konusu dergi ile dergiyi çıkaran kuruluş hakkında bazı bilgiler vermek yerinde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 10 Mart 1331 (23 Mart 1915) tarihinde devrin Maarif Nazırı, yani Millî Eğitim Bakanı Ahmed Şükrü Bey’in girişimleriyle slâm medeniyeti ve Türk kültürüyle ilgili din, ahlâk, hukuk, iktisat, dil, sanat, bilim, sosyoloji alanlarında araştırmalar yapmak üzere Âsâr-ı İslâmiyye ve Milliyye Tedkîk Encümeni veya kısa adıyla Encümen-i Tedkîk kurulmuştur. Encümenin üyeleri Ağaoğlu Ahmed, Halim Sabit (Şibay), Ziya Gökalp, Köprülüzâde Mehmed Fuad, Mustafa Şeref, Hüseyinzâde Ali, Şemseddin (Günaltay), Ali Emîrî Efendi ve Yusuf Kemal (Tengirşenk) idi. Bu heyete daha sonraki zamanda smail (Saib Sencer), Şerafeddin (Yaltkaya), Kilisli Rifat ve Millî Eğitim Bakanı Ahmed Şükrü Bey de katılmıştır. 22 Mart 1331’de (4 Nisan 1915) ilk toplantısını yapan encümen, daha sonra Dârülfünun’da kendisine ayrılan özel dairede her hafta düzenli biçimde toplanmıştır. Bu encümenin ilk vazifesi, yapılacak araştırmaların muhatabına ulaşması maksadıyla iki ayda bir çıkması planlanan Millî Tetebbûlar Mecmuasını yayımlamak olmuştur. Millî Tetebbûlar Mecmuası Mart-Nisan 1331/Teşrînisâni-Kânunuevvel 1331 (Mayıs-Haziran 1915/Ocak-Şubat 1916) tarihleri arasında ikişer aylık olarak toplam beş sayı çıkabilmiştir. Dergi, Matbaa-i Âmire’de devrin en yüksek kaliteli baskısıyla ve dolu içeriğiyle süreli yayınlar içinde özel bir yer edinmiştir. Dergide Fuad Köprülü, Ziya Gökalp ve Rauf Yekta’nın alanlarının öncüsü sayılan makaleleri yayımlanmıştır1 . Ziya Gökalp’ın “Bir Kavmin Tedkîkinde Takip Olunacak Usul” ve “Eski Türklerde İçtimaî Teşkilatla Mantıkî Tasnifler Arasında Tenâzur” adlı makaleleri de bu kurumun yayın organı olan Millî Tetebbûlar Mecmuası’nda yayımlanmıştır.

Kanaatimce bugüne kadarki araştırmalarda ihmal edilen bu kurum, Türkoloji araştırmalarının birçok sahasında ilk ve öncü çalışmaların çatısını oluşturmuştur. Nitekim üyeleri arasında Ziya Gökalp’ın yer aldığı bu kurum, Dîvânu Lûgati’t-Türk, Dede Korkut Kitabı gibi temel eserlerin yayımlanmasına da öncülük etmiştir. Konunun Dede Korkut Kitabı’yla ilgili kısmından kısaca söz etmek isterim. Âsâr-ı İslâmiyye ve Milliyye Tedkik Encümeni kurulduğunda ve Millî Tetebbûlar Mecmuası yayımlanmaya başladığında Türkiye’de henüz Dede Korkut Kitabı yayımlanmamıştır. Oysa Ziya Gökalp’ın Dede Korkut Kitabı’ndan haberdar olduğu Millî Tetebbûlar Mecmuasındaki iki makalesinden anlaşılmaktadır. Bu makaleler 1331 (1915) yılında yayımlanmıştır. Oysa ilk Dede Korkut neşri bilindiği üzere 1332 (1916) tarihini taşımaktadır. Gökalp, Dede Korkut Kitabı’nın adından bu yazılarında söz etmez, onun yerine Oğuznâme sözünü kullanır. “Oğuz töresine dair içtimaî teşkilat ve ananelerden bir kısmı Câmiü’t-Tevârih’de, Şecere-i Türkî’de, Oğuznâme’de, Selçuknâme’de, Câm-ı Cem-âyin’de zikredilmiştir.” diyen Gökalp, aslında bir anlamda kaynaklarını da saymaktadır. Gökalp’ın bazı yabancı kaynaklardan istifade ettiğini bilsek de daha Dede Korkut Kitabı Türkiye’de neşredilmeden önce de eserden haberdar olduğunu ve eseri gördüğünü, 1916 yılından önceki yazılarından anlayabiliyoruz. Çünkü Dede Korkut Kitabı’nın Dresden Kütüphanesi Flaşer Koleksiyonu 82 numaradaki el yazma nüshasının bir kopyası, Âsâr-ı İslâmiyye ve Milliyye Tedkik Encümeni’nce getirtilerek Kilisli Muallim Rıfat’a verilmiş, onun istinsah ettiği metin de 1916 yılında yayımlanmıştır. Bu süreci ve Ziya Gökalp’ın konuya ilgisini ve diğer yaşadıklarını Kilisli Rıfat hatıralarında uzun uzun anlatır.

Ziya Gökalp’ın ilk yazısı ilm-i akvâm, kavmiyat veya günümüz tabiriyle etnoloji biliminin alanına giren bir konuda yazılmıştır. Bu alanda ilk olma özelliği gösterdiğini düşündüğümüz bu yazı, o yılların Türkiyesi için çok ileri bir düzeyi işaret etmektedir. kinci yazı ise içtimaiyat, yani sosyoloji alanında bir yazıdır. Her iki yazı da yüksek seviyede bir tetebbû, yani inceleme ve araştırma yazısı, daha doğrusu bilimsel makaledir. Ziya Gökalp’ın kendisinin de ifade ettiği gibi bu yazılarda, L’Annéé Sociologique adlı yıllıkta çıkan diğer yazılarla birlikte, özellikle Emile Durkheim ve Mauss’un görüşleri etkilidir. Ziya Gökalp’ın kaynaklarının zenginliği ve çeşitliliği karşısında hayranlık duymamak mümkün değildir. Ancak bu kaynakların önemli bir kısmının halen Türkçeye tercüme edilmemiş olması da üzüntüye sebep olmaktadır.

Ziya Gökalp’ın bu iki yazısı hem konu itibarıyla hem de çağ itibariyle biraz daha ağırdır, Arapça, Farsça ve Fransızca sözcükler ve tamlamalar oldukça fazladır. Bu açıdan çok sayıda sözün yanına parantez içi açıklama koymak zorunda kaldık. Okuyucuyu yoracağını sandığımız bu durum için en kullanışlı yol olması itibariyle bu yöntemi tercih ettiğimizi söylemekten başka bir diyeceğimiz yoktur. Ayrıca dipnotları da eserin daha iyi anlaşılması bağlamında bolca kullandık. Bilimsel araştırmalarda faydalı olması amacıyla Ziya Gökalp’ın kullandığı kaynakların orijinallerine ulaştık ve gerek batı gerekse doğu kaynaklarının asılları ile günümüz tercümelerini yeniden gözden geçirip eksik künye bilgilerini tamamlayarak dipnotları zenginleştirdik. Dipnotlarda açıklanması mümkün olmayan özel adlar ile bazı terim ve kavramlar ise, okuyucunun metne hâkimiyetini arttırmak için “Kavramlar ve simler Sözlüğü”nde ana hatlarıyla açıklanmıştır.

Bir Türk aydınlanması için düşünce eserleri hazırlaması kadar bu düşüncelerini uygulamaya dökme anlamında da örnek eserler vermiş olan Ziya Gökalp’ın hazırladığımız bu eserinin okuyucuya faydalı olmasını diliyorum. Eserin yayınını üstlenerek Ziya Gökalp’ın eserlerini okurlarıyla buluşturmaya vesile olan Ötüken Neşriyat’a, değerli yayıncı Nurhan Alpay’a ve editör Kadir Yılmaz’a teşekkür ediyorum.

Dr. Ali Duymaz

15 Şubat 2016, Balıkesir

Bir Kavmin Tedkîkinde Takip Olunacak Usul

Ziya Gökalp Darülfünun “İlm-içtima” Muallimi

Bir kavmi (le peuple) ilmî surette tedkîk için, her şeyden evvel göz önünde tutulması iktiza eden (gereken) şart, o kavmin istikbalde (gelecekte) nasıl olması lâzım geldiğini değil, mazide ve hâlihazırda nasıl olduğunu aramaktır. Bir kavimde, ya içtimaî hayatın uğradığı tekâmül vakfelerini (gelişim duraklarını) izale (ortadan kaldırma) yahut içtimaî tekâmülün (sosyal gelişmenin) muayyen (belirli) bir mefkûreye (ülküye) doğru vukuunu teshil (kolaylaştırma) ve teşri (açma) maksadıyla ittihaz olunacak (alınacak) tedbirler, ilim mahiyetinde olmayıp sanat mahiyetindedir. lim, yaptığı tedkîkleri amelî (pratik) bir netice endişesiyle icra etmez (uygulamaz). Çünkü amelî bir gaye takip eden içtimaî bir sanat, ıslahat ihtiyaçlarının müstaceliyeti (aceleciliği) dolayısıyla alelacele hükümler vermek mecburiyetindedir. lim, hakikati amelî ihtiyaçlara feda etmeyeceğinden, bu gibi isticalkâr (aceleci) âmillerden tevakki ederek (sakınarak) hür ve sabûr (sabırlı) bir surette çalışmakla mükelleftir. Vâkıâ ilmî tedkîklerden çıkacak neticelerin içtimaî sanatlar tarafından derhal amelî gayelere tatbik olunacağını, bu tedkîkleri yapanlar bilirler. Hatta bu müteharrileri (araştırmacıları), saylerinde (işlerinde) mukdim (gayretli) yapan manevî müşevvik de (teşvik edici de), bu gün amelî endişelerden âri (arınmış) olan tedkîklerinin, yarın behemehâl kendi kavmi yahut insaniyet için nâfi (faydalı) tatbiklerle tetevvüç edeceğini (taçlanacağını) bilmeleridir. Ruhunda böyle mefkûrevî bir duygu mevcut olmadıkça, âlim, hayatını bu kadar suûbetli (zorlu) bir işe vakfedemez. Bununla beraber bu amelî tatbiklerin, ilmin gayesi olmayıp, zarurî bir neticesi olduğunu da hiç bir zaman nazarından dûr (uzak) tutamaz. Bediî sanatın gayesi münhasıran sanat olduğu gibi, ilmin de gayesi ancak ilimdir. Şair yalnız güzelliği duymaya çalıştığı gibi, âlim de yalnız hakikati bulmaya uğraşır. Cemiyet için en faydalı sanat, içtimaî faydaları düşünmeyen bediî sanat olduğu gibi, en çok amelî neticeler doğuran bilgi de amelî endişelerden mücerret (soyutlanmış) olan müspet ilimdir.

Mamafih bir kavmin tedkîkinde tamamıyla ilmî hareket etmek için, yalnız amelî endişelerden tecerrüt etmek (soyutlanmak) kâfi değildir. Kavmimiz kendisine gayet şedit (şiddetli) duygularla merbut (bağlı) bulunduğumuz muazzez (değerli/yüce) bir mevcudiyettir. Kendi kavmimize yahut dindaş, ırkdaş ve müttefik kavimlere tarafgir ve düşmanımız bulunan kavimlere karşı da aleyhtar olmamak yed-i ihtiyarımızda (irademizde) bulunmaz. Bilhassa kendi kavmimize karşı büsbütün bîtaraf duygulara malik olmamız gayet güçtür. Hâlbuki kavmimize karşı en büyük vazifemiz, onu olduğu gibi bilmektir. Kavmimizde bir takım hastalıklar varsa, tedavisi için, bunları teşhis etmemiz lâzımdır. Hakikî muhabbet, nakisaları (eksiklikleri) görmemek suretinde tecelli etmemelidir. O hâlde kavmimizi ilmî bir surette tedkîk edebilmek için yalnız amelî endişelerden değil, vicdanımızdaki muazzez duygulardan da tecerrüt etmemiz (soyutlanmamız/kendimizi sıyırmamız) iktiza eder (gerekir). Fakat şu kadar var ki tecerrüt edilecek duygular yalnız nikbinâne (iyimser) olanlara inhisar etmemeli (sınırlı olmamalı), aynı surette bedbinâne (kötümser) duygulardan da tevakki edilmelidir (kaçınılmalıdır). Vâkıâ millî terbiye gören ekseriyet (çoğunluk), kavmine karşı nikbindir; fakat gayr-i millî terbiye ile yetişmiş olan bazı kimseler de haksız olarak, kavimlerine karşı bedbinâne duygular taşırlar. Hisse tâbiiyet (bağlılık duygusu) ister nikbinâne, ister bedbinâne olsun, her iki surette de ilmî tedkîkler için tehlikelidir. lmî tedkîkler yapmak isteyen bir müteharri (araştırmacı), bütün hislerden tecerrüt ederek, saf bir akıl hâline gelmelidir.

Mamafih, tedkîklerin ilmî olması için amelî endişelerden ve millî yahut gayr-i millî hislerden ârî (arınmış) bir surette taharri (araştırma) yapmak da kâfi değildir. Yalnız tefekkür tarzının nazarî ve aklî olmasıyla bu maksat temin edilemez. Akıl tabirinden iki türlü mana anlarız: Birinci manaya göre “akıl, bizden evvel meratibevî (hiérarchique) (hiyerarşik) bir surette tasnif olunmuş mefhumların mecmuudur.” Bu kurulmuş mekanizmalara tâbi olarak düşünmek hiçbir zaman ilmî tedkîklere istinatgâh (dayanak) olamaz. Çünkü bu yaratılmış akıl ile düşünmek hariçteki şeniyeti (réalité) (gerçekliği) evvelce zihnimizde mevcut olan mefhum çerçevelerine sıkıştırmak demektir.

Hâlbuki aklın vazifesi, zihnimizdeki mefhumları hariçteki şeniyete mutabık (uygun) bir surette yeniden tanzim ve tasnif etmektir. Bu vazifeyi ifa için yaratıcı bir tefekkür melekesi (yetisi) lâzımdır ki, işte ikinci manaya göre akıl budur ve ilim nokta-i nazarından ancak bu yaratıcı melekeye akıl denebilir.

Yaratılmış, mihanikî (mekanik) akıl ile düşünmek, zihindeki mefhumlardan hariçteki şeniyete doğru gitmektir ki buna istidlal (déduction) (tümdengelim) denilir. Yaratıcı ve canlı akıl ile düşünmek ise, hariçteki şeniyeti tedkîk ederek, mefhumları bu tedkîklerden çıkarmaktır ki tefekkürün bu tarzına da istikra (induction) (tümevarım) denilir. Müteharri (araştırmacı), bir kavmi tedkîke başlamadan evvel, eskiden beri o kavim hakkında muhtelif suretlerle edinmiş olduğu ne kadar mefhumlara malik ise hepsini zihninden çıkarmalıdır. Dekart’ın (Descartes’ın) felsefeye başlarken yaptığı gibi, muvakkat (geçici) ve usulî (biçimsel) bir şüpheye tâbi olarak, gerek öteden beri halk arasında takarrür etmiş (yerleşmiş) olan ananevî bilgilerini ve gerek kendisinden evvel yapılmış olan ilmî tedkîkleri meşkûk (şüpheli) addetmelidir (saymalıdır). Müteharri, bu gibi ilmî inşalardan uzaklaşarak doğrudan doğruya vakıalara (olgulara) inmelidir. Hariçteki şeniyeti terkip eden (meydana getiren) hususî ve müşahhas (somut) vakıaları tespit (constater) ederek istikra (tümevarım) tarikiyle (yoluyla), bunlardan birinci derecedeki mefhumları çıkarmalı ve sonra da aynı tarik ile bu birinci derecedeki mefhumlardan mütevâliyen (peş peşe) ikinci, üçüncü ila-ahire (sonraki) derecedeki umumî ve mücerret (soyut) mefhumları çıkarmaya çalışmalıdır.

Vâkıâ, bu sayler de (işler de), netice itibariyle “meratibevî bir surette tasnif olunmuş” bir mefhumlar manzumesine müncer olur (ulaşır). Fakat bu tarzdaki tedkîklerden çıkan mefhumlar tamamıyla hariçteki şeniyetin (gerçekliğin) mücmel (öz) ifadeleri olduğu hâlde, şeniyeti tedkîk etmeden evvelki mefhumlarımız mazinin muhtelif devrelerinden kalmış ve ancak hissî yahut itiyadî (alışkanlığa bağlı) bir zindegî (canlılık) ile mevcudiyetini muhafaza eden ananelerden ibarettir. lmî tedkîklerden çıkacak yeni mefhumlar, bu ananelere, hatta onların ahenginden teşekkül eden mihanikî (mekanik) aklımıza garip görünen bir takım tarifeler2 (paradoxe) şeklini de alabilir. Durkhaym’a (Durkheim’e) göre ilim bir takım tarifeler bulmak için uğraşmaz; fakat tedkîkleri neticesinde zarurî olarak tarifelere vasıl olursa, bundan da kaçmaz. Çünkü ilmî hakikatler amiyane (sıradan) kanaatlere müncer olacaksa (varacaksa) bu kadar amîk (derin) tedkîklere ne ihtiyaç kalır?

Yukarıdaki ifadelerden çıkan neticeye göre ilmî bir tedkîkte üç şart vardır: 1) Tedkîk, amelî (pratik) olmamalı, sırf nazarî (spéculatif) (teorik) olmalı. 2) Hissî olmamalı, aklî olmalı. 3) stidlalî (tümdengelimci) olmamalı3 , istikraî (tümevarımcı) olmalı. Bu üç şart bir cümlede icmal olunabilir (özetlenebilir). Tedkîkler nefsî (subjectif) (öznel) olmamalı, şey’î (objectif) (nesnel) olmalı. Filhakika bir tedkîkin şey’î (nesnel) olması yukarıdaki üç şartı haiz bulunmasına mütevakkıftır (bağlıdır). Fakat bir tedkîkin ilmî olabilmesi için yalnız şey’î olması da kâfi değildir. Bunun için bir mühim şart daha vardır ki o da, tedkîke mevzu olan şeyin müstakil bir şeniyet (gerçeklik) olmasıdır. Eğer kavim müstakil bir şeniyet değilse, bunun üzerinde ilmî tedkîkler yapılamaz.

Kavmin müstakil bir şeniyet olması evvelâ haddizatında içtimaî şeniyetin mevcut olmasıyla, saniyen de bu içtimaî şeniyetin kavimde tecelli etmesiyle kabildir. Kavmin ferdî uzviyetlere yahut ferdî ruhiyetlere ircâını (indirgenmesini) mümkün görenler, onu müstakil bir şeniyet olarak telakki etmiş olmazlar. Kavmin hususî bir varlığını kabul etmek için evvelemirde hayatî ve ruhî şeniyetlerden başka olarak müstakil bir içtimaî şeniyetin mevcudiyetini kabul etmek lâzımdır. Bu takdirde [kavim, bu içtimaî şeniyetin lisan ve âdâtta (âdetlerde) müşareket (ortaklık) suretiyle tam bir uzviyet (organizma) şeklini aldığı zamanki hâli olmuş olur.]

Bu fikri başka surette de ifade edebiliriz: Kavimler hakkında ilmî bir tedkîk yapmak için evvela bu tedkîkin hangi ilmin nokta-i nazarından yapılacağını tayin etmek iktiza eder (gerekir). Bir ilim mevcut olabilmek için onun mevzuu olarak bir şeniyetin var olması lâzımdır. Maddî, hayatî, ruhî şeniyetler mevcut olduğu içindir ki maddiyat (fizik), hayatiyat (biyoloji), ruhiyat (psikoloji) ilimleri teşekkül edebilmiştir. Kavim bu ilimlerden birinin mevzuu olabilir mi? Yoksa bir içtimaî şeniyet kabul edip de kavmi ancak ondan bâhis olan (söz eden) içtimaiyat (sosyoloji) ilmine mevzu ittihaz etmek mi (saymak mı) lâzım gelir? Kavim, tabiîdir ki maddiyat ilminin mevzuu olamaz. Hayatiyat ve ruhiyata gelince, kavim fertlerden mürekkeptir (oluşmuştur) ve fertlerin de birer uzviyeti ile ruhiyeti vardır. Hayatiyat bu ferdî uzviyetlerden, ruhiyat bu ferdî ruhiyetlerden bâhistir (söz eder). Hâlbuki kavim, bu ferdî uzviyetlerle ruhiyetlerden büsbütün başka bir şeydir. O hâlde kavmi tedkîk için bunlardan ayrı bir ilmin nokta-i nazarı lâzımdır. Kavim, cemiyetler sınıfına mensup olduğu için bu ilim ancak içtimaî şeniyeti tedkîk eden içtimaiyat olabilir.

Kavmin müstakil mahiyeti haiz içtimaî bir şeniyet olduğu esas olarak kabul edildikten sonra, kavme ait bütün hâdiselerin sebeplerini içtimaî âmiller (sosyal etkenler) arasında aramak zarureti meydana çıkar. Filhakika, bir ilmin mevcut olabilmesi için onun mevzuu olmak üzere müstakil bir şeniyetin mevcut olması da kifayet etmez (yetmez). Bu şeniyetin muayyeniyet (déterminisme) (belirlenimcilik) umdesine (ilkesine) tabiiyeti, yani “her hâdisenin o şeniyet dairesinde muayyen sebeplere malikiyeti” iktiza eder (gerekir). Eğer maddî, hayatî, ruhî şeniyetler muayyeniyet kanununa tâbi olmasaydı, maddiyat, hayatiyat, ruhiyat ilimleri teşekkül edemezdi. Bidâyet-i emirde (işin başında) içtimaî muayyeniyet umdesi bir hakikat olarak kabul edilmedikçe, içtimaî şeniyetin kanunlarını aramaya teşebbüs edilemez ve bu yapılmadığı surette içtimaiyat ilmi teessüs edemez (kurulamaz). O hâlde millî hâdiseleri içtimaiyat usulüyle tedkîk etmek lâzım olduğu gibi, bu hâdiselerin yakın sebeplerini de içtimaî hâdiseler arasında aramak muktezidir (gereklidir).

Bütün hayatî hâdiselerde olduğu gibi, her içtimaî hâdise, devamlı olmak için, ait olduğu kavmin hayatına faydalı bir hizmet ifa etmek mecburiyetindedir. Vâkıâ içtimaî hâdiseler esasen bu faydalı hizmetler için tekevvün etmiş (oluşmuş) değildir. Bunlar mütekaddim (geçmiş) içtimaî sebeplerin zaruri neticeleri olarak tekevvün ederler. Fakat bir kere teşekkül ettikten sonra, asırlarca devam edebilmek için, behemehâl (her hâlde) içtimaî bir hizmet ifa etmeleri lâzım gelir. Hatta bir içtimaî hâdise bidayette (başlangıçta) her hangi bir içtimaî hizmeti ifa ettiği hâlde uzun bir müddet sonra içtimaî şartların tebeddülü (değişimi) neticesi olarak başka bir içtimaî hizmet ifa edebilir. O hâlde içtimaî hâdiselerin yalnız sebeplerini değil, muhtelif zamanlarda ifa ettiği içtimaî hizmetlerini de tayin etmek lâzımdır.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Siyasal Düşünce
  • Kitap AdıMilli Tetebbular - "Milli Tetebbular Mecmuası" Yazıları
  • Sayfa Sayısı176
  • YazarZiya Gökalp
  • ISBN9786051555201
  • Boyutlar, Kapak 12x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Türkçülüğün Esasları ~ Ziya GökalpTürkçülüğün Esasları

    Türkçülüğün Esasları

    Ziya Gökalp

    Türk düşünce, kültür ve siyaset tarihinin önemli simalarından olan Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eseriyle “Türk milletindenim” demenin ne demek olduğunu, Türk milletinin kim...

  2. İslam Mecmuası ve Muallim Mecmuası Yazıları ~ Ziya Gökalpİslam Mecmuası ve Muallim Mecmuası Yazıları

    İslam Mecmuası ve Muallim Mecmuası Yazıları

    Ziya Gökalp

    Bu kitapta, Ziya Gökalp’ın, 1914-1918 yılları arasında, altmış üç sayı olarak yayımlanmış ve dönemin en önemli din sosyolojisi kaynaklarından birisi durumunda olan İslâm Mecmuası’ndaki...

  3. Küçük Mecmua Yazıları ~ Ziya GökalpKüçük Mecmua Yazıları

    Küçük Mecmua Yazıları

    Ziya Gökalp

    Küçük Mecmua, Ziya Gökalp tarafından 5 Haziran 1922 tarihinde, Ziya Gökalp’ın iki yıllık Malta sürgünü dönüşünde İstanbul ve Ankara’dan sonra gittiği memleketi Diyarbakır’da, zamanın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur