Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Başa Gelen
Başa Gelen

Başa Gelen

Bodo Kirchhoff

Büyük bir şehirde küçük bir yayınevi işleten Reither işini tasfiye etmiş, Alpler’in eteğinde pastoral bir vadiye yerleşmiştir. Bir akşam kapısı çalınır; beklenmedik bir konuk…

Büyük bir şehirde küçük bir yayınevi işleten Reither işini tasfiye etmiş, Alpler’in eteğinde pastoral bir vadiye yerleşmiştir. Bir akşam kapısı çalınır; beklenmedik bir konuk onu bir yolculuğa çıkarmaya gelmiştir. Çünkü aşk ötelenemeyen, acil bir duygudur ve ânı yakalamayı arzular. Ama sonra hayat bambaşka bir yöne savrulur. Başa Gelen, kaçınılamayan şeyler üzerinde son sürat ilerleyen bir yol romanı. Geçerken karşılaştıklarımızı, yol boyu öğrendiklerimizi geçmişin yüklerini sırtlanmadan kucaklayıp kucaklamayacağımıza dair giderek buruklaşan bir tecrübe; mideye sessiz sedasız oturan bir yumruk, hayatın bir darbesi. Aslında: Kalp kırıklığı.

1

Deyiş yerindeyse kalbini hâlâ kıran bu hikâyeyi –gerçi bunu böyle ifade etmezdi ama istisnai olarak burada öyle olsun– o yazacak olsa nereden başlardı? Belki kapısının önündeki ayak seslerinden ya da bunlar gerçekten ayak sesleri mi, yoksa başkalarının kaosunu bir kitaba dönüşene kadar ıslah etmeyi bıraktığından beri var olan iç huzursuzluğunun sesleri mi diye duyduğu şüpheden. Yani: Vadide ışıkların çoktan söndüğü akşamın dokuzunda duyduğu ayak sesi miydi, yoksa onda mı bir sıkıntı vardı? Sonra bir sigara çıkarıp yaktı; ezelden beri kullandığı metal çakmağını açınca çıkan ses, kendi içinden gelenler dahil bütün gürültüleri susturdu. Reither, ağzında sigarayla –o yazıyor olsa adını ilk kez tam da burada kullanırdı– holde kalan son iki kutunun birinden kırmızı bir Puglia şarabı çıkardı. Bu saatte şarap içmek, bu barışçıl kötü alışkanlık, insanı dünyadan ve dünyanın tüm sefaletinden kurtarırdı, hatta insanın kapısının önünde olup biten ve bilmesi gerekmeyen şeylerden de.

Evet, bunlar ayak sesiydi. Sanki biri düşüncelere dalmış, volta atıyordu. Reither tirbuşonunu aldı, salona gidip dizlerinin üzerine çöktü; çünkü birincisi, kül tablası oradaydı, ikincisi, akşama doğru bulduğu bir kitap da orada duruyordu. Ama aslında yalnızca bir alışkanlığa uyuyordu; çünkü insanın önünde diz çökmesi gereken şeyleri gerçekten de diz çökerek yapıyordu, son yıllarda küçük yayınevinde yeni bir kapak için hazırlanmış tasarımları parke zemine yayınca yaptığı gibi. Hatta beğendiği çok az fotoğrafından birinde, ağzında sigarayla yere diz çökmüş, yalnızca bacakları görünen bir kadın tarafından izlenirken görülüyordu. Fotoğraftaki her detay amacına uygundu: yere doğru uzatılmış kol, dudağının hep aynı köşesinde aşağıya sarkık duran sigara, yalnızca yaptığı işe odaklanmış bakışlar, kapak deseni olarak seçtiği paslı bir teneke plakanın üzerindeki bir yeri gösteren başparmak ve otuz yıldan fazla bir süre, işi sonlanana dek her kitabında yaptığı gibi tasarımın son rötuşlarıyla uğraşan el. Reither Yayınevi geçen sonbahar, yayınevine bağlı butik kitapçıyla birlikte tasfiye edilmiş, Frankfurt’ta eski bir binanın giriş katındaki daire de satılmıştı; satıştan eline geçen parayla matbaaya olan borçlarını ödeyebilmiş, büyükşehre sırt çevirip nisan sonunda bile karla kaplı olsa da çayırları ve dağları gören bir daireye taşınmıştı. Bu yüzden işte burada, Weissach Vadisi’nin kuzeyindeydi, yorgun gülüşlerin dünyasından kaçmıştı, onun gibi birinin yılda iki kez basılı ve ciltli olarak sunması gereken her şeyden.

Reither, şişenin mantarına geçirdiği tirbuşonu döndürdü. O fotoğraf çekildiğinde –çerçeveli halde mutfakta duruyordu, asıp asmamaya karar verememişti– yayınevinde içiyordu hâlâ; fotoğrafta görünen bacaklarsa kısa bir süre sonra onu terk edecek bir kadına aitti; otomatik deklanşörle çekilmiş bir fotoğraf, deyiş yerindeyse mutlu bir talihsizlik. Mantarı, şişenin parlak ağzı görünene kadar çekti, boşuna bir çabaydı bu, aklı şarapta değil, kapısının önündeki ayak seslerindeydi. Koridorda biri vardı; aslında burası, kendi rengi mi, yoksa bir dolap hayaletinin ardında bıraktığı solgun bir kalıntı mı, bunu bile ele  vermeyen duvar rengiyle yaşanacak bir yer bile değildi. Kimse sebepsiz yere volta atmazdı burada. Reither sigarasını söndürüp bulduğu kitabı bombeli kül tablasına yasladı – kim ondan ne istiyordu? Ya da o, birinin ondan bir şey istemesini istiyor muydu? Belki; ama bu belki, yalnızca baharın henüz gelmemesindendi. Onun mevsimi değildi kış, küçük bir çocukken geçirdiği birkaç kışı saymayacak olursa şimdiden altmış dört kış geçirmişti. Üstelik kışa karşı, ağustos sıcağında klima işlevi gören açık camları, eski Toyota’sıyla Puglia’ya yaptığı seyahatten yalnızca şarap kalmıştı geriye. Kül tablasına yasladığı kitap, sadece bir kitapçıktı, elli sayfalık, belli ki yazar, kitabı kendisi yayımlamıştı, tasarımı bir hayli dikkat çekiciydi, zaten bu yüzden çarpmıştı gözüne, tabii bir de kitabın bir ismi olmadığı ve üzerinde daha önce hiç duymadığı, kulağa uydurulmuş gibi gelen bir kadın ismi olduğu için.

Bir kez daha çekti, bu sefer mantar, neredeyse insansı bir sesle çıktı yerinden, kendine bir kadeh doldurdu. Reither aslında artık oturmak istiyordu, ama ayakkabılarını çıkarıp yeniden koridora gitti, elinde kadeh ve kitapla kapıya yaklaştı. Kapının diğer tarafında biri nefes alıp veriyordu, sanki az sonra bir şey söyleyecekmiş ya da içsesiyle çoktan söylemiş gibi hafifçe öksürdü, rahatsızlık vermek istemiyorum, aradığım yalnızca biraz sohbet. Havayı içine çekti, akşamın ilk yudumunun havasıydı bu, düşünsel her şeyin bir tada dönüşeceği, dünyanın bir an için bir dile sığacağı ilk yudum, ilk yudumu aldı ama herhangi bir etkisi olmadı, dünya, kapının diğer tarafındaki hafif öksürüklerle oradaydı hâlâ. Kapının bu tarafındaki kısımdaysa, bir başlığı bile olmasa da bir kitabın dünyası vardı – o pazar günü yalnız kalmak için akşam yemeği vaktinde yakındaki restorana, duvarı virane kitaplarla dolu şömineli fuaye denilen yere gittiğinde böyle bir şey bulmayı ummamıştı. Şehvetle süslenmiş aşk romanlarının, şehvetin varoluşu nasıl da tükettiğini inkâr eden bütün o kapakların arasında bu kitaba rast gelmiş, kimseyle, özellikle de tüm bir sitenin ismi olan Wallberg Apartmanları’nın okuma grubundan biriyle karşılaşmamak için kitabı aldığı gibi dairesine dönmüştü; zaten öncesinde okuma grubunun başındaki kadın, başıyla uzaktan, sessizce selam vermişti ona.

Reither mutfağa gitti, biraz peynirle pişmiş jambon çıkardı, bir de tereyağıyla ekmek; yalnız yemek yemekten hoşlandığından değil, gözlem altındayken yemek yemekten hoşlanmadığından. Hele de en baştan kimseyle ilişki kurmak niyetinde değildi, yalnızca resepsiyon bölümündeki iki kadınla sohbet etmişti – resepsiyon, mülk sahiplerinin yaptığı toplantının sonunda kullanılmaya başlanan bu kelime, insana otelde yaşadığı hissini veriyordu; aslında tek maksat, bina görevlisi paydos ettikten sonra da birinin tesise girip çıkanları gözlemesiydi, öte yandan bu iş çok da pahalıya patlamamalıydı, sonuç olarak, yalnızca bir işi olmasına bile sevinen iki kişi, vardiyalı olarak resepsiyon bölümünde çalışıyordu. İkisi de onun gibi, geride bıraktıkları bir dünyadan geliyordu, biri Marine, Bulgaristan’dan, diğeri Aster, Eritre’den, çocuklar için hazırlanmış bir İncil’den fırlamış gibi duran gerçek bir güzellik, bir yıldızçiçeği. Bu iş için biraz fazla zarif olan sarışın Bulgar’la, kadının vadide göreceğini düşündüğü tanınmış kişiler hakkında, Eritre’liyle ise dilin kendisi hakkında konuşmuştu. Aster yabancı bir dil konuşurken hiç hata yapmak istemiyordu, Reither de gramer hataları yapabileceğini, önemli olanın kendi sessiz sakin tarzına uygun şekilde konuşması olduğunu söyleyip kadını cesaretlendirmişti. Sessiz sakin, olmuştu tavsiyesi – tek çalışanı olan kadına da hep verdiği bir tavsiyeydi bu, yüzyılın romanını yazdığını sanan biri ararsa, iş  yayıncıya kalmadan daha telefonda, kendi üslubunla onu rüyasından uyandırabilirsin derdi; adını hâlâ andığı Kressnitz, ona en yakın olan insandı sanki, daha yakını da yoktu zaten.

Daire kapısının önünden bastırılmış hapşırığa benzeyen bir ses geldi o anda, bir kez, iki kez – bu havada çok normaldi. Kressnitz de her nisan soğuk alır ve her nisanda nezlesine rağmen görevini yerine getirirdi, kafa karışıklıkları bir kitaba dönüşmek için fazla karışık olan yetenekli insanları avutmaktı görevi. Yazarak kendini kurtarmak isteyen bütün o gamlı insanlara, son âna kadar içtenlikle inanmıştı Kressnitz; Reither ise hiç umut vermeden hepsini köşedeki İtalyan’a yönlendiriyordu: Bir noktada kesilmesi gerekiyordu bunun. Sofrayı kaldırdı, yeni bir sigara çıkarıp tekrar koridora gitti. Elbette bir sürü insan, sırf kendileri de onun yaşına yaklaşıyor diye yaşını yaştan saymayan bir sürü insan, devam etmesi için ısrarcı olmuştu ama gerçeği açıkça gören yalnızca oydu: Yazan insanlar, okuyan insanlardan daha fazlaydı artık. Kulağını kapıya dayadı. Ya ikisi de nefesini tutuyordu ya da gürültü kesilmişti – yazık, uzun zamandır başka birinin soluğunu duymamıştı oysa; geriye yalnızca bulduğu kitap kaldı, kül tablasıyla birlikte yemek masasına koydu onu. Kadehini yeniden doldurup ciltli küçük kitabın üzerine bıraktı, önceden olsa böyle bir şeyi asla yapmazdı. Kırmızı Puglia şarabının iki damlası, göz alıcı kapağın üzerine damlamıştı bile, kaliteli, kum rengi kapağın üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Damlaları silmeye çalıştı ama yalnızca biraz daha yayılmış oldu böyle, kitabı bir kapağı da yokmuş gibi geri götürmek istemiyorsa, elinin altından çekmesi gerekiyordu. Ama bir kapağı vardı, bu gerçek değişmedi; bir zamanlar olmuş her şey gerçekti, yirmi yılı aşkın bir süre önce, bir seyahat sırasında, varış noktasına çok az kalmışken onu terk eden kadın sayesinde öğrenmişti bunu; kadın da gerçekti, üstelik güzel ve uydurma olmayan bir isimle.

Reither sigarasını söndürdü, tam o anda kapıya vuruldu, kısa ama kararlı bir vuruşla, üstüne başına baktı, kazak vardı, bir şeye bir kez alıştı mı zor çıkarırdı üzerinden, yuvarlak rakamlı son yaş gününde Kressnitz hediye etmişti bunu. Bir saniye, diye bağırdı, kazağını çıkarıp göğüs cebi olan bir gömlek giydi, fuar günlerinden kalma bir gömlek, sonbahar yayın programının küçük el ilanı tam gömleğin cebine sığacak kadardı, bir de deri ceket giydi üzerine, çakmağı gibi ezelden beri vardı o da, dolabında asılıydı. Daire kapısına doğru giderken ceketinin yakasını düzeltti, bu ceketle akşamın bir vakti yapılan habersiz ziyaretlerden çok daha fazlasını yaşamıştı, sonra kapı koluna uzandı – insan bazen bir şeyleri olmadan önce bilir, küçük bir belirti, bir titreşim sayesinde, depremden önce huzursuzlanan hayvanlar gibi, kapıyı daha yarısına kadar açmıştı ki dünyanın bu keşfedilmemiş kısmında ne olduğu göründü: Paspasının hemen önünde, okuma grubunun başındaki kadın duruyordu; üzerinde bir yaz elbisesiyle.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Bir Şey Olduğu Yok ~ Kevin WilsonBir Şey Olduğu Yok

    Bir Şey Olduğu Yok

    Kevin Wilson

    Lillian ve Madison’ın yatılı okulda başlayan beklenmedik dostlukları, Lillian’ın olaylı bir şekilde okulu terk etmesiyle mektuplara kalmıştı. Ta ki yıllar sonra yine bir mektupla...

  2. Kayıp Ruhlar ~ Gregory LambersonKayıp Ruhlar

    Kayıp Ruhlar

    Gregory Lamberson

    Sosyoloji, “amatörü” veya “heveslisi” çok olan bir sosyal bilim alanı… Herkes, “toplum” hakkında bir şeyler söylemeye kendini ehil hissedebilir. Sosyolojinin yaşayan en önemli kuramcılarından...

  3. Denizin Dibindeki Krallık ~ Joan AikenDenizin Dibindeki Krallık

    Denizin Dibindeki Krallık

    Joan Aiken

    Sihirli Bir Dünya Büyük beğeni toplayan Yağmur Damlalarından Kolye kitabının yaratıcıları Joan Aiken ve Jan Pienkowski’den her satırı sihirle örülü büyüleyici bir masal dünyası: Denizin Dibindeki Krallık. Jan Pienkowski’nin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur