Cemal Süreya sadece iyi bir şair değil. İyi bir çevirmen, iyi bir eleştirmen, iyi bir deneme yazarı, iyi bir okur. Hayatı boyunca şiirle nefes almış, sadece kendi şiirini değil, ait olduğu edebiyat dünyasının tüm verimlerini önemsemiş bir edebiyat insanı.
Şapkam Dolu Çiçekle, Cemal Süreya’nın özellikle Türk şiiri üzerine yazdığı kapsamlı yazılarının derlendiği bir kitap. Dağlarca, Tevfik Fikret, Oktay Rifat gibi devlerin şiirleri bu yazılarda enine boyuna inceleniyor.
Cemal Süreya’nın bu kitapta Nâzım Hikmet için kurduğu şu cümle aslında onun yazıları için de söylenebilir: “Okudukça yüzümüze kan geliyor.”
CEMAL SÜREYA, 1931’de Erzincan’da dünyaya geldi. Haydarpaşa Li sesi’nden sonra Ankara Üniversitesi’nde Maliye ve İktisat Bölümü’nü 1954 yılında bitirdi. İlk şiiri “Şarkısı-Beyaz” Mülkiye dergisinde yayımlandı. 1954’te göreve başladığı Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik yaptı; 1965’te ayrıldığı göreve 1971’de döndü, 1982’de MaliyeTetkik Kurulu’nda başmüfettişlikten emekli oldu. Cemal Süreya, modern Türk şiirinin en belirleyici ve yenilikçi akımlarından İkinciYeni’nin önde gelen isimlerindendir. 1961 yılında Papirüs dergisini kurdu, bu dergi 1981’e kadar aralıklı olarak yayımlandı.Yazarlık hayatı boyunca Oluşum, Pazar Postası, Yeditepe gibi birçok yayında şiirler, yazılar kaleme aldı. Üvercinka (1958) adlı şiir kitabıyla Yeditepe Şiir Ödülü’ne, Göçebe (1966) ileTürk Dil Kurumu Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.Toplu şiirleri Sevda Sözleri (1984) adıyla yayımlanan Cemal Süreya, 1990’da İstanbul’da hayatını kaybetti. Eşi Zuhal Tekkanat’a yazdığı On Üç Günün Mektupları (1990) ölümünden sonra yayımlanmıştır.
İçindekiler
Ataç’ın Yazarları ………………………………………………………. 11
Sevgilinin Halleri ……………………………………………………… 31
Dize ………………………………………………………………………. 41
Nâzım Hikmet ………………………………………………………… 45
Sonuna Kadar ………………………………………………………….. 53
Attan İspanyol’dan …………………………………………………… 57
“Şuara Suresi” ………………………………………………………….. 61
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Şiirinde İki Dönem ………………. 65
Sevil Berberi ……………………………………………………………. 79
Tevfik Fikret Üstüne …………………………………………………. 84
Şiirimiz Üstüne Bir-İki Söz ………………………………………… 90
Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi ………………………………………. 95
Elleri Var ………………………………………………………………. 107
Kendini Çevirten Şiir ……………………………………………… 112
Eşyanın Kötü Tadı ve Gerçek Hayat ………………………….. 116
Ün ve Efsane …………………………………………………………. 122
Ziya Osman Saba …………………………………………………… 129
Orhan Veli’nin Yanlışı …………………………………………….. 130
Eleştirmenler …………………………………………………………. 134
Yaşar Nabi Nayır ……………………………………………………. 140
Genç İrisi ……………………………………………………………… 146
Ahmed Arif …………………………………………………………… 150
Can Yücel’in Şiirinde İroni ………………………………………. 158
Turgut Uyar’ın Girişimi …………………………………………… 166
Cahit Külebi’nin Çıkışı Üstüne Notlar ………………………. 171
Babam Ceyhun Boy Boyluyor ………………………………….. 176
Mehmed Kemal ……………………………………………………… 181
Suçsuzluğun Şiiri …………………………………………………… 186
İlhan Selçuk ………………………………………………………….. 192
Düşüncenin Giysisi ………………………………………………… 198
Susuzluktan Ölen …………………………………………………… 205
Dizin ……………………………………………………………………. 215
ATAÇ’IN YAZARLARI
I
Ataç, Remy de Gourmont’dan sık sık söz eder yazılarında. Gerçi onun düşüncelerine katıldığı yerler azdır. Hatta çoğunca eleştirir de onun çıkışlarını. Ama uzun süre onu okuduğu, hiç değilse görüşleriyle ilgilendiği anlaşılıyor. Gourmont bir yerde Epikür’cü bir yazardır; ayrıca Bayle’den, Renan’dan çıkan bir yanı da vardır. Gerçeği parça parça görür; düşünceyi çok kez en tipik ya da en uygun yerinden değil, en ilginç gördüğü yerden yakalar ve bu ilginçlik zaman zaman “tuhaf” olarak belirir. Bu yanıyla Gourmont’nun Ataç’ın yazarlık tavrını etkilediği düşünülebilir.
Yazarlığının ilk yıllarında bağlandığı Hazlitt de yerleşik değerlere kuşkuyla bakan bir yazar. Denemelerinde, eleştirilerinde “özdenliğin dikkafalılığı” içinde belirir.
Léautaud da öyledir bir yerde. “Fransızların Diyo jen’i” olarak anılan bu yazarı Ataç çok sevmiştir. İçindeki Montaigne, Gide sevgisi ulaşılmaz bir özlemle yan yana gider. Ama pek de önemli bir yazar olmadığını sık sık söylediği Léautaud’da Ataç kendini daha çok bulmaktadır. Günübirlik bir yazar Léautaud; her türlü uzlaşıcılığa karşı çıkar ve bunu günün değerlerinden değil, havasından, küçük koşullarından yapar. Onun esnek sinizmi, tatlı tuhaflığı ile Ataç’ın yazar tavırları arasında, bazı koşul ayrımlarına karşın bir benzerlik, hatta bir özdeşlik görmemek elde değil.
Ataç’ın gençlik döneminde özellikle ilgilendiği iki yazar daha var: Sainte-Beuve ve Emile Faguet. Zamanla bu iki eleştirmenden uzaklaştığı görülüyor. Sainte-Beuve özellikle ömrünün son yıllarında duygusallığa fazlaca kapılmış, bu yüzden eleştirilerinde büyük yanlışlar yapmıştır. Sözgelimi kişisel nedenlerle Hugo’nun yapıtlarını sessizlikle geçiştirmiş, Balzac’ı yermiş, Stendhal’i küçümsemiş, Nerval’i aşağılamış, günün orta halli bazı yazarlarını büyük ustaların çoğuna yeğ tutmuştur. Ataç’ın giderek bu yazarın yerdiği hemen her yazarı baştacı etmesinde kendi gençlik yıllarının tansımalarını toptan yadsıma eğiliminin de büyük payı var kuşkusuz. Emile Faguet’ye karşı tutumu da öyle olmuştur. Faguet sembolistlere karşıydı. Ataç’ın en tuttuğu şairler ileride bu devinimin ustaları olacaktır. Gençlik yıllarında tutkun olduğu birçok yazarı (Bataille, Bernstein, Hervieu) “bayağının bayağısı” diye nitelendirmesi, çok okuduğu Régnier’yi giderek küçümsemesi, bir zamanlar ezber ettiği Rostand’dan tiksinmeye başlaması, Ataç’ta bir değişim meydana geldiğini gösteriyor. Dikkat edersek, eskiden sevdiği sanat yapıtlarından uzaklaşması bir tiksinme biçiminde ama düşünce, eleştiri yapıtlarından uzaklaşması daha çok bir “aşama” biçiminde oluyor.
Bir değişim. Yeni yazarlara, yeni devinimlere düşkünlüğünden mi bu? Söylenemez. Ataç, Picon’un “son klasikler” dediği yazarlardan sonra gelenlerle pek ilgilenmemiştir. Şiirde Mallarmé’den sonra adamı yoktur. Romanda kendi çağdaşlarını (yaşıtlarını desek daha iyi) gereğince izlememiştir.
Eleştiride, denemede son dostu Léautaud’dur. Sevdiği, izlediği yazarlar daha çok eskiden Mercure de France’ta yazıp da sonradan La Nouvelle Revue Française’de yazanlardır. Fransız edebiyatının ağırlık noktalarından biri bir ara Mercure de France’taydı, giderek bir bölük yazar buradan ayrılarak La Nouvelle Revue’de toplandı. Ataç özellikle bu ikincisinin ve onun doğrultusunda daha alt düzeyde görünen bazı yayın organlarının okuruydu. O dergilerin önerilerine iyice koşullandığı görülüyor. Günce’sinde bunu büyük bir içtenlikle itiraf ettiğine tanık oluyoruz: “Evet, doğru, birtakım Avrupalı yazarların etkisi altındayım, onların beğendiklerini beğenir, beğenmediklerini de beğenmem. Edebiyatta ‘tarikatler’ vardır. Bir ‘tekke’ye giren onun havasına alışır, o havadan başkasıyla pek edemez. Ben de La Nouvelle Revue Française tekkesindenim. O derginin övdüğü yazılara hayran olurum, övmediklerini beğenmem, onda adı geçmeyenleri ise bilmem…” Elbet bu sözü olduğu gibi almak doğru olmaz. Ataç’ın bir noktada abarmış bir tepkisidir bu. Ama genellikle Ataç’ın gerçeğine ışık tuttuğunu da yadsıyamayız. La Nouvelle Revue Française esnek bir yayın organı. Edebiyatın bağımsızlığını ve “güç” edebiyatı savunmuştur tarihi boyunca; ama kapalı bir dergi olmamıştır. Özellikle Gide’in, Jacques Rivière’in, Jean Paul han’ın yöneticiliği altında bütün akımlara eleştirel gözle bakmıştır. Bir gönül adamı olan Ataç’ın ise dergideki yazıları benimseme yönünden de bir seçme yaptığı, daha çok Gide’in doğrultusundaki yapıtlarla ilgilendiği görülüyor. Ataç’ın bağlandığı edebiyatın daha çok 19. yüzyıl Fransız edebiyatı olduğu anlaşılıyor. Yazılarından, Günce’sinden anlıyoruz ki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra fışkıran gerçeküstücülükle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra genellik kazanan toplumcu gerçekçilikle de, bu arada ve bundan sonra beliren başka edebiyat ve fikir belirtileriyle de, uzaktan olsun, ilgilenmemiştir. Çoğunca gazetelerde yazmış “güncel” bir yazar için ilginç bir durumdur bu. Hatta daha genel olarak, Ataç’ın kendi yaşıtları ortaya çıktıktan sonra Fransız edebiyatının izleyicisi olmayı bıraktığını söylersek fazla aşırı bir söz etmiş olmayız. Gerçi çağdaş yazarlardan çeviriler yapmıştır ama hiçbiri Ataç’ın yazarı değildir bunların, Ataç’ın düşüncesine pek bir katkıları olmamıştır. Ataç klasikler ve son klasikler üstüne düşünür hep; örneklerini hep onlardan verir: Montaigne, La Bruyére, Ronsard, Voltaire, Hugo, Stendhal, Balzac, Nerval, Gide, Mallarmé, Rimbaud, Verlaine, Valéry, Léautaud… Bunlardır onun yazarları. Yarım yüzyıllık yazarlık hayatının tanıdığı bütün öbür yazarlara karşı bunları savunmakla geçtiğini, bir de Türk fikir sanat hayatına bunlardan değerler getirmek istediğini söyleyebiliriz. Kendisini oluşum çağında beslemiş yazarlardan giderek soğuduğunu söylemiştim. Öyledir. Ama bu daha çök görünüştedir. Onlardan aldığı etkiler yazarlık tavrını işlemiş, sonuna kadar da öyle kalmıştır. Kanıları değişmiş ama tavırları aynı kalmıştır, hatta abarmıştır. Bakarsınız, bir Montaigne gibi “ne söylediğini bilen ama ne söyleyeceğini bilmeyen” bir denemeci tavrı içindedir; bakarsınız Faguet gibi “düşünceleri hemencecik birer kanı olmuş”, Sainte-Beuve gibi duygusallığa kayarak bu doğrultuda kesinlemelere girmiş; Gide gibi davranmak isterken Léautaud gibi davranmış. Montaigne için çalışmanın ana maddesi hayattı, Gide denemeci olarak bireyin özel bir savunusuna tutunuyordu. Ataç’ın önündeyse yalnız edebiyat vardı, yalnız dil vardı. Edebiyatı yalnız edebiyatla aşmanın olanağı yoktur sanısındayım. Yalnız dille de öyle. Ataç’ın 20. yüzyıl düşünce ve edebiyat sorunlarına uzanmamasını bir kusur olarak görmüyorum ben. Bu onun özelliğidir. Ancak özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki düşünce ve edebiyat yapıtlarını izleseydi, biraz da edebiyat ötesi öğelerle kendini besleseydi kuşkusuz, kusurlu bulduğu o ilk tansımaların izlerini üstünden atacak ve biraz fazlaca bağlandığı Fransız edebiyatının dışına çıkabilecekti. Bununla birlikte bu “kuşkucu”, “yanardöner” etkiler onun kişiliğinde uzun süre olumlu sonuçlar doğurmuş, Türk diline ve düşüncesine kara cümlesini sağlamakta Ataç’ın elinde çok değerli bir silah olmuştur. Ataç’ta, kendi ustalarındakinin tersine, düşünce en yalın halini elde edebilmek için o âna kadar kazandıklarından büyük fireler verir, ana kaynağıyla ilişkisini yitirmiş bir ışık gibi parıldar. Ama tavrı bu yalınlığı doğrulayacak bir açıklıkta değildir. Bu onu çoğunca açıklanması güç seçmelere ya da yadsımalara götürmektedir.
Sözgelimi Flaubert’e karşı bir ısınmazlık içindedir. Onu beğenmemek için kararlıdır sanki. Onun özenli çalışmasını hiçler gibidir: Flaubert az mı yazmış, Ataç’a göre, güzel yazmak için değil, çok yazamadığı için az yazmıştır (oysa yirmi üç yapıtı var bu yazarın). Dilinde de öyle ahım şahım bir şey yoktur Flaubert’in; sözgelimi Voltaire (ki “belki Fransa’nın en büyük yazarıdır”) çok yazmıştır; dili Flaubert’inkinden temiz, anlatımı onunkinden güzeldir. Salambo iyi bir kitap değildir. 1952’de yayımladığı başka bir yazısında Salambo’yu üç-beş kere okumayı denediğini ama dayanamadığını söyler ve Lord Berners’in Kleopatra’nın Burnu adlı romanının ondan üstün olduğunu söyler. Madame Bovary’de ise bir budalalık, bir bayağılık bulur. L’Education Sentimental’i okumamıştır ama okusaydı da kanısını değiştirmeyecekti sanırım. Hele Flaubert’in notlar alarak ön çalışmalar yapmasıyla eğlenir de bir başka yazısında. Kısacası bu yazarı bir Gourmont tavrı içinde didikler. Oysa 1948’lerde onun büyük yazar olduğunu belirttiği yazıları da var. Ama onlarda bile Flaubert’in, bir Balzac’ın, bir Stendhal’in yanında anılamayacağını söyler. Neden olarak da şunu gösterir:
Flaubert’in acunu küçücük, sınırlı bir acundur; Madame Bovary’nin bütün o “alık, bön kişileri” bizi çabucak usandırıverir, içimize bir sıkıntı verir. 1953’lerde ise Flaubert’i artık okuyan kimse kalmadığını yazacaktır. Düşünce, Ataç’ta olduğu gibi kalmaz, ya tersine döner ya da doğrultusunda abararak duygusal uçlara varır.
Oysa 1936’larda çevirmeye başladığı ve o sıralar bir kısmını bir dergide aydan aya yayımladığı Madame Bovary için şöyle yazıyordu:
Gustave Flaubert yalnız Fransa’nın değil, bütün dünyanın en tanınmış romancılarından biridir. Ölmez eserlerinden Salambo, dilimize İsmail Hakkı Alişan tarafından tercüme edilmiştir. O roman Gustave Flaubert’in romantik tarzının en güzel eseridir. Madame Bovary ise tarihî sahneleri canlandırmağa değil, gözünün önünden geçen hayatı, yaşayan tipleri tesbite çalışan Flaubert’in asıl eseridir. Asabî, hatta hastalıklı bir sanatkâr olan Flaubert, insanların bilhassa budalalıklarını seyretmekten, bununla kendini zehirlemekten hoşlanırmış. Madame Bovary’de dünyanın en unutulmaz budalalarını tasvir etmiştir. (…) Gustave Flaubert en titiz sanatkârlardandır. Her cümlesi üzerinde saatlerce çalıştığı söylenir. Böyle bir muharririn eserini tercümeye kalkmanın bir cüret olduğunu bilirim. (…)
Ataç’ın Madame Bovary çevirisi yayımlanmakta olduğu derginin kapanmasıyla yarım kalmıştır. Sonra elindeki bölümü yeniden elden geçirip Remzi Kitabevi’ne vermiş ama arkasını getirmemiş. Ataç öldükten sonra çeviriyi Sabri Esat Siyavuşgil tamamlamış, kitap o kitabevinin yayınları arasında çıkmıştır. Çevirinin ilk 170 sayfası Ataç’ın, geri kalan bölümü Siyavuşgil’indir.
Baudelaire’e karşı tutumu daha da ilginç. Baştan beri bu şairin “büyük” olduğunu yazar. Sonra bir gün şunu yazar: “Bir zamanlar Baudelaire’e bayılırdım, birkaç yıldır soğudum, kızıyorum. ‘Le Balcon’, ‘L’Invitation au voyage’ gibi en güzel, en ünlü şiirlerinde bir bayağılık buluyorum. Ama siz bakmayın dediklerime, Baudelaire elbette büyük şairdir.” Başka bir yazısında da Baudelaire’in “orta halli” bir şair olduğunu, La Fontaine’den, Hugo’dan, Verlaine’ den değil üstün tutulmasının, onlarla birlikte anılmasının bile haksızlık olacağını söyler. Çünkü o sırada Baudelaire’in “Albatros” şiirini okumuş, sevmemiş, hatta “enayice” bulmuştur. Baudelaire o şiirinde şair kişinin toplumla uyumsuzluğunu anlatır. Les Fleurs du Mal’in ilk şiiridir ve kitabın ilk baskısından beri vardır. Ataç, “Albatros” şiirini “büyük şair” Baudelaire’i ezber ettiği günler okumamış mıdır acaba? Okumuştur elbet. Ama işte, Ataç, Baudelaire’i “Albatros”a karşın sevebilmekte, “Albatros”tan ötürü de yerebilmektedir. Ataç’ta bir şeyi övmek ya da yermek için ufak bir nokta ya da kendindeki ufak bir ruh hali değişikliği yeter. Colette’i kedilerin dilinden anladığı için de saygın bulur, Poe’nun öykülerini korku öyküleriyle başyapıt yazılamayacağı için küçümser, Montaigne’in tek yapıtına “biricik” der, A. Fournier’yi tek yapıtıyla başköşeye oturtur da çalışma masasına “otuz zenci gücü”yle oturan Flaubert’i az yazan biri olarak görür. Onun için önemli olan, karşısındaki yazardan, önündeki sorundan çok o anda kendine ilginç gelen bir noktadır. O noktayla, bütün üstüne yargılar verir.
Ataç’ın yazılarını yeniden okurken bir nokta daha dikkatimi çekti. Çok tekrar var bunlarda. Aynı sözü, aynı olayı yeniden anlatıyor. Bu tekrarlar ömrünün sonuna doğru daha da çoğalıyor. Hele Günce’sine yirmi beş yıl önce yayımladığı yazıları parça parça aktarmasının, onun gibi günün içinden yazan bir yazara yarar getirmediği kanısındayım. Ayrıca güncesinde açıkladığı amaçla da bağdaşmıyor.
Thomas Mann’ın yapıtını da onun hayatındaki bir olaya dayanarak aşağılar Ataç. Thomas Mann faşizme karşı direnişinden ötürü Hitler Almanya’sından gitmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yenilişine sevinmiş sonra da. Ataç, onun yurduna karşı takındığı tavrı, nedeni ne olursa olsun kabul etmemektedir. Bu konuda yazdığı bir yazıda onun zaten berbat bir yazar olduğunu, “ne adam olduğu”nun zaten yazdıklarından belli olduğunu yazar. Shaw’u küçümser, Mauriac’la alay eder, Claudel’i bir yerde dindar olduğu için hafife alır, Oscar Wilde’ı küçümser ve tatsız bulur. Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni eline aldığını ama sonunu getirmeden attığını, Malaparte’nin “abuk sabuk” şeyler yazdığını, Éluard’da bir şey bulmadığını söyler. Yukarıda, konularından ötürü Poe’nun öykülerini küçümsediğini söylemiştim. Policier yazan yazarları, bu arada Simenon’u da küçümser; ama on gün sonra kaleme aldığı bir yazıda bu kez Simenon’u överek Dosto yevski’nin yanında anar.
Sevdiği şairler; Villon, Ronsard, Verlaine, Rimbaud, Nerval, Mallarmé. Ronsard’a özel bir sevgisi var. Hugo’yu çok büyük bulur. Bir yazısında Hugo’nun hiçbir zaman eskiyemeyeceğini söyler; başka bir yazısında ise şöyle der: “Hugo bize pek eski geliyor; hatta 15. yüzyıl şairlerinden, Charles d’Orléans’dan, Villon’dan bile eski.” Ataç’ın şairi Mallarmé’dir; varsa yoksa o. “Gene de hepsinden çok, Rimbaud’dan da çok Mallarmé’yi severim. Şair olsaydım onun gibi yazmak isterdim.” Mallarmé onun için şiirde devrimdir. “Mallarmé’den önce şiiri anlamak başkaydı, Mallarmé’den sonra başka.” Avrupa’nın yeni şiiri derken daha çok onun şiirini söylemek ister.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıŞapkam Dolu Çiçekle
- Sayfa Sayısı312
- YazarCemal Süreya
- ISBN9789750761706
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ve Kadınlar Ve Erkekler Ve Aşk ~ Mehmet Coşkundeniz
Ve Kadınlar Ve Erkekler Ve Aşk
Mehmet Coşkundeniz
Ve o aşk bir gün gelip de yerleşince yüreğime, vazgeçilmez oldun… Ve ben, o günden beri, beni birgün sevebilme ihtimaline karşı Seni hep kalbimde...
- Kesekli Tarla ~ Figen Şakacı
Kesekli Tarla
Figen Şakacı
“Derinlerde bir yerde koca bir kaya vardı da, abilerim ablalarım şuna bir el atıverelim demek için çıkıyordum dışarı. Tesellisi, telafisi imkânsız bir arayıştı bu....
- Sirenleri Taşa Tutun ~ Selahattin Yusuf
Sirenleri Taşa Tutun
Selahattin Yusuf
Bir ipeğin ruhunu ellerinin arasına alıp öptü. Nefesi yabancı bir nefesin yanında yürüdü Rob’un. Damarları aktı uzun uzun. Vadilerin kıvrımlarında titreyip duran ırmakların, denize...