Ralf Rothmann “Baharda Ölmek” ile başlayıp “O Yazın Tanrısı” ile devam eden üçlemesini “Kar Altındaki Gece” romanıyla tamamlıyor.
1945, kış: 16 yaşındaki Elisabeth kendisini tedavi eden firari Rus askerle birlikte bir sığınaktadır. Soba borusu deliğinden karda yürüyenlerin ayak seslerini işitir; yukarıdaki yaşamının onsuz akıp gittiğini, tanıdığı ve sevdiği tüm insanların onu aramayı çoktan bıraktığını ve onun orada yattığını bilmeden kaskatı donmuş topraktan uzaklaştıklarını hayal eder. Ve hayallerde kaybolduğu bir an böyle iyi olduğunu, bir daha onların yanına, hiçbirinin yanına, yukarıya çıkmak istemediğini, sonsuza dek Dimitri’yle bu gecede, karın altındaki bu sıcak barışta yaşamayı arzular…
“Sac barakamız hep soğuk olurdu, demir soba sıcağı geceden sabaha tutmazdı, ufaklık da gece uyanmış, pijamasıyla sendeleye sendeleye otlakta yürümüş, çıplak ayak… Diz yüksekliğinde duvarla çevrili gübre çukurunu görüyor, e tabii sabah ayazında üstünden dumanlar tütüyor, herhalde sıcak banyo sandı. Neyse işte içine girip oturuyor, neşe içinde kafasını bir güzel kahverengi pis suyla yıkıyor… Oranın mayalanma yüzünden belli bir ısısı vardı, ne olursa olsun bizim kümes gibi odadan daha sıcak olduğu kesindi… Ben bütün o korku ve dehşetin içinde ne düşündüm biliyor musun: Evet, işte bizim hayatımız bu. Gübrenin içinde oturuyoruz, gübrenin içinde büyüyoruz, gübre gibi kokuyoruz ve her zaman da böyle olacak…”
“Kar Altındaki Gece, Rothmann’ın en iyi kitaplarından biri.”
Rainer Moritz, Neue Zürcher Zeitung
*
Son savaşın bitiminden önceki kış, cephe neredeyse her gün yer değiştiriyordu ve Danzig çevresinde bombalananlar için korunaklı alan kalmadığından insanlar, geceleri, Ohra ve Preußisch-Stargard üzerinden batıya gidiyorlardı. Büyükanne, anne ve küçük erkek kardeşler komşularla birlikte eski Opel Blitz kamyonun üstü örtülü kasasına sığışmak zorunda kalmışlardı. Ama ateşler içindeki kız, bitlere karşı sürülen bir tentür, Jacutin kokan Volkssturm’a1 mensup iki suskun yaşlı adamın arasına, şoför mahalline oturabilmişti. Kız fark ettirmeden siyah örgülerini başlığının kenarından içeriye itti.
Dışarıda, çamurluğun üstünde daha genç bir miğferli oturmuş, gece avcıları yüzünden hiç ışığı olmadan yolunu bulmak zorunda olan şoföre pencere aralığından talimatlar veriyordu: “Sağa kır! Dur! Sola keskin viraj! Dikkat, çukur!” Adım adım ilerleyebiliyorlardı ve odun gazı jeneratörünün homurtusuna rağmen uzaktaki bir yerlerden gelen silah sesleri duyuluyordu. Ama kız korkmuyordu; artık soğuk ve nemli okul bodrumunda yatmak zorunda olmadığı için mutluydu hatta. Kalın paltolu adamların arasında hoş bir sıcaklık vardı, neredeyse on yedi yaşında olmasına rağmen kendisine “küçük” diye seslenen şoför de bir ara kıza çay şişesini uzatmış ve bir parça sucuğu onunla bölüşmüştü; içinde kimyon vardı. Biraz sonra diğerinin dirseğini böğründe hissedince kafasını çevirdi. Adamın kulağı sargılıydı ve “Şuraya baksana çocuk, hayatta kalmak için” derken gözlük camlarının üzerinden kırmızı bir ışık geçti.
Az da olsa kar yağıyordu, kız adamın ötesinden ufka, orman kenarlarının arasındaki düzlüğe baktı. Barış zamanındaki patates ateşi2 gibi görünüyordu, tarlada bir kor dağı gibi; yine de orada burada eğilmiş alınlıklar, kararmış çatı iskeletleri seçiliyordu, orada yananın Danzig olduğuna da anca Meryem Ana Protestan Kilisesi’nin kulesini fark ettiğinde inanabildi. Dumanların arasından heybetle geceye yükseliyordu, rüzgârın ikide bir körükleyerek akkora dönüştürdüğü titrek alevlerin ışığı Mottlau’ya yansıdığından bir an için suyun da yandığını sandı.
Dün gece gördüğü rüya geldi aklına, her adımda parçalanan camdan toynaklarıyla kara atlar: Demek ki köy okulunun bodrumundaki sarsıntıların sebebi uzakta patlayan bombalardı, galiba gözleri kocaman açılmıştı hatta titriyordu; ne olursa olsun adam ona yatıştırıcı bir sesle, “Yo, yo korkma küçüğüm. Yangın çok uzakta, gittiğin yer güvenli. Güzel bir ev, süt, yumurta dolu. Bak göreceksin, saray orası. Masallardaki prensini bulacaksın orada!” dedi.
Şoför kısık sesle güldü, kız hiçbir şey söylemedi, kafasını iki yana sallamakla yetindi. Son zamanlardaki bütün o yıkıntılardan sonra bir sarayın varlığına inanmıyordu elbette, herhalde adamlar onu sakinleştirmek istiyordu. Şimdiye kadar gördüğü tek saray, Danzig’deki Artus Sarayı, ardında akla gelebilecek her türlü hayaletin olduğu ama asla bir prensin olamayacağı, isle kaplı bir ön cepheden ibaretti artık. Yine de bu palavra onu sakinleştirmişti, annesi kabinin arkasından ona seslenerek iyi olup olmadığını sorduğunda gözlerini kapatıp mırıldandı: “Evet, iyiyim.” Sonra da uyuyakaldı. Yakında, demişti Emil Dayı, çok yakında savaş bitecek.
Biraz sonra dizinin üstünde bir şey, gözlüklünün eldivenini hissederek uyandığında rüzgâr pencere aralığından ıslık çalıyor, şoför mahalli tütün ve içki kokuyordu. Rahatsız olduğunu adama belli etmek için ani bir hareketle kıpırdandı ama adam umursamayınca eli tuttu ve dehşete kapıldı. El, Harkov Muharebesi’nden beri öğretmeninin de kullandığı türden deri kaplı bakalit bir protezdi, sigara içen adama sezdirmeden, tırnak yerleri şekillendirilmiş parmakları yokladı. Adam çenesini öne uzatmış, diğer adamla birlikte gözlerini geceye dikmiş bakıyordu.
“Yavaş! Kalaslar var! Sağda su hendeği!” diye bağırdı basamaktaki oğlan, aşağı atlayıp şoför mahallinin yanından koşturdu ve şoför takırdayan ahşap bir yoldan sonra keskin bir virajı geçip öyle ani fren yaptı ki kız kamyon kasasında korkanların bağırışlarını, ağlayan bir çocuğu duyup eli sıkıca kavradı. “Şimdi dikkatli ol!” dedi adam ve bir an için bütün farları yaktı. Kar daha şiddetli yağıyor, silecekler gıcırdıyordu. “İşte senin sarayın!”
BİRİNCİ BÖLÜM
Güller
“Onun için yapılabilecek pek bir şey yoktu ne yazık ki, belki de fazlasıyla acılı bir geçmişi olan insanların elinden başka türlüsü gelmiyordur: Çalışarak bile olsa kendilerini her an yeniden uyuşturuyorlar, çünkü tüm kötü deneyimlere rağmen başarmak için güvenimize ihtiyaç duyan gelecek nesil için öyle ya da böyle kayıp olduklarını biliyorlar. Sürekli endişeli hali, huzursuz gözleri, hızlı atan nabzıyla herkesi memnun etmeye, ‘usturuplu’ giyinip saçını ‘düzgünce’ taramaya çabalardı gerçi ama dolunay olur olmaz bütün duyularıyla bir sonraki belanın içine düşerdi, bu bir dans gecesi ya da panayır vagonunun arkasında sarhoş bir elleşme olabilirdi. Ve bu da muhtemelen buruk bir zafer olurdu: Kor gibi ışıldayan süs şeritlerinin altında kendini hayal kırıklığına, kayba ve her şeyin sonuna teslim etmek ona her türlü neşenin gelip geçiciliği üzerinde adeta alaycı bir kudret bahşediyordu.”
Alıntıladığım bu mektubun yazarı Wolf’un, bir keresinde telefonda kendisinden “benim küçük yabani annem” diye söz ettiği annesi hakkında bir gün bir şeyler yazacağını bekliyordum. Sayısız konferans akşamında pek çok yazarla tanıştığım uzun bir kütüphanecilik yaşamından sonra şunu biliyorum: Bir yazar nadiren kendi biyografisinden fazlasını yazabilir ve eğer dürüstse okuyucuya herkesin uydurabileceği, mümkünse özgün bir şey sunmaz; sonuçta hepimiz onulmaz derecede zekiyiz. Daha çok ne yazabiliyorsa onu yazar: Geçmişin yankısı ve gölgesiyle geleceğin görüntüsü etrafında salınan kendi öyküsünü. Anca o zaman dokunaklı olacaktır dili ve her ne kadar çelişkili gibi görünse de başkalarını da o zaman ilgilendirecektir. Ya da ölen kocam Richard’ın kısaca söyleyeceği gibi: “Tell the story you know.”
Elisabeth üzerine bir kitap… Yaşamını sözünü etmeye değer bulur muydu, emin değilim. Gerçi fazlasıyla alçakgönüllü değildi, ne olursa olsun herkes gibi kabul görmek istiyordu ama aynı zamanda başkalarının dikkatini çekmekten de korkuyordu. Mutluluk ve günlük huzura erişmek için çabalamak ve bu arada olabildiğince az göze çarpmak, onun için en önemlisi buydu. Bunun için adındaki sesli harflerin melodik gösterişinden ve son hecedeki zarif bitişten bile vazgeçmişti; muhtemelen adı, bulunduğu çevrelerde, rençperlerin, maden işçilerinin gittiği bira çadırlarında ve dans edilen barakalarda fazla dikkat çekici ve hatta fazla asil kaçıyordu. Liesel denmesini istiyordu kendisine, gerekirse Lisbeth.
İlk kitabından beri iletişim halinde olduğum Wolf, 2000 yılında emekliliğim için yapılan ufak kutlamada benden mektupları ve fotoğrafları istemişti, ona ait hatıraları ararken bir ayakkabı kutusunda Nanni Brüggemeier’in gönderdiği kartpostalı buldum. Kartın üzerine, dikenli güllerle çevrili İncil’den kısa bir alıntıyla birlikte “Neuen Ruhr Zeitung”daki ölüm ilanını yapıştırmıştı, birdenbire bu durum yani Elisabeth’in, kocası Walter’in ölümünün ardından bir yıl bile geçmeden ölmesi –mutlaka o zaman da fark etmiştim bunu ama zamanla unutmuşum– her şeye rağmen sevgisinin gecikmiş bir kanıtı gibi geldi bana. Sonunda bir şeyleri düzeltmek, her neredeyse onu yalnız bırakmak istemiyordu sanki. Bu arada başsağlığı kartında da Elisabeth değil Liesel yazıyordu.
Babam ölümünden kısa bir süre önce onu işe almıştı. Kiel limanında işlettiği donanma gazinosunun Tommy’lerin2 eline geçeceğinden emin, daha 1945 Mart’ında gizlice, İngilizce bilen ve servis deneyimi olan kadınlar aramaya başlamıştı. Eniştemin Bovenau yakınlarındaki çiftliğinin ambar ve ahırlarındaki pek çok mültecinin arasında böyle birkaç kişi vardı. Ama ben babamıza özellikle Elisabeth’i önermiştim, sırf Danzig’de ortaokula gittiği, o zamanlar en sevdiğim kitap Gone with the Wind’i bildiği ve tatillerde garson olarak çalıştığı için değil; onun o keyifli küstahlığından, hazırcevaplığından ve, itiraf ediyorum, erkek arkadaşından hoşlanıyordum.
Kısa bir süre sonra büfe elemanı olarak yanımızda çalışmaya başlayan Elisabeth Isbahner benden dört beş yaş büyüktü ama sadece biraz daha uzundu. O zamanlar kadınlar da erkekler gibi zayıf ya da cılızdı, kimsenin ona ufak dememesinin nedeni, masaların arasında veya büfenin arkasında hizmet ederken üzerine bastığı mantar dolgu topuklardı herhalde. Lacivert gözleri, hafif dalgalı simsiyah saçları vardı, derin düşüncelere daldığında ya da hayrete düştüğünde burun kökünün üzerinde küçük bir kare oluşturacak şekilde kırışan alnı fazla geniş değildi. Yanaklarında ve kulak memelerinde daha o zamanlar bile, incecik uçlu mor bir kalemle çizilmişçesine narin kılcal damarlar vardı ve burnunun uzunluğu bir tuhaftı; her zaman makyajlı ince dudaklarını gölgeliyordu. Çenesini kaldırıp da kimi zaman neredeyse siyaha dönen gözlerini birine dikip baktı mı epeyce yıldırıcı görünebiliyordu. İşte o zaman sarhoşlar ona “çingene karısı” demekten hoşlanıyordu.
Dahası bu narin kadının elleri şaşırtıcı derecede büyük ve güçlüydü; çiftlik işçisi bir aileden geldiği ve Batı Prusya’dan kaçmadan önce kendisinin de çok çalıştığı belli oluyordu. Herhalde oje –tırnağında mercan kırmızısı olmadan hiç görmedim onu, çiftlikte süt sağarken bile– dikkati başka yöne çekmek içindi ama aksine daha da vurguluyordu. Fakat ondaki güzellik kusuru sayılabilecek şey eninde sonunda, taze gençliğinin ve onu uçurumlardan çekip çıkaran coşkulu yaşam sevincinin gölgesinde kalıyordu. Geniş gülümsemesi, tuhaf bir biçimde gri ve amalgamla kaplı dişlerine rağmen büyüleyiciydi, tüm çehresi sırf bu ışıltı için yapılmıştı sanki, radyoda “Winke, winke” ya da “Mir geht’s gut” çalar çalmaz sesi yükseltir, şarkıya eşlik ederdi.
Kasanın yanındaki küllüğünde her zaman bir sigara tüterdi ve tezgâhta müşterilerle sohbet ederken bile gözünü asla salondan, gemi dümeni biçimindeki koca avizenin altında duran otuz masadan, ayırmazdı. Öğrenmek zorunda kalmadan, içgüdüsel olarak, babamın “meyhanenin ruhunu okumak” dediği şeyi bilirdi; isimleri nadiren unuturdu, kimin ne içtiğini çok iyi bilirdi, daha sipariş edilmeden farklı içkileri doldururdu. Böylece kısa bir süre sonra herkes barın sadık müşterisi olduğunu, dahası özel olduğunu hissederdi.
Öğleden sonra erken saatlerde garson kadınlar mola verirdi, o zaman kendi de servis yapardı; güneşin renkli tavan pencerelerinden ışıdığı, eski, ayaklı saatin tik taklarının açık seçik duyulduğu, akşamın gürültülü kalabalığından önceki bu saatleri severdim. Dumanlı ışık huzmelerinin altında hepi topu birkaç müşteri oturur, gazete okur ya da dosyalarını incelerdi; kapıcının beyaz kedisi Mirka masaların arasında sürünerek dolanır, kendini sevdirirdi, ben de çoğu zaman bir limonatayla tezgâhta telefonun yanındaki bir tabureye çöker, orada ödevlerimi yapardım.
O sessizlikte Elisabeth’in hiçbir zaman, telaş olmadığında bile, yavaş ya da sakin yürümediği iyice belli olurdu. Ufak tefek insanların kısa bacakları yüzünden hızlı yürümeleri belli durumlarda anlaşılabilir. Ancak o, boş bir bardağı boş salonda lavaboya götürmekten başka yapacak bir iş olmadığında bile annemin deyişiyle “dört nala” giderdi. Her şeyi çabucak halletmek isterdi ve bunu yaparken döşemenin üzerinde topuklarından çıkan sert tak takları hafifletmeye çalışmazdı hiç; onun için her şeyin ne kadar acil olduğunu, ne kadar hızlı çalıştığını herkes görmeliydi. Bir an bile yapacak işi olmasa küçük gözleri tuhaf bir biçimde boşluğa dalar, ince yüzü mahmurlaşır ve yine bir sigara yakmaktan başka bir şey gelmezdi aklına.
O öğleden sonralardan birinde ben zorlu Cicero’yla, Atticus’a yazdığı mektuplarla uğraşırken “Neden güneşe çıkmıyorsun Luisa?” diye sordu. Kafasını geriye atıp dumanı havaya üfledi. “O aptal lise diplomasını alıp da ne yapacaksın? Bulaşıklar daha mı temiz olacak?”
Alçak sesle homurdanıp kafamı salladım. “Peki ya sen? Bira doldurmak için mi bitirdin ortaokulu? Daha ilginç bir şeyler yapmak istemez misin?”
Fırçayla bir küllüğü temizledi. “Niye isteyeyim ki? Başka yerde daha mı iyi olurum sence? Annen bana iyi davranıyor, müşteriler beni seviyor, hafta sonları da boşum. Bu zamanda anca böylesi bulunur. – Sen okulu bitirince ne yapacaksın?”
Omuz silktim. “Bilmiyorum, kitaplarla ilgili bir şey sanırım. Belki kütüphanecilik okurum.”
Elisabeth kahvesinden bir yudum içti. “İnanmıyorum! Şu saçları topuzlu, parmakları mürekkep lekeli, kurumuş fasulye sırıklarından mı olacaksın yoksa? Evlenecek adam bulamazsın öyle, şimdiden söyleyeyim sana! Ya da en fazla şu nikel gözlüklü miskin heriflerden birini alırsın.”
“Ne olmuş yani? Zaten istemiyorum ki!”
Ciddi bir ifadeyle gülümsedi, neredeyse üzgün görünüyordu, göz kırptı bana. “Hem de nasıl istiyorsun ufaklık. Şu buklelerine, şu ağzına bakmam yeter. Birkaç sene sonra öyle bir isteyeceksin ki erkekler kokunun peşinde birbirini yiyecek. O yüzden hazır şimdi kimse asılmıyorken bu rahat günlerinin keyfini çıkar. Kaldır o kitapları, açık havaya çık!”
Flensburg Hükümeti’nin teslim olmasından ve Amiral Dönitz komutasındaki Silahlı Kuvvetler Başkumandanlığı’nın İngilizler tarafından ele geçirilmesinden sonra, Kiel bombardımanını neredeyse hasarsız atlatan donanma kışlası kısa bir süre Alman subaylar için esir kampı olarak kullanıldı. Ana giriş kapıları ve diğer kapıların üzerindeki rölyeflerle taş gamalı haçları kazımaları günlerce sürdü, günlerce keski sesleri duyuldu. Subay gazinosundaki resimlerle büstler de parçalandı ve bir keresinde İskoç muhafızlardan biri tezgâhın üstüne donuk beyaz bir mermer parçasını, Hitler’in burnunu koyup karşılığında bira istedi.
Kantinde çalışanların esirlerle olan her türlü iletişimi yasaklanmıştı. Avluya bakan pencere ve kapılara kalaslar çakıldı, mutfaktaki çöpleri atmak için salondan geçmek gerekiyordu. İçlerinden bazıları benim gibi kızıl saçlı ve neredeyse her zaman nazik olan, bana “Miss” hatta “Young Lady” diye hitap eden İngiliz askerlerini seviyordum. Granül Assam çayının süzgeçle demlenmeden önce nasıl kremanın içinde bekletildiğini öğrendim ve çeşit çeşit jöleli şekerler, “Cadbury” çikolataları biriktirdim. İncecik alüminyum folyoya sarılıydılar, yaşlıca bir çavuş bana onları saklamamı öğütledi, çünkü İngiltere’de bunların elli kilosuyla körlere rehberlik eden bir köpek alınıyormuş. Ben de onun şaka yaptığını sanıp “Ama benim rehber köpeğe ihtiyacım yok ki!” dedim.
Ama o ciddiyetini bozmadı, çayını höpürdeterek yudumladı ve sudan hâlâ, batan gemilerin pruvalarının, direklerinin yükseldiği körfeze bakıp dedi ki: “Evet, senin yok…”
Maalesef askerler birkaç hafta sonra başka yere nakledildi ve kışla binası, iki katlı tuğla yapı, baştan aşağı yenilendi. Şimdi odalara yeni Sosyal Hizmetler Bakanlığı taşınıyordu, düzgün giyimli kadınlar ve erkekler, ancak içlerinden bazıları bastonla yürüyordu, bazılarınınsa ceketlerinin bir kolu ceplerinin içine sokulmuştu. Orada burada hâlâ dudak üstünde küçük kare bıyıklar görülebiliyordu çünkü Adenauer kirli suyla ilgili o ünlü sözünü –temizi yoksa kirli su dökülmez– söylemeden önce Schleswig-Holstein’da olağan bir şeydi bu: Başbakan ve neredeyse tüm kabinesi geçmişte NSDAP3 üyesiydi, Polis Teşkilatı’nın ilk şefleri, Himmler’in SS üyesiydi ve Riga’da Yahudi vatandaşları öldürdüğü kanıtlanan bir Gauleiter4 Kiel’deki Nazilerden Arındırma Komitesinde “Kategori 3: Düşük seviyede suçlu” olarak sınıflandırılmış ve kendisine emekli maaşı bağlanmıştı.
Bir anda koridorlar çoğaltma makinelerinin ispirtosundan kokmaya başladı ve tüm gün daktilo sesleri duyulur oldu. Kantin artık hem bakanlık memurlarına hem de Kiel vatandaşlarına açıktı. Kahvaltı edilebilirdi, hem de giderek daha sık hakiki kahveyle ve akşam sekize kadar Labskaus5 ya da lahana sarması gibi ucuz yemekler olurdu. Sonra Elisabeth küçük bir brendi fıçısının üstüne çıkar, tezgâhın üzerindeki “Tirpitz”6 ve “Sonsuza dek unutulmaz!” yazılı parlak pirinç gemi çanını çalardı.
İşten sonra nadiren bitkin görünürdü – ya da kendisine yorulma hakkı tanımazdı. Arkadaşları, bir fırında tezgâhtarlık yapan Anne Breuers ve nüfus memurluğunda daktilo olarak çalışan Heide Rix’le birlikte sık sık şehir merkezinde “gezintiye” çıkar ya da “Alhambra”ya dansa giderdi. Haftada bir kez Aziz Fransis Katolik Kilisesi’nin elişi grubundaki diğer kadınlarla, ihtiyacı olanlara giysi dikmek için bir araya gelirdi, bazen de birlikte radyosunun önüne oturur polisiye dinlerdik, karanlıkta dinlemeyi tercih ederdik çünkü o zaman kapı gıcırtıları ve katilin ayakkabılarının altında çıtırdayan cam kırıklarının sesi daha ürkütücü gelirdi.
Yazın günler daha uzun olduğunda limana doğru inmeyi de severdik. Körfezin kıyısında çoğu ev hâlâ isle kaplı harabeler halindeydi ama önlerine yine çok katlı, bembeyaz İskandinav gemileri demirliyordu artık ve hoparlörlerinden suyun üstüne yayılan klasik müzik parçalarının, çoğu zaman Sibeilus ya da Grieg’den, keman sesleri insanın yüreğine işliyordu. Tersanelerde kimi devasa boyutlarda yeni gemiler inşa ediliyordu ve kızaktan indirilecekleri zaman yeşil yapraklı hevenklerle süsleniyorlardı, bazen işçiler iskelelerin ardından bize ıslık çalıyor, Elisabeth onlara dilini çıkardığında da bağırıp çağırıyorlardı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKar Altındaki Gece
- Sayfa Sayısı192
- YazarRalf Rothmann
- ISBN9789750864711
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi ~ Rachel Vincent
Kaçak – Tehlikeli İnatçı ve Kedi
Rachel Vincent
KEDİLER HER ZAMAN DÖRT AYAK ÜSTÜNE DÜŞMÜYORMUŞ… Bunu herkesten iyi bilmem gerekir. Yeniden Gurur sürüsüne katıldığımdan beri büyük kararlar aldım ve belki de bu...
- Yüzbaşının Kızı ~ Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Yüzbaşının Kızı
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Yüzbaşının Kızı, konusu on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Rusyayı tehdit eden Kazak ve köylü isyanları döneminde geçen tarihsel bir roman. Tarihsel roman “geleneğine” göre...
- Gececiler & Karanlığa Dokunmak ~ Scott Westerfeld
Gececiler & Karanlığa Dokunmak
Scott Westerfeld
Bixby, Oklahoma sırlarla dolu. Ve bu sırlardan bazıları sır olarak kalmalı! Gececiler, gizli saatle ilgili gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırken Bixby’nin tarihine örülmüş güçlü gizemleri...