Acının Sessiz Çığlığı’nda Maurizio De Giovanni, Napoli’de adımladığı sokaklarda aşkı, acıyı ve açlığı görüyor, insanlık hallerinin canlı bir portresini sunuyor.
Takvimlerin yaprakları 1931’i gösteriyor, faşistler iktidara geleli birkaç yıl olmuş. Napoli’de yaşamını sürdürmek için çok erken kalkmak zorunda olanların hayatında pek bir şey değişmemiş. Suç, onların kaderini çizmeye devam ediyor.
Bir de dokunulmaz olanlar var. Duce’nin de çok tuttuğu, dünyaca ünlü tenor Arnaldo Vezzi onlardan biri. İhtişamlı San Carlo Tiyatrosu’nun tanrısı sayılan bu adam mabedinde öldürülünce, Roma’nın kodamanlarını çok rahatsız eden bu cinayeti çözmek Komiser Ricciardi’ye kalıyor.
Kimsenin işitmediği acıların sesini duyan ve onlara eşlik eden Ricciardi, Napoli’nin fokur fokur kaynayan arka sokaklarında adaletin peşine düşüyor.
“Maurizio De Giovanni’nin kendine özgü suç hikâyeleri Agatha Christie ve Manuel Vázquez Montalbán okurlarına hitap ediyor.” Publishers Weekly
“De Giovanni iyiyle kötü arasındaki sınırların bulanıklaştığı alanlara davet ediyor bizi.”
La Repubblica
****
I
Ölü çocuk, Santa Teresa Kilisesi ile müzenin arasındaki yol ayrımında ayakta duruyordu. Yere oturmuş misket oynayan iki çocuğu izliyordu. Onlara bakıp “İneyim mi? Aşağı gelebilir miyim?” diye soruyordu.
Şapkasız adam, ölü çocuğun varlığından, onu görmeden önce haberdardı: Gözüne ilk çarpan sol tarafının zarar görmemiş olduğunu biliyordu; sağ tarafında ise, çarpmanın etkisiyle kafatası ezilmiş, omuzu göğüs kafesinden içeri girip onu parçalamış, leğen kemiği kırılan omurganın etrafında dönmüştü. Ayrıca o çarşamba sabahı erken saatlerde sokağa soğuk bir gölge düşüren köşedeki binanın üçüncü katında, alçak korkuluklarında simsiyah bir örtünün asıldığı balkonun kapalı olduğunu da biliyordu. Kendisinin aksine, oğlunu bir daha göremeyecek genç annenin acısını yalnızca tahmin edebilirdi. Onun için daha iyi, diye düşündü. Bütün bu ıstırap.
Gölgenin yarı yarıya gizlediği ölü çocuk, başını kaldırdı şapkasız adam geçerken. “İneyim mi? Aşağı gelebilir miyim?” dedi ona. Üçüncü kattan düşüş, yıldırım gibi gözleri kör eden bir acı. Şapkasız adam başını eğdi ve adımlarını hızlandırdı. Ciddi bir ifade takınarak misket oynamaya devam eden iki çocuğun yanından geçip gitti. Zavallı çocuklar, diye düşündü.
Şapkasız adam Luigi Alfredo Ricciardi, Napoli il emniyeti kamu güvenliği müdahale biriminde komiserdi. Otuz bir yaşındaydı, içinde bulunduğu yüzyılla aynı yaştaydı; faşist dönem başlayalı dokuz yıl olmuştu.
Çeyrek asır önce bir temmuz sabahı Salerno kentinin Fortina kasabasındaki malikânenin avlusunda bir başına oynayan bu çocuk hiç de yoksul değildi. Küçük Luigi Alfredo, Malomonteli Baron Ricciardi’nin tek oğluydu ve çok genç yaşta ölen babasını hiçbir zaman hatırlamayacaktı. Annesi öteden beri sinir hastasıydı; ergenlik çağında Cizvit yatılı okulunda okurken, annesi huzurevinde öldü. Ona dair anımsadığı son şey koyu teni, otuz sekiz yaşında ak düşmüş saçları, ateşli gözleri, kocaman bir yataktaki minyon görüntüsüydü.
Oysaki o temmuz sabahıydı hayatını kökünden değiştiren. Malezya kaplanı Sandokan’ın1 kılıcına dönüşen bir tahta parçası bulmuştu: Uzun saatlerini yanında nefesini tutarak geçirdiği Salgari’ye2 tutkuyla bağlı çiftçi Mario’nun anlattığı hikâyeler çok geçmeden gerçek olmaya başladı. Böyle silahlandığında, vahşi hayvanlardan yahut düşmanlardan korkmuyordu fakat bir ormana ihtiyacı vardı. Avlunun yan tarafında gitmesine müsaade edilen üzüm bağları vardı: Geniş asma yapraklarının gölgesi, ansızın gelen serinliği, böceklerin vızıltısı hoşuna giderdi. Tahtadan kılıcı gözüpek bir şekilde sallayan küçük Sandokan, düşsel ormanında sessizce ilerleyerek karanlığın içine daldı: Ağustosböcekleri ile eşekarıları yerine rengârenk papağanları hayal ediyor, adeta onların egzotik seslerini işitiyordu. Bir kertenkele garaj yolu boyunca çakıl taşlarının üzerinden seğirtti; küçük Sandokan, yeşil gözleri odaklanmış, dili dudaklarının arasından dışarı çıkmış halde hafifçe öne eğilerek peşinden gitti onun. Kertenkele dönüp rotasını değiştirdi.
Asma ağacının altında yerde oturan adamı gördü, loş bir bölgedeydi, adeta ormandaki o korkunç temmuz ayının dehşet sıcağından kurtulmak istiyor gibiydi. Kafası öne düşmüş, kolları gövdesinden aşağı sarkmış, elleri yere değiyordu. Uyuyor gibi görünüyordu ama sırtı kaskatı kesilmiş ve garaj yoluna doğru uzanan bacakları gelişigüzel aralanmıştı. Sanki çiftlik işçilerinin kışın giydiği kıyafetler vardı üzerinde: yün yelek, yakasız ekoseli oduncu gömleği, beline iple bağlanmış kalın keten pantolon. Küçük Sandokan elindeki kılıcıyla, bu uyumsuzluğun farkına bile varmadan ayrıntıları aklına kazıdı; çok geçmeden sol tarafında tıpkı bir ağaç dalı gibi adamın göğsünden çıkan dal budama çakısının sapını gördü. Gömleğini lekeleyen koyu renkli bir sıvı, yerde oluşturduğu birikintiye damlıyordu: Sarmaşıkların gölgesine rağmen Malezya kaplanı onu düpedüz görebiliyordu artık. Kertenkele az ileride durmuş onu seyrediyordu; kovalamacanın sekteye uğramasından dolayı hayal kırıklığına uğramıştı sanki.
Ölmüş olması gereken adam, yavaştan başını kaldırdı ve omurgasından gelen hafif bir çıtırtıyla Luigi Alfredo’ya döndü, yarı kapalı gözlerle ona baktı. Ağustosböcekleri ötmeyi bıraktı. O an zaman durdu.
Vallahi karına dokunmadım bile.
Ne beklenmedik bir karşılaşmadan, ne bıçak sapından, ne de onca akan kandandı; Luigi Alfredo, cesedin üzerine yağdırdığı tüm acıları ardında bırakmak için kaçtı çığlık çığlığa. Beş ay evvel bağda işlenen cinayetin, genç karısını da öldürüp kaçan, Lucania’da eşkıyalara karıştığı söylenen bir başka işçinin kıskançlığından kaynaklandığını kimse ona söylemedi. Çocuğun korku ve dehşetini, onun keskin hayal gücüne, yalnız oluşuna ve akşamları avluda biraz temiz hava almak için odasının penceresinin altında dikiş nakış yapan teyzelerin gevezeliklerine bağladılar. Bu şeyden gerçek diye bahsediyorlardı.
Luigi Alfredo başına gelen şeyi tam da bu adlandırmayla düşünmeye başlamıştı: “Gerçek.” Bu olay başına geldiğinden beri gerçek kelimesinin manasını anlamıştı. Varoluşunu yönlendiren gerçek. Hayatını ona adayan ve hâlâ onunla beraber yaşayan dadı Rosa bile inanmamıştı ona bir zamanlar; yüzünde ilkin bir keder ve ardından sanki ufaklığın da annesinin hastalığından mustarip olacağının alametiymiş gibi bir korku parıltısı tezahür etmişti. Luigi Alfredo, bundan böyle kimseyle bu konu hakkında konuşamayacağını, ruhtaki o mührün, bir mahkûmiyetin yahut bir lanetin yalnızca kendisinde olduğunu idrak etmişti.
İleriki senelerde Luigi Alfredo, gerçeğin sınırlarını çizmeye başladı. Ölüleri görüyordu. Bütün ölüleri uzun uzadıya değil; yalnızca vahşice ölenleri, aşırı duyguyu, nihai düşüncenin beklenmedik enerjisini yansıtan bir süre için görüyordu. Sanki varoluşlarının sona erdiği ânı yakalayan bir fotoğrafçı edasıyla görüyor, ana hatları yavaş yavaş silinip kayboluyordu. Daha doğrusu sinemada birkaç defa gördüğü ama hep aynı sahneyi tekrarlayan filmlerden biri gibiydi. Yara izleri ve ölmeden önceki o son ânın dışavurumuyla ölünün görüntüsü ve sanki ruhun başlattığı işi önce bitirmek istercesine durmadan tekrarlanan sözler.
Her şeyden çok duyguları hissediyordu: tek tek acıyı, şaşkınlığı, öfkeyi, hüznü topluyordu. Hatta sevgiyi bile: Yağmurun penceresine vurduğu ve uyuyamadığı gecelerde, boğulduğu leğende oturup annesinin bulunduğu yere elini uzatan ve kendi katilinden yardım isteyen bir çocuğun görüntüsünün olduğu suç mahallini hatırlardı sık sık. Koşulsuz ve benzersiz sevgiyi sezmişti. Bir başka sefer, orgazm sırasında, kıskançlıktan deliye dönmüş sevgilisi tarafından bıçaklanan bir adamın cesedinin karşısında bulmuştu kendini: Hazzın yoğunluğunu kavramış, mendili ağzına bastırarak odadan alelacele çıkmak zorunda kalmıştı.
Gerçek buydu işte, onun azabıydı: Koşan bir atın hayaleti gibi, kaçmasına fırsat vermeden üstüne üstüne geliyordu; bir hatıra dışında, önünde hiçbir uyarı, ardında hiçbir fiziksel duyum yoktu.
Ruhunda bir yara izi daha.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAcının Sessiz Çığlığı - Komiser Ricciardi'nin Kışı
- Sayfa Sayısı239
- YazarMaurizio De Giovanni
- ISBN9789750537745
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Benimle Kal ~ Lisa Kleypas
Benimle Kal
Lisa Kleypas
Kapı savrularak açıldı. Amelia gölgelerin değiştiğini, odanın içinde birinin varlığını hissetti. Korkuyla döndüğünde Cam Rohan’ın kapıda durduğunu gördü. Kalbi müthiş bir güçle atmaya başladı....
- Hotel Savoy ~ Joseph Roth
Hotel Savoy
Joseph Roth
Yıllar süren savaş ve esaret döneminden sonra yurda dönen Gabriel Dan, sınıra yakın bir Polonya kentinde, Hotel Savoy’un altıncı katına yerleşir. Birinci Dünya Savaşı...
- Yirmiler Kızı ~ Sophie Kinsella
Yirmiler Kızı
Sophie Kinsella
Sıkıcı bir cenaze, kayıp bir kolye, sürtük bir ruh! Yirmilerinde bir kız ve Yirmiler’den kalma başka bir kızın güzel ve komik, kusursuz ve eğlenceli...