Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kendini Profesör Sanan Adam – Cünunname
Kendini Profesör Sanan Adam – Cünunname

Kendini Profesör Sanan Adam – Cünunname

Asım Cihangir

Kendisini profesör zanneden ruh hastası Tenvir Bey’in güya üniversite içinde geçen hayatından tecrübelerini ve başından geçen bazı olayları onun ağzından anlatan bu uzun öykü,…

Kendisini profesör zanneden ruh hastası Tenvir Bey’in güya üniversite içinde geçen hayatından tecrübelerini ve başından geçen bazı olayları onun ağzından anlatan bu uzun öykü, hayatın içindeki gerçekliklerin ancak hayali kurgularla anlamlı hale gelebildiğine ve ilgi çekebildiğine vurgu yapan bir hiciv, bir başka söylemle bir tür cünunnamedir.

Bir cünunnamedir çünkü, gerçek hayatta göz önünde yaşanan ve kimsenin fark etmediği ya da fark etmek istemediği, öyküdeki kurgularla iç içe geçmiş gerçeklerin olsa olsa bir cünunnamenin konusu olabileceğini, bu gerçeklerin ne denli garip olduğunun bir ruh hastasının anlatılarıyla nasıl fark edilebileceğini ve gerçekler ile bir ruh hastasının kurguları arasındaki sınırların ne denli belirsizleştiğini göstermektedir.

-I-

Bundan altı yıl kadar önceydi. Hayatımdaki her şeyin normal seyrettiği, günlerin kendi sıradanlığında birbirini takip ettiği zamanlardı. Fakültemde derslerime giriyor, bende merak uyandıran konuları araştırıyor, yazmayı planladığım makale ve kitapların notlarını tutuyor ve yaşayıp gidiyordum. Farklı olan tek şey, ruhumda ve bedenimde o günlere değin hiç var olmayan bazı garipliklerdi. Bunlar kafatasımın içindeki zonk lamalar, gözlerimin önün de çakan şimşekler, kulaklarımdaki uğuldamalar ve omuzlarıma oturup birbirlerine ve bana şaklabanlıklar yapan iki palyaçonun kendileri ile yaptıkları hiç anlamadığım sohbetler ile kulağıma eğilip anlattıkları saçma sapan hikâyelerdi.

Etrafımdaki eşyalar eskiden göründükleri gi bi görünmüyor, insanlar ruhumu kamçılayarak gülmeme, sinirlenmeme ve üzüntü duymama neden oluyorlardı.

Kitaplarım bana artık kendileri gibi değil de raflara oturmuş yazarlarının çehreleriyle görünüyorlardı. Raflarda, Gogol, Çehov, Dostoyevski, Zweig, Gazali, Mevlana ve daha yüzlercesine ait kitaplar yoktu da sanki bu yazarların kendisi oturuyor, ayaklarını raflardan sarkıtarak takındıkları alaycı bakışlarla çalışırken beni izliyorlardı.

Özellikle Kaf ka’nın ve Gogol’ün bana bakarken takındıkları anlam dolu sırıt malarını önlemek te her ne yaparsam yapayım başarısız oluyordum. Herhâlde Kaf ka’ya Gregor Sam sa’yı, Gogol’e ise Akaki Akaki yeviç’i anımsatıyor olmalıydım. Dostoyevski beni P rens Mişkin gibi bir budala yerine koyuyor muydu bu nu anlayamıyordum.

Bulgakov’un, yüzüme bakışlarında bir hinlik olduğunu, bıyığının altında gizlemeye çalıştığı tebessümden sezinliyor ve benim hipofizimi bir koyunun ya da keçininki ile değiştirmeyi planlıyor mu acaba diye düşünüp duruyordum.

Sonra birden kitaplarımın arasından pos bıyıklı Nietzche’nin kahkahası, ağzında birkaç çürük dişi kalmış bir derbederin kahkahası gibi patlıyordu ve Nietzche “Tanrı öldü. Tanrı öldü!” diye bağırıyordu.

Marx ve Hegel sü rekli bir kavganın içindeydiler. Madde ve ruhun önceliği üzerine yürüttükleri tartışmada bir sonuca varacak gibi de görünmüyorlardı.

Calvin, bir din adamının takınması zorunlu huşu ile gülüşlerini bir tebessümün ötesine geçirmemek için kendisini zorluyor ve ara sıra Marx’a laf atarak sataşıyordu. Ama şayet ona da izin verilse hâlimde vuku bulan gariplikleri ve şeytanla gece uçuşuna çıktığımı gerekçe gösterip beni de tıpkı Miguel Serveto’ya yaptığı gibi Vatikan’ın yargıçlarına gözünü bile kırpmadan teslim edebilir, ben odun yığınlarının üzerinde çığlıklar atarak kızarırken Snt. Pierre Katedrali’nin penceresinden kılını bile kıpırdatmadan duygusuzca seyredebilirdi.

Bazen, Dostoyevs ki’nin geçirdiği sara nöbetlerine, gözlerinin önünden babasının hayali hiç gitmeyen ve bu nedenle eline aldığı tüfek ile bazen kilere, bazen de samanlığın bir köşesine oturarak kendisini öldürme yi planlayan Hemingway’in melankolik bakışları eşlik ediyor du. Eninde sonunda bunu yapacak gibi görünüyor du. Bir gün, raflardan ayaklarını sallamayı bırakmış olmasından bunu yaptığını anlamıştım. Demek ki, Mevlana’nın ona hayatın kutsallığı hakkında söylediği sofice sözlerin hiçbir tesiri olmamıştı.

Ders çalışmak için masama her oturduğumda, Tevfik elHakim’in bir kadehte bana doğru uzatarak içmem için ısrar ettiği mor renkli sudan ise hiç içmedim. Ama belki de içmeliydim. Belki de bu sudan içsem bütün garip hâllerimden kurtulur ve herkes gibi ben de normal bir insan olabilirdim.

Çoğu zaman kütüphanemin ve evimdeki diğer odaların tavanları, başımın hemen üzerine kadar iniyor, duvarlar kâh öne kâh arkaya doğru, zikir çeken bir Mevlevi gibi ileri geri hareket ediyorlardı. Bazı zamanlarda dört bir yandan gelerek etrafımda bir set örüyorlar ve beni, kapısı ve kilidi olmayan, küçük bir beton sandığın içine hapsediyorlardı. Kimi zaman da hepsi dört bir yönde uzaklaşarak mekânın kaybolduğu sonsuz bir boşluğun içinde beni bir başıma bırakıyorlardı.

Evimdeki eşyaların her biri bana garip yaratıklar gibi görünmeye başla mışlardı. Mutfaktaki plastik çöp bidonu, ağzını bir önüne bir ensesine doğ ru açıp kapatan tarih öncesi bir canavar, ders çalıştığım masamdaki kalemlerim oraya buraya sürünen tırtıllar, gardırobumda yan yana dizilmiş kravatlarım ise bir darağacının urganı ucuna maharetle atılarak sabunla kayganlaştırılmış idam düğümleri gibi görünüyorlardı. En garibi ise evin içindeki dolapları, köşeye oturmuş ve bin yaşına ulaşmış buruşuk derili bir gulyabani gibi görmemdi.

Bir makale yazmak ve bazı notlar tutmak için masama oturup kalemi elime alınca, yazdığım kelimelerdeki harfler küçük kurtçuklar gibi kımıldayarak, şu harf bununla, öbürü beriki ile ve şuradaki de buradaki ile yer değiştiriyor, kelimeler anlamlarını yitiriyor ve yazdığım koca bir paragraf karışık harf yığınına dönüşüyordu.

Durup dururken ruhsal dünyamda beni dehşete düşüren sıkıntılı düşünceler peydahlanıyordu. Bir hapishane kaçkını aileme zarar veriyor, bir serseri kitaplarımı ve e vimi tutuşturuyor, birileri gelerek bütün diplomalarımın iptal edildiğini, aslında bütün hayatımın bir yalandan ibaret olduğunu bana söyleyecekmiş gibi geliyordu.

Hoş, sizlere birazdan anlatacağım gibi, sonuncusu gerçekten de başıma gelecekti.

Artık Mösyö Dandine gibi insanlardan kaçmaya da başlamıştım. Kalabalıklar, kafamın üzerine tüneyerek pençeleri ile tutunmuş çift başlı bir ejderha misali bana yük oluyor, sırnaşık bir hafifmeşrebin dostuna abanması gibi üzerime abanarak iç dünyamı bunaltıyorlardı. İnsanlar bana sırnaşırken birden çığlıklar atmak ve hepsini etrafımdan kovarak yalnız kalmak istiyordum.

Hah hah hah hah ha! Geçen günkü akademik toplantıda karşımda oturan şu yaşlı erkek profesörün burnu bir patatese, kulakları ise bir filin kulağını andıran bir orman mantarına ne kadar da çok benziyordu. Şu sağ köşede oturanın burnu ise öne doğru sünmüş, bir savaş kargısının üçgen ucu gibiydi. Belki de tıpkı Kovalev’in burnu gibi bir somun ekmeğin içinde bir gün kahvaltısını yaparken onu tıraş eden berbere tesadüf edebilirdi.

Hah hah hah hah ha! Şu sol köşedekinin, gömlek düğmelerini patlatıp foş diye ortalık yere saçılacakmış gibi duran göbeği ise çocukken köyde gördüğüm, maydanoz tarlasına girip de kendisine hâkim olamayan, bu nedenle de çatlayacak olmasından dolayı kasap elinde can veren ineğin şiş karnını ne kadar da andırıyordu.

Hah hah hah hah ha! Şuradaki süslü doçent ise erkek olmasına erkekti ama bir tutam saç, biraz da makyaj ekleseniz, bu tiz ses tonu ve bu tavırları ile tastamam bir kadın olabilirdi. Kadın olmasına olurdu ama bu çirkinlikle herhâlde buna ne görücü gelir ne de kendisine bir koca bulabilirdi.

Of of! Ne kadar acıklı. Sağımda oturan şu kadın doçent, Zo la’nın romanındaki Etienne’e ne kadar da çok benziyordu. Vah zavallı, vah! Hayatında kim bilir ne zorluklara, ne yokluk lara, ne çilelere maruz kalmıştı. Belki de bir yandan paragöz bir madamın çamaşırcı dük kânında çalışmış, bir yandan da eğitimine devam etmişti. Toplantı sonrasında eline kesinlikle üç beş kuruş sıkıştırmalıyım diye düşünmüştüm.

Ama durun! Yok yok, Etienne olamazdı. Bu kadın, kır kökenli ya da fakir bir işçi aileden geldiği hâlde kendini burjuva zanneden, yaşam tarzı ile kendini üstün görüp aslını inkâr eden bir züppeye daha çok benziyordu. İçindeki köyü şehre taşıdığı çok açıktı. Sürdüğü parfüm, takındığı takılar ve üzerindeki elbiseler bunun böyle olduğunu söylüyordu. Bundan emindim. Zira tartışmalar esnasında kendisini zorlayarak kibar konuşmaya özen gösterirken biraz heyecanlandığında “yapılacaksa” yerine “ya pılacağ ısa”, “ayrı ca” yerine “ayrıcana” dediğini fark edebilirdiniz. Üstelik uzun kollu kazak giyindiği hâlde el bileğine, kazağının üzerine gelecek şekilde tutturduğu şu telkâri altın işi bileklik de işin cabasıydı.

Bazen gereksiz coşkun sevinçlerimle insanları hayret içinde bırakırken kimi zamanlar da nedensiz ruhsal çöküntülerim ile herhâlde üzülmelerine neden oluyordum. Gülünmesi gerekirken ağlamak, ağlanması gerekirken de gülmek gibi dengesizlikler, davranışlarımda elimde olmadan kişilik bulmuştu.

Olup olmadık ortamlarda kahkahalarla gülebilip biraz zaman geçtikten sonra ağlayabiliyor, çevremdeki insanların durumlarına kimi zaman üzülüyor, kimi zaman merhamet ediyordum. Düğün evinde ağladığım, ölü evinde ise güldüğüm olmuş tu. Varsın olsundu. Zaten düğün evindekilerin çoğunun Pozdnişev’den, ölü e vin dekilerin de sekaret hâlindeki İvan İlyiç’in etrafına toplanan yakınlarından bir farkları yoktu.

Bedenimde ve ruhumdaki bütün bu değişikliklerden, artık yavaş yavaş ruhsal bir bozukluğun e şiğinde olduğumu anlamaya başlamıştım. Bu bozukluk bipolar mıy dı, ruh çöküntüsü müydü, anksiyete mi yoksa obsesif kompülsif miydi bilmiyordum. Belki şizofren de olabilirdim.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıKendini Profesör Sanan Adam - Cünunname
  • Sayfa Sayısı216
  • YazarAsım Cihangir
  • ISBN9786254087820
  • Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Arafta Yedi Gece ~ Cihan ÇetinkayaArafta Yedi Gece

    Arafta Yedi Gece

    Cihan Çetinkaya

    Kaygı yarın ve esaret de dün demek; her ikisi de ölerek kavuştular hürriyete nihayet. Lakin yarım kaldı sevda, yarım kaldı aşk; dünyada her ne...

  2. Kafası Karışıklar – Benden Bize ~ Seran DemiralKafası Karışıklar – Benden Bize

    Kafası Karışıklar – Benden Bize

    Seran Demiral

    Tartışmak özgürleştirir! Gençliğin nabzını tutan eserleriyle okuru kalbinden yakalayan Seran Demiral’ın yazdığı Benden Bize, büyüme, kişilik oluşturma ve kendini keşfetme sürecinde sorularına yanıt arayanların düşünsel...

  3. Gemi ~ Ümit AktaşGemi

    Gemi

    Ümit Aktaş

    ...Ve işte o esnada, yani Feveran sisler arasında uzaklara doğru sürüklenip giderken, bindiğimiz bot ardında köpüklü dalgalardan bir iz bırakarak hızla kıyıya doğru yaklaşırken, benim de kalbime düştü birkaç sözcük. Yaşadıklarını arzulayan belki, belki de yadsıyan, ama her şeye rağmen içindeki o umutsuzluğu silip atarak: “Hayır! Hiçbir şey sona ermedi daha ve elbette bir çıkış vardır, bir yol üzerinde yürünüp gidecek.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur