Sen bir kızsın. Savunmasızsın. Erkekler zarar verecektir sana; hele dış dünyadakiler kesinlikle yapacaktır bunu.
Bedenler yalnız gözetim altında olduklarında güvendedirler. Bu acıların seni en kötüsüne hazırlayacak; hastalıkta çekeceklerinin yanında, tedavide çektiklerin bir hiç.
Hadi gel, şimdi oyun zamanı…
Kimsenin kendini güvende hissetmediği bir dünya hayal edin. Hele ki bir genç kızı yetiştirmenin aşırı önlem almayı gerektirdiği bir dünya… Böyle bir dünyada büyümüş üç kızkardeşin babalarından öğrendikleri tek şey korkudur. Kendilerinden, sevgiden ve erkeklerden korku… Gelgelelim bir gün yaşadıkları yerin kıyılarında beliren üç erkek, tüm korkularını onlara hatırlatacak, kendileriyle birlikte tutkuyu ve yıkımı da getireceklerdir…
Sophie Mackintosh’un 2018’in en ses getiren kitaplarından biri olan ve Booker Ödülü’ne aday gösterilen olağanüstü ilk romanı Su Kürü, şiddet ve arzu üzerine akıllardan çıkmayacak bir hikâye anlatıyor.
“Bu tuhaf, sarsıcı roman, ürkütücü güzelliğiyle insanı beklenmedik bir şekilde yakalıyor ve bırakmıyor.” Paula Hawkins
“Su Kürü hem düşsel hem tekinsiz, sürükleyici bir roman; çatışan gerçeklere ait baş döndürücü bir labirent.” Helen Phillips
“Tüyler ürpertici, ustalıkla yazılmış bir roman. Sarsıcı bir yoğunluk ve gerilim sergiliyor.” 2018 Booker Ödülü, Seçici Kurulu
İçindekiler
I. Baba …………………………………………………………………….11
II. Erkekler ………………………………………………………………71
III. Kızkardeşler ………………………………………………………247
I
BABA
Grace, Lia, Sky
Bir zamanlar bir babamız var fakat biz farkına varmadan ölüyor. Farkına varmadığımızı söylemek doğru olmaz aslında. Öldüğü akşamüstü kendi dünyamıza dalmıştık yalnızca. Bastıran vakitsiz sıcak. Her zamanki didişmelerimiz. Terasa çıkıp elini gökyüzüne savurarak tartışmayı sonlandıran annemiz. Arkasından bir süre yüzlerimizde tülbentlerle, çığlık atmamaya çalışarak uzanmamız ve o esnada, babamızın biz kadınlar tanıklık edemeden, yanında hiçbirimiz yokken ölmesi. Onu kendimizden uzaklaştırmış olmamız mümkün; bastırmaya çalışmamıza rağmen bedenlerimizden firar eden enerji evin çevresinde, ormanda, sahilde asılı kalan sise dönüşmüş olabilir. Onu en son sahilde görmüştük. Yere bir havlu serip kumların üstüne denize paralel, dümdüz uzanmıştı. Dinleniyordu, üstdudağında, çıplak başında ter damlaları birikiyordu. Akşam yemeğine gelmediğinde soruşturma başlıyor. Kaygılanan annemiz kolunu savurarak sofradaki yiyecekleri ve tabakları yere itiyor; evdeki sayısız odayı birer birer aradıktan sonra bahçede ve sahilde dört dönüyoruz. Mutfakta salamura balık yaparken veya bahçede pörsümüş patatesleri ayıklar, toprağı incelerken bulamıyoruz onu.
Çatıdaki terastan üç kat aşağıdaki yüzme havuzunun durgun sularını seyretmiyor, havuzda olmadığı da kesin, çünkü yüzerken sıçrattığı suların sesi çevreden duyulacak kadar yüksektir. Lobide veya balo salonunda da değil; piyano bir köşede bekliyor, kadife perdeler tozdan ağırlaşmış. Evin merkezinde omurga gibi yükselen merdivenden çıkıyor, onu bulamayacağımızı bilmemize rağmen odalarımızı, banyolarımızı teker teker kontrol ediyoruz. Sonra yeniden bir araya gelip bahçeyi iyice araştırıyor, köşe bucak dolaşıyor, havuzun yeşil ve karanlık sularını uzun dallarla yokluyoruz. Sonunda sahile iniyoruz ve teknelerden birinin de yerinde olmadığını fark ediyoruz: Suya itilen kayığın kumlarda kalan izini görüyoruz. Başta erzak almaya gittiğini sanıyoruz ama koruyucu beyaz kıyafetini giymediğini, ayrılış törenini yapmadığımızı hatırlıyoruz. Ufukta batan kızıl güneşe, toksinler yüzünden olgun şeftali rengine dönen gökyüzüne bakıyoruz. Ve annemiz dizlerinin üstüne çöküyor. Babamızın bedeni iriydi ve zordu. Oturduğunda şort mayosu toplanır, genelde örtülü olan beyaz uylukları görünürdü. Onu öldürmek bir çuval eti devirmek gibi bir şey olmalıydı. Bunu bizden çok daha kuvvetli biri yapabilirdi ancak. Geride bıraktığı baba sureti kısa sürede üzüntümüzü doldurabileceğimiz bir boşluğa dönüşüyor; aslında bu da bir tür gelişme sayılır.
Grace
Annemize senin sağlığında bir sorun olduğunu fark edip etmediğini soruyorum. Bedeninde bir çöküntü belirtisi var mıydı? “Hayır, baban turp gibiydi,” diyor. Sonra karanlık bir şey geliyor. “Bal gibi biliyorsun sen de.” Sapasağlam değildin. Bunu o görememişti ama ben görmüştüm tabii. Hafif öksürdüğünü fark etmiş, ölümünden önceki gün sana ballı bir karışım hazırlamıştım. Bahçenin uzak kenarından, çöplerimizi attığımız, bazı şeyleri çürümeye bıraktığımız yerden topladığım ısırgan otlarını kaynatmıştım. Boğucu öğleden sonrası sıcağında onları topraktan sökerken ellerim su toplamıştı. Saplı tencereyi başına dikip içmiştin hepsini. Güneş yanığı gırtlağın metalin altında kalkıp iniyordu. Mutfakta, birbirine yaklaştırılmış iki iskemlede beraber oturuyorduk. Gözlerin sulanmıştı. Bana dokunmadın. Mutfak tezgâhında karınları yarılmış üç sardalye yatıyordu. “Ölüyor musun?” diye sordum sana. “Hayır,” dedin. “Pek çok açıdan hiç bu kadar iyi olmamıştım.”
Lia
Sahile vuran ayakkabısındaki kan lekesi ölümünün kanıtı. Annemizin bulduğu ayakkabıyı diğer tehlikeli atıklara yaptığımız gibi tuzlamıyor, yakmıyoruz. Öyle yapmamız gerektiğini söylediğimde, “Sizin babanız o!” diye bağırıyor bana. Böylece lateks eldivenler giyiyor, ayakkabının üstündeki kan lekesine sırayla dokunuyor, arkasından onu ormana gömüyoruz. Eldivenleri de ayakkabı için açığımız çukura atıyoruz, annemiz kürekle mezarı dolduruyor. Grace’in omzuna kapanıp elbisesini ıslatana dek ağlıyorum ama o kupkuru gözlerle gök kubbeye bakmakla yetiniyor. “Bir kez olsun bir şeyler hissedemez misin?” diye fısıldıyorum ona daha sonra karanlıkta, izin almadan yatağını paylaşırken. “Umarım bu gece ölürsün,” diye fısıldıyor karşılık olarak. Grace sık sık tiksinir benden. Benimse ondan tiksinme lüksüm yok, nefesi ekşidiğinde, ayakları bileklerine kadar kirlendiğinde bile. Elime geçen her temas fırsatını kullanıyorum ben. Durum çok kötü olduğunda, saç fırçasından topladığım telleri yastığımın altına sakladığım oluyor.
Grace, bir kadının yıllar önce burada bıraktığı bir çift siyah sandaleti büyüleyici buluyor. Tabanları gevşemiş, derisi pul pul dökülen sandaletleri ayağına geçirip kayışlarını bağlıyor. Bir sabah yine onları giyiyor ve bahçenin ortasında, çiğ damlacıklarına yüzüstü uzanıyor. Sky’la onu bulup sırtüstü çevirdiğimizde otuz saniye veya daha uzun süre kımıltısız kalıyor. Bakışları sabit. Yaptığı ilk şey saçlarını yolmaya başlamak oluyor, biz de bu bir oyunmuş gibi ona katılıyoruz ama sonradan beklediğimi bile bilmediğim bir işaret olduğunu anlıyorum bunun. Öylece çimenlerin üzerinde kalakalıyoruz, ne yazık ki çoktan büyümüşüz, annemizin bizi bulmasını bekliyoruz. Yas tutmak bizim için yeni olduğundan annemiz panikliyor. Bu bilinmeyen kriz için uygulayabileceğimiz bir terapi yok. Fakat annemiz hayatı boyunca kırılan şeyleri hevesle onaran, becerikli bir kadın. Dahası, babamızın yanında duran, onun teorilerini özümseyip rötuşlayan kadın o. Bize dokunan ellerinde kan lekesi yok. Çok geçmeden bir çözüm bulunuyor. Sky ve ben bir hafta boyunca Grace’in yatağını paylaşıyoruz. Annemiz minik, mavi uykusuzluk haplarını bir hafta boyunca günde üçdört kez dillerimize yerleştiriyor. Bizi tokatlayarak uyandırdığında uykuya kısa ve bulanık molalar veriyor, komodinde bekleyen bardaklardan su içiyor, annemizin fıstık ezmesi sürdüğü krakerleri yiyor, tuvalete sürünerek gidiyoruz çünkü üçüncü gün bacaklarımızın bizi taşıyacağına güvenemiyoruz artık. Ağır kumaştan mavi perdeler içeri ışık girmesin, oda ısınmasın diye kapalı tutuluyor. “Ne hissediyorsunuz?” diye soruyor annemiz, bilinçliliğe doğru yükseldiğimiz o kısa molalarda. “İyi mi, kötü mü? Ah, keşke ben de uyuyarak atlatabilseydim bu günleri. Şanslı olan sizlersiniz.” Nefesimizi, nabzımızı gözlemliyor. Sky kusmaya başlayınca hemen yanına koşup ağzındaki kusmuğu işaret ve başparmağıyla, şefkatle siliyor. Kardeşimizi temizlemek için küvete yatırdığında musluktan akan suyun uzak bir fırtınanın gürültüsünü andıran sesinin hayal meyal farkındayız. Uzun uyku boyunca rüyalarım kutular içinde kutular ve onların da içinde tuzak kapıları gibi. Sürekli uyanık olduğumu sanıyorum, derken kollarım kopuveriyor veya gökyüzü kurşuni yeşile dönüp nabız gibi atıyor, parmaklarım kumlarda, dışarıda buluyorum kendimi ve dikey deniz katman katman dökülüyor. Sonradan, bedenimin kendine gelmesi birkaç gün sürüyor. Ayağa kalktıkça dizlerimin bağı çözülüyor. Dilimi ısırmışım, şişiyor, ağzımın içinde kuru toprağın üzerinde bir kurtçuk gibi kımıldıyor.
Grace, Lia, Sky
O kayıp haftayı geride bıraktığımızda, üzerlerinde annemizin elyazısı olan, hatırlatma notu gibi kâğıt parçalarıyla çevrelenmiş buluyoruz kendimizi. Duvarlara raptiyelenmiş, çekmecelere yerleştirilmiş, katlanmış giysilerimizin arasına konmuşlar. “Artık sevgi yok!” yazıyor kâğıt parçalarında. Annemizin acısı ona bir kâhinin ciddiyetini kazandırıyor. Notlar bizi tedirgin ediyor. Ne anlama geldiklerini sorduğumuzda elden geçirilmiş bir hikâye anlatıyor bize. “Yalnız kızkardeşlerinizi sevin!” Pekâlâ, diyoruz, bunu kolayca yapabiliriz. “Bir de annenizi,” diye ekliyor. “Beni de sevmek zorundasınız. Hakkım bu benim.” Tamam, diyoruz ona. Sorun olmaz bu da.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSu Kürü
- Sayfa Sayısı288
- YazarSophie Mackintosh
- ISBN9789750740381
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sefiller ~ Victor Hugo
Sefiller
Victor Hugo
Romantik Fransa döneminin en önemlillerinden sayılan Victor Hugo, romancı, oyun yazarı ve şairdir. 1862’de yayınlanan Sefiller olağanüstü bir ilgiyle karşılandı. Hugo Fransa’da büyük bir...
- Al Midilli ~ John Steinbeck
Al Midilli
John Steinbeck
Steinbeck’in doğaya ve insana on yaşındaki bir çocuğun gözünden baktığı Al Midilli kendi edebi kariyerinde olduğu kadar Amerikan edebiyatında da bir dönüm noktası. Salinas...
- Kader Aşkı Tadınca ~ S. G. Browne
Kader Aşkı Tadınca
S. G. Browne
İnsanların kaderlerini belirlemekten sorumlu olan Kaderin bir insana âşık olunca hayatı altüst olur. Kısmetle arası bozulur, Tanrı tarafından ciddi biçimde uyarılır… Sonunda hayatındaki iki...