1951 ilkbaharı. Dört kişi ufak bir Fransız kasabasında karşılaşırlar: Fırıncı ile karısı ve büyükelçi ile karısı. İkisi kasabanın yerlisidir, diğer ikisi dışarlıklı. Durağan taşra yaşamından usanan fırıncının karısı, bu karşılaşmayı yaşantısına renk katmak için fırsat olarak görür ve onlarla yakınlık kurar. Bir süre sonra tuhaf şeyler olmaya başlar. Atlar tarlalarda düşüp ölür. Çocuklar çılgınlaşır ve zapt edilemez olur. Karanlık çökünce hayaletler kol gezmeye başlar. Kasabanın tüm halkı bu gizemli hastalığa yakalanır. Kimileri bunu ekmeklerin bozulmasına bağlarken, kimileri de hükümetin yöre halkı üzerinde kimyasal bir deney yaptığını iddia eder. Aslında birileri tehlikeli bir kedi-fare oyunu oynuyordur, ama avcı kim, av kimdir bilinmez.
Lanetli Ekmek, çıldırmış bir kasabanın, kana karışan zehir benzeri kıskançlığın, insanı yakıp tüketen arzunun erotik öyküsünü cesur ve büyüleyici bir dille aktarıyor.
Su Kürü ve Mavi Bilet yapıtlarının ödüllü yazarı Sophie Mackintosh’tan, Fransa’da bir kasaba halkının zehirlendiği ve sorumluların ortaya çıkmadığı gerçek bir olayın ekseninde ilerleyen tutku romanı. Eleştirmenler bu kitabı,“Yazar, sadece yakın geleceği kaygı uyandıracak kadar ayrıntılı hayal edebildiğini değil, tarihteki olayları da şakacı bir dille yorumlayabildiğini gösteriyor,” diye yorumluyor.
*
Violet’le tanışmamın anısı, her hatırlayışımda beni utandırıyor. Anıları ışığa tutup düşünüyorum – gerçekten de tastamam böyle mi oldu? Diyelim ki oldu, neden farklı anlatmayayım? Daha cömertçe? Neden en azından kendime numara yapmayayım? Bilen kimse kalmadı, kimse yalanımı yakalayamaz. İçeriye girdi, elimi avuçlarının arasına aldı, gözlerimin içine bakıp hep bir arkadaş, gerçek bir dost istediğini, bizim benzeştiğimizi, kaburgalarımızın altında ikiz, tahripkâr yürekler taşıdığımızı bir bakışta anladığını söyledi, diyebilirim örneğin. İç karartıcı, suratsız bluzum bu gerçeği ondan gizleyememiş. Kasabadaki onca insanın içinden beni seçtiğini, güneşten ağarmış kaldırım taşlarından arzuyla, içgüdüyle bana, hep durduğum, beklediğim yere doğru çekildiğini söyleyebilirim pekâlâ.
Bir sürü şey söyleyebilirim ama galiba şu an en iyisi dürüst olmak. Bahar başında o serin sabah bana doğru yürüdüğünü sezmedim, fırının kapısını açtığını fark etmedim. Saçları koyu renk ve dağınıktı, sert, beyaz gömleğine ve yakasındaki dantele dökülüyordu. Öteki müşterilerin gerisinde oyalandı, arkamda istiflenmiş somunlara tek tek, önemli bir karar alıyormuş gibi baktı. Dükkândaki öteki kadınlar ona selam verdi. Hoş geldin, dediler. Epeydir bekliyorduk seni. Buna gülümsedi, sonunda seçtiği somunu verirken elimi eline sürtmemek için kendimi zor tuttum ama ona pek bir şey söyleyemedim, ondan korktum. Bana teşekkür edip dükkândan çıktı, camdan bakınca dışarıda bir an durup kesekâğıdını açtığını gördüm, ekmekten bir köpek misali koca bir lokma koparıp koparmamayı tartıyordu sanki. Yapmadı. Torbayı kapattı, yürüyüp gitti. Arkasından baktım, ta ki bir sonraki müşteri, kimdi anımsamıyorum, kahvaltı için sabırsızlanan biri araya girene dek. Hey, hayalet mi gördün, diye takıldılar bana parmaklarını şaklatarak.
Daha sonra eve dönünce, kocamı yatağımızda uyurken buldum. Bir bebek gibi, baygın, kolları iki yana açık uyuyordu. Ellerimi tam da değdirmeden vücudunda, o yayılmış kollarında ve bacaklarında gezdirdim, en sonunda avuçlarımı usulca, nazikçe göğsüne indirdim. Giyinikti. Yatağa çıktım, üzerine kıvrıldım. Solukları değiştiyse de uyandığını kabullenmeye yanaşmadı. Lütfen, diye yalvardım. Yüzümü boynuna gömdüm. Terliyordu. Rol yapmayı kessin diye elimle ağzını kapatmak istedim ama yakalanmaktansa boğulmayı yeğlerdi, biliyordum. Gözlerini açmadı. Kollarına, yanaklarına hafif hafif vurdum; sonra daha az hafif, derken hiç de hafif olmayan darbeler.
O günlerde kocamın ellerini dirseklerine dek daldırdığı, büyük bir şefkatle ve bıkıp usanmaksızın yoğurduğu hamuru zaman zaman kıskandığımı kabulleniyorum. Şu an, ekmeğinin gerçekten de en iyisi olduğunu itiraf edebilirim. O ekmeği fırından çıktığında, sıcak sıcak bölmenin, saldığı buharın ve kendi iştahının sana sırnaştığını hissetmenin, ama o iştahı yakında doyuracağını bilmenin, yaşadığımız bu yeni barış ve bolluk çağında bir daha asla gerçek açlık çekmek zorunda kalmayacağımız gerçeğinin, o şaşırtıcı, inanılmaz olgunun öyle güzel bir yanı vardı ki. Kocam ekmeği kusursuzlaştırmayı kendine sabit görev edinmişti. Yaşama amacıydı bile diyebilirdiniz. Tamam, siz bunu söylerken belki yüzde 100 ciddi değildiniz fakat o bu konuda ölümüne ciddiydi. Odaklanışındaki bu arılığı, tek bir mükemmel somuna yönelik, giderek çoğalan, değişen hamlelerini de kıskanıyordum. Peki ya sonra, ekmeğin daha fazla geliştirilecek bir tarafı kalmayınca? Ya o zaman? O zaman o ekmekten ye ve doy. Ye ve dönüş. Ye ama hiçbir şey değişmesin. Arzumuzun, doygunluğumuzun neredeyse sezilemez, algılanamaz yeniden ölçümlendirilişi. Bir daha dene.
İlk karşılaşmamızı izleyen günlerde Violet düşüncelerime musallat oldu. Daha o sırada bile onunla aramda bir yakınlık hissettiğimi söylesem bana inanan olur mu? İçten içe onun bana çok yakışacağını biliyordum desem inanırlar mı bana? Bu bilgi, onun için unlayıp bir kenara ayırdığım somunlardaydı. Bir gece önceden seçtiğim, dolabımın kapağında kara bedenler gibi asılı duran giysilerdeydi. Ondan, başkalarından zorla, güçbela kopardığım bilgi kırıntılarındaydı. Fırındaki olgun, anaç kadınlar, o fırına geldiğinde sohbet amaçlı küçük denemelerimi, sözcüklerimin birbirine karışıp karman çorman oluşunu seyrediyorlardı. Komik olmaya çalışıyor, gösteriş yapıyordum. Bir süre aynı şehirde yaşamıştık. Belki de sokakta karşılaşmıştık. Durgun akşamüstlerinde onu bize getiren yolculuğu gözümde canlandırıyordum: Parlak yeşil bir araba şehirden çıkıyor, yolda o tarlalardaki çiçeklere baksın diye duruyor. Yıllar önce o şehirde aldığım broşu takmaya başladım – bir sinyal gibi göğsüme iliştirdim. Ama broşa dikilen gözleri onu cafcaflı ve demode bir takıya dönüştürdü; bana dişlerini göstermeksizin gülümsedi, ben de bir gün dükkânı kapatırken, ani bir öfke nöbetiyle broşu çöp kutusuna attım, sonra tezgâhın arkasına oturup ağladım. O akşam eve dönünce kocam, seni ne ağlattı ki? diye sordu. Bana bir bardak süt doldurdu. Gayet güzel bir hayatımız var, dedi, kendine peynirle yiyeceği kalın bir dilim ekmek keserken; haklıydı.
Her gün onun gelmesini bekliyordum; nedenini bilmeden, gelirse ne yapacağımı bilmeden. Nihayet iki hafta sonra, bana çok daha uzun gelen bir sürenin sonunda bir sabah geldi, elini cebine soktu, çıkardığı kâğıt parçasını tezgâhta bana doğru itti. Mavi mürekkep, bir erkeğin elyazısı. Herkesle tanışmak için bir parti veriyoruz, dedi. Gelmek istemez misin? Sonra beni tebessümüyle kutsadı. Dudaklarımın istemsizce karşılık verdiğini hissettim. Başımı eğip ellerime baktım, yapış yapış, ekmek kırıntılı. Geliriz, dedim.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLanetli Ekmek
- Sayfa Sayısı192
- YazarSophie Mackintosh
- ISBN9789750764660
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Işık Bahçeleri ~ Amin Maalouf
Işık Bahçeleri
Amin Maalouf
Hoşgörü peygamberi Mani’nin inancı ve öyküsü Hıristiyanlık çağının şafağında, İsa’nın ölümünden iki yüz yıl sonra başlar. Bizim çağımızın da kahramanı olabilecek Mani, yaşam öyküsüyle,...
- Suçluyorum ~ Émile Zola
Suçluyorum
Émile Zola
19. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da, Yahudi bir subayın, Yüzbaşı Alfred Dreyfus’ün haksız yere casuslukla suçlanmasıyla patlak veren Dreyfus Davası, yalnızca bir hukuk ve ayrımcılık...
- Elçi ~ Liz Jensen
Elçi
Liz Jensen
Tabiat bir gün verdiklerini geri alacak. Ve insanın kendi elleriyle hazırladığı kıyamette, Son, tahmin ettiğinizden de yakın olacak. Gabrielle Fox bir süre önce geçirdiği...