Westeros’tan önce Worlorn vardı…
Dirk t’Larien, yıllar önce kaybettiği aşkı Gwen Delvano tarafından, uzayın öbür ucundan Worlorn’a çağrıldığında, içinde çılgın bir umut ışığı yanar. Ancak ne Worlorn ne de Gwen eskisi gibidir. Gwen uzaylı bir vahşiyledir ve Worlorn ıssız bir harabe haline gelmiş, ölmekte olan bir gezegendir artık; her şafakta yedi kırmızı güneşi biraz daha sönük parlar.
Dirk hem aşkını hem de gezegeni kurtarmak isterken, çevresine gizemli bir gizlilik perdesinin çekildiğini fark eder. Kaçış, intikam ve ölüm etrafını sararken, Dirk’ün müttefikleri ve düşmanları birbirine karışır.
“Işığın Ölümü’nü ilk kez on dört yaşımdayken okumuştum ve kurgunun ne olabileceği ne yapabileceği ve dizginsiz hayal gücünün bir eserinin okura neler hissettirebileceği ve onu nelere inandırabileceği konusundaki görüşlerimi altüst etmişti. Yaklaşık otuz yıl sonra eserin
bütün bunları hâlâ aynı güçle hatırlattığını ve ortaya koyduğu kalbi kırık evrenin daha da fazla yuva gibi hissettirdiğini görüyorum.”
Michael Chabon
“Uzayda Vahşi Batı ve uykularınızı kaçıracak bir kovalamaca.
Muhteşem bir bilimkurgu.”
Los Angeles Times
“Bilimkurguyu okumaya değer hale getiren türden bir hayal gücü… Etkili ve etkileyici bir hikâye.”
Galaxy dergisi
“George R.R. Martin bir şairin sesine ve çelik kapan gibi bir zihne sahip.”
Algis Budrys
*
Giriş
Bir serseri, amaçsız bir gezgin, yaratılışın dışlanmışı; bu dünya bunların hepsiydi.
Sayısız asır boyunca güneşler arasındaki soğuk ıssızlıkta amaçsızca tek başına düşe kalka sürüklenmişti. Issız göklerinde kuşaklarca yıldız birbirini izlemişti ve gezegen onlardan hiçbirine ait değildi. Kendi başına bir gezegendi; bütünüyle. Aslında bir açıdan galaksinin bile bir parçası değildi; hızla izlediği yol, yuvarlak bir masanın ahşap yüzeyine çakılmış bir çivi gibi galaktik düzlemi delip geçiyordu. Hiçbir şeyin parçası değildi.
Ve hiçlik tam da el altındaydı. Bu başıboş dünya, insanlık tarihinin şafağında galaksinin büyük lensinin kenarına yakın küçük bir alanı kaplayan bir yıldızlararası toz perdesini delmişti. Ötesinde bir avuç yıldız vardı; otuz civarında, gerçekten bir avuç. Sonra başıboş dünya kendini o zamana dek bildiği en karanlık geceden daha karanlık bir boşluğun ortasında buluvermişti.
Orada, o gölgeli sınır bölgesinden düşerken, paramparça olmuş insanlarla karşılaşmıştı.
Onu ilk olarak yayılma sarhoşluğu içindeki keyifli Dünya İmparatorlukları bulmuştu; o zamanlar Federal Eski Dünya İmparatorluğu hâlâ muazzam uzaklıklara yayılan bütün insan dünyalarının kontrolünü sağlamaya çabalıyordu. Hrangans’a yapılan bir baskın sırasında yaralanan Mao Tse-tung adında bir savaş gemisi, mürettebatı görev yerlerinde ölmüş, motorları bir çalışıp bir durur halde insanların bölgesinden Saklayan Örtü’nün ötesine sürüklenen ilk gemi olmuştu. Mao, yerçekimsiz koridorlarda amaçsızca süzülen, yüzyılda bir duvarlara sürünen iğrenç cesetlerle dolu, ıssız ve havasız bir hayalet gemiye dönüşmüştü ama bilgisayarları hâlâ çalışıyor, programlarını sonsuz bir şekilde tekrar tekrar döndürüyordu; dolayısıyla birkaç ışık dakika mesafeye yaklaştığında isimsiz başıboş gezegeni tanımlayacak kadar tarayabilmişti. Yaklaşık yedi asır sonra Tober açıklarındaki bir ticaret gemisi Mao Tse-tung’a ve o tarama raporlarına rastlamıştı.
O zaman için bir haber değeri yoktu; dünya daha sonra yeniden bulundu.
İkinci kâşif, Celia Marcyan oldu. Çöküş’ü takip eden ara dönem sırasında Gölge Kovalayan adlı gemisi bir standart gün boyunca karanlık gezegenin etrafında dolaştı. Ancak başıboş gezegenin kayalık, buz ve hiç bitmeyen gece dışında Celia’ya sunabileceği bir şey yoktu ve Celia oradan ayrılmadan önce gezegene bir isim verdi. Ona Worlorn1 dedi ve neden bu ismi seçtiğini ya da ne anlama geldiğini hiç açıklamadı; gezegenin adı Worlorn kaldı. Celia da başka dünyalara ve başka hikâyelere doğru yoluna devam etti.
A.S. 46’da Kleronomas bir sonraki ziyaretçi oldu. Gözlem gemisiyle gezegenin etrafında birkaç tur atarak ıssız gezegenin haritasını çıkardı. Gezegen, sırlarını ilk kez onun alıcılarıyla paylaştı; salıverilmeyi bekleyen donmuş atmosferi ve donmuş okyanuslarıyla çoğundan daha büyük ve daha zengin bir gezegendi.
Bazıları A.S. 97’de galaksinin bir ucundan diğer ucuna gitmek gibi çılgınca bir yolculuğa çıktıklarında Worlorn’a ilk kez inenlerin Tomo ve Walberg olduğunu söylüyor. Bu doğru mu? Muhtemelen değil. İnsan alemindeki her dünyanın bir Tomo ve Walberg hikâyesi vardır ama Hayalperest Fahişe hiç geri dönmediği için nereye indiğini kim bilebilir ki?
Daha sonraki kayıtlar daha fazla gerçeğe dayanıyor ve daha az efsane içeriyor. Yıldızsız, faydasız ve sadece sıradışılığı açısından ilginç olan Worlorn, Saklayan Örtü’nün karanlık gazlarıyla Büyük Karadeniz arasına seyrek şekilde yayılmış dünyalardan oluşan Sınır’ın haritalarında önemsiz bir kayda dönüştü.
Sonra A.S. 446’da, Wolfheim’daki bir astronom Worlorn’u araştırmalarına konu etti ve ilk kez biri bütün koordinatları bir araya getirme zahmetine girdi. İşte her şey o zaman değişti. Wolfman astronomun adı Ingo Haapala idi ve Wolfmanların sık sık tarzı olduğu şekilde heyecan içinde bilgisayar odasından dışarı fırladı. Çünkü Worlorn’da gündüz olacaktı; hem de parlak ve uzun bir gün.
Ateş Çarkı adındaki bir takımyıldız bütün gezegenlerin göklerini aydınlatıyordu; bu mucizenin ünü ta Eski Dünya’ya kadar uzanıyordu. Formasyonun merkezinde kızıl süper dev Hub, Cehennemgözü, Şişko Şeytan –daha sayılabilecek bir düzine ismiyle– vardı. Onun etrafında, eşit aralıklarla düzgün bir şekilde dizilmiş halde altı sarı alev topu aynı yörüngeyi izliyordu: Truva Güneşleri, Şeytan’ın Çocukları, Cehennemtacı. İsimlerin bir önemi yoktu. Asıl önemli olan, dev kızıl efendilerine saygılarını sunan orta büyüklükteki altı sarı yıldızdan oluşan Çark’ın kendisiydi ki bu, bir zamanlar keşfedilmiş olan en sıradışı ve sabit çoklu yıldız sistemiydi. Çark, kafasını eski gizemlere takmış olan insanlık için yepyeni bir gizem olarak yedi gün süren bir akıl dondurucu gösteriydi. Daha uygar dünyalarda bilim insanları bu oluşumu açıklamak için teoriler üretti; Saklayan Örtü’nün ötesinde bir yerlerde bu oluşuma dayalı, erkekli kadınlı üyelerin kendilerine bir anıt yapmak için bütün bu yıldızları düzenli bir kalıba yerleştirmiş ve artık yok olmuş antik yıldız mühendislerinden söz ettiği bir tarikat kuruldu. Bilimsel spekülasyonlar ve batıl inançlar onyıllar boyunca ateşli bir şekilde devam ettikten sonra yavaş yavaş yatıştı ve sonunda da konu tamamen unutuldu.
Wolfman Haapala, Worlorn’un Ateş Çarkı’nın etrafında geniş bir hiperbol çizerek ağır ağır bir kez döneceğini ama çok yaklaşmasına rağmen sistemin içine hiç girmeyeceğini açıkladı. Elli standart yıl boyunca güneş ışığına maruz kalacak, sonra tekrar Sınır’ın karanlığına geri dönecek, Son Yıldızları geçerek galaksilerarası Büyük Karadeniz’e dalacaktı.
Bunlar, Yüce Kavalaan ve diğer dış dünyaların ilk gururlarını tattığı ve insanlığın parçalanmış tarihlerine bir yer bulmak konusunda giderek daha fazla tasalandığı, huzursuz geçen asırlardı. Ve neler olup bittiğini herkes bilir. Ateş Çarkı her zaman dış dünyaların gururu olmuştu fakat bu, şimdiye kadar gezegensiz bir gururdu.
Worlorn ışığa yaklaşırken fırtınalarla dolu bir asır geçti: Eriyen buzlar, volkanik faaliyetler ve depremlerle dolu yıllar. Donmuş bir atmosfer yavaş yavaş hayata döndü ve korkunç rüzgârlar ağlayan canavar bebek sesleri gibi uğuldadı. Dış dünyalılar bütün bunlarla yüzleşip mücadele etti.
Örtüdeki Tober’den terraformasyon uzmanları, Karaşafak’tan hava üstatları gelirken, Wolfheim, Kimdiss, A.S.-Emerel ve Karaşarap Okyanusu Dünyası’ndan diğer ekipler geldi. Başıboş gezegeni sahiplendikleri için bütün ekiplere Yüce Kavalaaniler yöneticilik yaptı. Mücadele bir asırdan uzun sürdü ve bu süreçte ölenler Sınır çocukları arasında hâlâ yarı efsanedir. Ne var ki sonunda Worlorn yumuşatılabildi. Üzerinde şehirler kuruldu ve Çark’ın ışığı altında tuhaf ormanlar yeşerdi; gezegene yaşam kazandırmak için bu ormanlara hayvanlar salıverildi.
A.S. 589’da Şişko Şeytan gökyüzünün dörtte birini doldururken ve çocukları etrafında parıldarken, Sınır Festivali başladı. Festivalin ilk gününde Toberliler stratokalkanlarını parıldatırken bulutlar ve güneş ışığı kaleydeskop desenleri gibi gökyüzünde pırıl pırıl döndü. İlerleyen günlerde başka gemiler geldi. Dış dünyaların her yerinden, ötesindeki dünyalardan, Örtü’nün diğer tarafındaki Tara ve Daronne’dan, Avalon ve Jamison Dünyası’ndan, Newholme, Eski Poseidon ve hatta Eski Dünya’dan bile insanlar buraya akın etti. Worlorn beş standart yıl boyunca perihelyona doğru ilerledi; beş standart yıl boyunca da uzaklaştı. A.S. 599’da Festival iptal edildi. Worlorn alacakaranlığa girdi ve gecenin karanlığına daldı.
1. Bölüm
Pencerenin dışında kanal boyunca uzanan ahşap yürüyüş yolunun kazıklarına sular çarpıyordu. Dirk t’Larien başını kaldırdı ve ay ışığında yavaşça geçen alçak siyah bir mavnayı gördü. Kıç tarafında tek başına bir adam koyu renkli ince bir direğe yaslanmış halde duruyordu. Braque’ın ayı gökyüzünde yumruk büyüklüğünde ve güçlü bir şekilde parıldadığından, her şey gayet net kazınmıştı.
Arkasında bir dinginlik ve dumanlı bir karanlık, uzaktaki yıldızları gizleyen hareketsiz bir perde vardı. Bir toz ve gaz bulutu, diye düşündü. Saklayan Örtü.
Başlangıç, sondan çok sonra geldi: Bir fısıltıtaşı.
Tıpkı yıllar önce ona verdiği gibi gümüş folyo tabakalarına ve koyu renk yumuşak bir kadifeye sarılmıştı. O gece tüccarların meyve dolu mavnaları hiç durmadan ileri geri götürüp getirdiği çamurlu geniş kanala bakan pencerenin önüne oturarak paketi açtı. Taş aynen Dirk’ün hatırladığı gibiydi: Koyu kırmızı, ince siyah çizgilerle dolu, damla biçiminde bir taş. Avalon’dayken kazıyıcının onlar için taşı kestiği günü hatırlıyordu.
Uzun bir süre sonra dokundu.
Parmak ucuyla dokunduğunda serin pürüzsüzlüğünü algıladı ve taş beyninin derinliklerinde fısıldadı. Unutmadığı anılar ve vaatler.
Nedensiz bir şekilde burada, Braque’taydı ve onu nasıl bulduklarını hiç bilmiyordu. Ama bulmuşlardı ve Dirk t’Larien taşını geri almıştı.
“Gwen” dedi sakince, kendi kendine konuşarak, sadece kelimeyi duymak ve o tanıdık sıcaklığı dilinde hissetmek için. Sevgili Jenny’si, Guinevere’i, vazgeçilmiş hayallerin hanımı.
Parmağı buz gibi taşı okşarken aradan yedi yıl geçmiş olduğunu düşündü. Ama yedi ömür gibi gelmişti ve her şey bitmişti. Şimdi kendisinden ne istiyor olabilirdi ki? Onu seven adam, o diğer Dirk t’Larien, o vaatlerde bulunan ve taşlar veren adam artık ölmüştü.
Dirk gözlerinin önüne düşen aklar düşmüş kumral saçlarını çekmek için bir elini kaldırdı. Ve istemeden, aniden Gwen’in onu öpmek istediği her seferinde saçlarını nasıl kenara çektiğini hatırladı.
O anda kendini çok yorgun ve çok kaybolmuş hissetti. Özenle geliştirdiği şüpheciliği kıpırdandı ve bir hayaletin, bir zamanlar olduğu ama artık yok olan kişinin ağırlığı omuzlarına bindi. Yıllar içinde gerçekten de değişmişti ve bunun bilgeleşmek olduğunu sanmıştı fakat şimdi bütün o bilgelik aniden dağılıp gidivermişti. Düşünceleri tutmadığı bütün sözlere, ertelediği ve sonunda vazgeçtiği hayallere, monotonluğa terk edilerek çürüyüp giden parlak bir geleceğe odaklandı.
Neden şimdi ona kendisini hatırlatmıştı ki? Aradan çok fazla zaman geçmiş, başına çok fazla şey gelmişti; muhtemelen ikisinin de. Ayrıca, fısıltıtaşını kullanmasını hiç gerçekten istememişti. Sadece aptalca bir jest, romantik bir gencin ergenlik gösterisinden ibaretti. Aklı başında hiçbir yetişkin ona böylesine saçma sapan bir şey yaptıramazdı. Elbette ki gidemezdi. Henüz Braque’ı yeterince görecek zamanı olmamıştı; kendi hayatı ve yapacak önemli işleri vardı. Gwen bunca zamandan sonra onun gerçekten de bir gemiye atlayıp dışarıklılara gitmesini bekliyor olamazdı.
Kırgın bir şekilde uzanıp taşı avucuna aldı ve yumruğunun içinde sıktı. Onu temsil ettiği ve hatırlattığı her şeyle birlikte pencereden dışarı, kanala atmayı düşündü. Ama avucunun içinde sımsıkı tutarken taş buzdan bir cehennem ateşine ve anılar da benliğine saplanan bıçaklara dönüştü.
…çünkü sana ihtiyacı var, diye fısıldadı taş. Çünkü söz verdin.
Eli kıpırdamadı. Yumruğunu açmadı. Avucundaki soğukluk acının ötesine, uyuşmaya geçti.
O diğer Dirk, daha genç olan, Gwen’in Dirk’ü. Söz vermişti. Ama o da söz vermişti. Uzun zaman önce, Avalon’da. Yaşlı bir kazıyıcı, çok az Yeteneği olan kızıl-altın sarısı saçlı pörsük bir Emerelli onlara iki taş kesmişti. Dirk t’Larien’i, Dirk’ün Jenny’sine duyduğu o derin aşkı okumuş, sonra da zayıf psionik gücünün yettiğince taşa kazımıştı. Daha sonra aynı şeyi Gwen için de yapmıştı. Ardından taşlarını birbirlerine vermişlerdi.
Bu Dirk’ün kendi fikriydi. Her zaman öyle olmayabilir, demişti kıza, antik bir şiirden alıntı yaparak. Böylece söz vermişlerdi; ikisi de: Bu anıyı bana gönderirsen gelirim. Nerede olursam olayım, ne zaman olursa, aramızda neler yaşanmış olursa olsun. Geleceğim ve hiçbir soru sormayacağım.
Ama bu söz bozulmuştu. Gwen’in onu terk etmesinden altı ay sonra Dirk ona taşı göndermişti. Gwen gelmemişti. Sonrasında Gwen’in ondan sözünü tutmasını bekleyeceğini de hiç düşünmemişti. Şimdiye kadar.
Ona gitmesini gerçekten bekliyor muydu?
Ne kadar üzüntü duysa da, o zamanlar olduğu adamın her ne olursa olsun, Gwen’den ne kadar nefret ederse etsin, ona gideceğini biliyordu; ya da ne kadar severse sevsin. Ama o aptal gömüleli çok olmuştu. Onu öldüren şey zaman ve Gwen idi.
Oysa taşı hâlâ dinliyordu ve eski duygularını, yeni bezginliğiyle karışık şekilde hissediyordu. Sonunda başını kaldırarak düşündü: Pekâlâ, belki de henüz iş işten geçmemiştir.
✽✽✽
Yıldızlar arasında yolculuk yapmanın birçok yolu vardır ve bazıları ışıktan daha hızlıdır, bazıları değildir ama hepsi yavaştır. İnsan bölgesinin bir ucundan diğerine gitmek bir ömrün büyük bölümünü alır ve insan bölgesi –insanlığın dağınık gezegenleri ve aralarındaki daha da geniş boşluk– galaksinin çok küçük bir parçasıdır. Ancak Braque, Örtü’ye ve ötesindeki dışarıklılara yakındı; Dirk’ün de bir gemi bulmasına izin verecek ölçüde aralarında ticaret akışı vardı.
Unutulmuş Düşmanların Ürpertisi adlı gemi Braque’tan Tara’ya, oradan Örtü’yü geçerek Wolfheim’a, oradan Kimdiss’e ve sonunda da Worlorn’a uzanan bir rota izledi; IHÜ bir yolculuk olsa bile, üç standart aydan uzun sürdü. Dirk, Worlorn’dan sonra Ürperti’nin Yüce Kavalaan’a ve A.S. Emerel’e ve Son Yıldızlar’a ilerleyeceğini, sonra da dönüp aynı rotayı tekrar izleyeceğini biliyordu.
Uzaylimanı günde yirmi gemiyi kaldıracak şekilde tasarlanmıştı; şimdiyse muhtemelen ayda bir gemiye hizmet veriyordu. Büyük bölümü kapatılmış, terk edilmiş ve karanlığa gömülmüştü. Ürperti henüz aktif olan küçük bir alanın ortasına inerken yakındaki bir grup özel gemi yanında minicik kaldı ve bir Toberian şilebini kısmen parçaladı.
Tamamen otomatik çalışan ve hiç canlı bulunmayan geniş terminalin bir bölümü hâlâ pırıl pırıl aydınlıktı fakat Dirk oradan çabucak geçip dışarı çıktı ve kendini yıldızsız bomboş bir dışarıklı gecesinde buldu. Az çok tahmin ettiği gibi ana kapıların dışında kendisini bekliyorlardı. Ürperti’nin kaptanı gemi ışık hızından normal uzaya iner inmez önceden lazerlemişti.
İşareti alan Gwen Delvano, Dirk’ün istediği gibi onu karşılamaya gelmişti ama yalnız değildi. Gwen ve beraberinde gelen adam şimdi kısık sesle birbirleriyle konuşuyorlardı.
Dirk kapının dibinde durarak elinden geldiğince rahat bir tavırla gülümsedi ve elindeki tek ışık çantasını bıraktı: “Hey” dedi, yumuşak bir sesle, “duyduğuma göre burada bir Festival varmış.”
Gwen onu duyunca dönerek güldü; bu, Dirk’ün çok iyi hatırladığı bir gülüştü. “Hayır” dedi Gwen. “On yıl kadar geciktin.”
Dirk kaşlarını çatarak başını iki yana salladı. “Lanet olsun” dedi. Sonra tekrar gülümsedi. Gwen ona yaklaştı ve birbirlerine sarıldılar. Diğer adam –yabancı– öylece durdu ve hiçbir çekingenlik belirtisi sergilemeden izledi.
Kısa bir kucaklaşmaydı. Dirk daha kollarını onun vücuduna sarar sarmaz Gwen geri çekilmişti. Ayrıldıktan sonra birbirlerine yakın durdular ve yılların neleri değiştirdiğini görmek için birbirlerini baştan aşağı süzdüler.
Gwen daha yaşlı ama neredeyse hiç değişmemiş görünüyordu; gördüğü değişiklikler ise muhtemelen sadece Dirk’ün kendi anısının yanılgılarıydı. İri yeşil gözleri Dirk’ün hatırladığı kadar iri ya da yeşil değildi ve hatırladığından biraz daha uzun, hatta belki biraz daha kiloluydu. Ama neredeyse tam hatırladığı gibiydi; aynı şekilde gülümsüyordu ve dışarıklı gecesinden daha siyah bir parıltıyla omuzlarından aşağı dökülen saçları aynıydı. Üzerinde balıkçı yaka beyaz bir kazak, rengi kararıp siyaha çalmış sağlam bukalemun kumaştan kemerli bir pantolon ve Avalon’dayken de hep taktığı gibi kalın bir alın bandı vardı. Şimdi bir bilezik de takıyordu ve bu yeni bir şeydi. Ya da daha doğru kelime kolluk olabilirdi. Görünür olması için kazağının kolunu yukarı kıvırmıştı.
“Zayıflamışsın, Dirk” dedi Gwen.
Dirk omuz silkerek ellerini ceket ceplerine tıktı. “Evet” dedi. Aslında neredeyse bir deri bir kemikti ama çok fazla kambur durduğu için omuzları hâlâ biraz yuvarlaktı. Yıllar onu başka şekillerde de yaşlandırmıştı; öncekinin aksine artık saçlarında kumraldan çok, beyaz tel vardı ve neredeyse Gwen’inkiler kadar uzun olmakla birlikte, onunkiler daha çok darmadağınık, birbirine karışmış bukleler halindeydi.
“Uzun zaman oldu” dedi Gwen.
“Yedi yıl, standart” diye cevap verdi Dirk, başıyla onaylayarak. “Hiç düşünmezdim…”
O sırada yanlarında bekleyen diğer adam –yabancı– yalnız olmadıklarını hatırlatmak istermiş gibi öksürdü. Dirk başını kaldırıp ona bakarken Gwen döndü. Adam onlara doğru bir adım atarak kibar bir tavırla başıyla selam verdi. Sapsarı saçlı –neredeyse bembeyaz görünüyordu– kısa boylu ve tombul bir adamdı. Üzerinde parlak yeşil ve sarı renkli ipek bir tunik ve başını eğmesine rağmen hâlâ yerinde kalan minicik siyah bir örgü kep vardı.
“Arkin Ruark” dedi, Dirk’e bakarak.
“Dirk t’Larien.”
“Arkin projede benimle çalışıyor” dedi Gwen.
“Proje mi?”
Gwen gözlerini kırpıştırdı. “Benim neden burada olduğumu bile bilmiyor musun?”
Hayır, bilmiyordu. Fısıltıtaşı Worlorn’dan gönderilmişti, dolayısıyla onu nerede bulacağı dışında pek bir şey bilmiyordu. “Sen bir ekolojistsin” dedi Dirk. “Avalon’dayken…”
“Evet. Enstitü’de. Uzun zaman önce. Oradaki işimi bitirdim, referanslarımı aldım ve o zamandan beri de Yüce Kavalaan’daydım.
Buraya gönderilene kadar.”
“Gwen, Demiryeşim Topluluğu’yla birlikte” dedi Ruark. Yüzünde hafif, gergin bir gülümseme belirdi. “Ben Impril Şehir Akademisi’ni temsil ediyorum. Kimdiss’ten. Biliyor musunuz?”
Dirk başıyla onayladı. Demek Ruark bir Kimdissi, oradaki üniversitelerden birinden gelen bir dışarıklıydı.
“Impril ve Demiryeşim, şey, ikisi de aynı şeyin peşindeler. Worlorn üzerindeki ekolojik etkileşimle ilgili araştırma. Festival sırasında hiç düzgün şekilde yapılmadı; dışarıklıların hiçbiri, ekolojiye o kadar önem vermiyor. Emerellilerin dediği gibi, A.S. unutulmuş bir bilim. Ama proje bu. Gwen ve ben birbirimizi önceden tanıyoruz ve düşündük ki… eh, ikimiz de aynı nedenle burada olduğumuza göre, birlikte çalışıp öğrenebileceğimiz her şeyi öğrenmenin mantıklı olacağını düşündük.”
“Anlıyorum” dedi Dirk. O anda proje o kadar da ilgisini çekmiyordu. Gwen ile konuşmak istiyordu. Bakışlarını ona çevirdi.
“Bütün bunları bana daha sonra anlatırsın. Konuştuğumuzda. Konuşmak istediğini tahmin ediyorum.”
Gwen tuhaf bir tavırla başıyla onayladı. “Evet, elbette. Konuşacak çok şeyimiz var.”
Dirk çantasını aldı. “Nereye?” diye sordu. “Bir banyoya ve yiyecek bir şeylere ihtiyacım var.”
Gwen ve Ruark bakıştılar. “Arkin’le de şimdi bunu konuşuyorduk. O sana bir şeyler ayarlar. Aynı binadayız. Aramızda sadece birkaç kat var.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıIşığın Ölümü
- Sayfa Sayısı352
- YazarGeorge R. R. Martin
- ÇevirmenSelim Yeniçeri
- ISBN9786256932968
- Boyutlar, Kapak13,7 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölüm Başpiskopos İçin Geliyor ~ Willa Cather
Ölüm Başpiskopos İçin Geliyor
Willa Cather
Willa Cather bu en bilinen romanında, 19. yüzyılda ABD’nin güneybatısının çorak topraklarında sessizce yaşanan bir hayatı konu alır. 1851 yılında Peder Jean Marie Latour...
- Gökyüzü Çocukları ~ Katherine Rundell
Gökyüzü Çocukları
Katherine Rundell
Tanıştırayım. Sophie, bu Bayan Eliot, Sosyal Hizmetler’den. Bayan Eliot, bu Sophie, okyanustan. Herkes Sophie’nin bir gemi kazasında kimsesiz kaldığına inanıyor. Onu okyanusta sürüklenen bir...
- Mezar Kazanlar ~ William Faulkner
Mezar Kazanlar
William Faulkner
“Mezar Kazanlar” Faulkner’ın II. Dünya Savaşı sonrasında, 1949’da Nobel Ödülü’nü kazanmasından önce yayımlanan ilk romanı. Roman, bir yanıyla Faulkner’ın okurla Ağustos Işığı’nda tanıştırdığı ve...