Peter Carey’nin Booker ödüllü romanı Avustralya’nın gençliğini, dinamik tutkularının tehlikeli alışkanlıklara dönüşmesinden öncesini, alışılmadık ve sarsıcı bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor.
Genç bir İngiliz din adamı olan Oscar geçmişinden kendisini koparmış ve bu esnada bir kumar alışkanlığına tutulmuştur. Tek bir tutkusu olan taşra kızı Lucinda, özgüven ve endüstriyel bir ütopya inşası hayalleriyle Sidney’e taşınır. Bu aykırı çift Avustralya’ya giden bir gemide tanıştıklarında yalnızlıkları, tutkuları ve kumara olan zaafIarıyla birbirlerine bağlanacak ve bağlılıkları on dokuzuncu yüzyıl Avustralya’sında uygunsuz ve dokunaklı bir aşk hikâyesine dönüşecektir.
İlki 1988’de, bu romanla olmak üzere iki defa Booker Ödülü’ne layık görülen Peter Carey’nin, Viktoryen roman geleneğini modern kurmacayla birleştirdiği Oscar&Lucinda ilk kez dilimizde
İçindekiler
1 Kilise 17
2 Advent Çelengi 19
3 Noel Muhallebisi 22
4 Muhallebiden Sonra 28
5 Bir Dua 31
6 Anglikan Kilisesi 37
7 Stetoskop 40
8 Putperest İşaretleri 43
9 Kehanette Bulunmak 47
10 Yalan Yanlış Bilgiler 50
11 Dinden Dönme 55
12 Hizmet Etmek ve Yönetmek İçin 60
13 Kuru Üzümler 67
14 İmtihanlar 74
15 Rahip Evinin Mutfağı 75
16 Eyüp ve Yahuda 80
17 Eskimiş Çizmeler 84
18 İmanın Otuz Dokuz Şartı 88
19 Hıristiyanlık Öyküleri 90
20 Yeni Güney Galler’de Palmiye Pazarı 91
21 Lucinda 92
22 Elizabeth 99
23 Bu Mahallenin Çocuğu Değil 105
24 Bay Ahearn’ün Parramatta Argus’a Mektubu 111
25 Bayan Cousins 112
26 Büzgülü Kısa Pantolon 114
27 Tuhaf Tip 119
28 Gelecek İçin Birikim Yapmak 126
29 Epsom Tepesi 132
30 Tamahkârlık 136
31 Göğe Yükseliş Günü 143
32 Prens Rupert Damlaları 147
33 Cam Fabrikası 153
34 Hamsin Yortusu’ndan Sonra 156
35 Bahis Kuponu 167
36 Une Petite Amie 170
37 İskambil Oyunu 175
38 Tereyağından Kıl Çeker Gibi 185
39 Şahsi Eşya 188
40 Âşık Değil 193
41 Hanginiz Oğlu Balık İsterse Ona Yılan Verir? 197
42 Çağrı 202
43 Leviathan 210
44 Piskopos Damadı 212
45 İlahiler 215
46 Bir Çırpıda 219
47 Babil 226
48 Ağzının Kapılarını Açmaya Kim Yeltenebilir? 230
49 Sistem 239
50 Pachinko 244
51 Bay Borrodaile ve Bay Smith 252
52 Montaigne 260
53 Yakamoz (I) 270
54 Yakamoz (II) 270
55 Kıskançlık 274
56 Yem 276
57 Günah Çıkarma 277
58 İtibar 285
59 Sen Kudurmuş Denizler Üzerinde Egemenlik Sürersin 286
60 Cape Town’dan Pinchgut’a 291
61 İş Prensibi 293
62 Ev 296
63 Longnose Burnu 308
64 Büyülerinin Bolluğundan 312
65 Piskopos Dancer’ın Dağ Gelinciği 326
66 St John 328
67 Mesih 332
68 Ağır Hasar 334
69 Masa Örtüsü 342
70 İyi Samiriyeli 345
71 Strattonların Bahsi 354
72 Bayan Smith 358
73 Yargılamayacaksın 361
74 Oxford Diploması 364
75 Yazı Tura 367
76 Bay Mürekkep Lekesi 373
77 Mutluluk 382
78 Tören 388
79 Tencere ve Çaydanlık 391
80 Teninin Kendine Has Yumuşaklığı 397
81 Gezinti 402
82 Âşık Oscar 404
83 Öksüzler 415
84 Noel’den Önceki Haftalar 420
85 Bir Dua 428
86 Noel Günü 432
87 Minnettarlık 440
88 Bir Meselin Verdiği Ders 447
89 İblis’ten 454
90 Barışma 457
91 Otorite Sahibi Bir Adam 463
92 Rab Çobanımdır 469
93 Mâni 472
94 Bay Smith 474
95 Wardley-Fish’in Gelişi (1) 479
96 Wardley-Fish’in Gelişi (2) 484
97 Afyon Ruhu 487
98 Kâşif 489
99 Kara Adamlardan Eski Bir Arkadaş 492
100 Cam Keser 493
101 Oscar Bellingen Heads’te 497
102 Hıristiyan Bir Adam 505
103 Öldürmedim mi? 507
104 Mecdelli Meryem 512
105 Miriam 514
106 Bir Katedral Nefi 517
107 Anglikan Kilisesi’nin Boat Limanı’na Gelişi 520
108 Oscar ve Miriam 524
109 İç Etekliğinde Bir Çek 527
110 Deve Dikenleri Üzerine Şarkılar 533
111 Oscar İçin Bir Şarkı 534
I Kilise
Bir piskopos gelmişse annem ona çay ikram ederdi. Onu, sandığınız gibi büyük oval masanın başına değil, sırtı Bellinger Nehri’ne dönük, büyük büyükbabam Muhterem Peder Oscar Hopkins’in (1841-1866) cam çerçeveli kutsal dagerreyotipinin1 asılı durduğu duvara bakacak şekilde, masanın uzun kenarının ortasına oturturdu. Bunlar çoğunlukla Grafton’ın piskoposlarıydılar. Bir seferinde bir Wollongong piskoposu civardan geçmişti. Ayrıca katedral rahibi ve gelip geçen başka rahipler de vardı. Bazen miyop olurlardı ya da dikkat etmezlerdi, o zaman dagerreyotipinin masanın üstünden onlara uzatılması gerekirdi. Annem çay fincanını alırken parmağını kıvırırdı. Piskoposlara büyük büyükbabamın rahip yakasının bir isyan hareketi olduğunu söylemezdi. Onlar Viktorya döneminden bir din adamına bakarlardı. Baston yutmuş gibi bir sırt, sımsıkı kapalı dudaklar, kısılmış burun delikleri ve uzun, gergin bir boyun görürlerdi. Emin olun, bunun Oscar Hopkins’in nefesini tutmuş olmasından kaynaklandığını asla tahmin edemezlerdi. Çünkü normalde ayak bileğini kaşımadan ya da bacak bacak üstüne atmadan saniyenin onda birini geçiremeyen –amma da kurtluydu ha!– Oscar Hopkins, o sırada iki dakika boyunca kımıldamadan durmaya çalışmıştı. Bunu bilirdim ama söylemezdim. Ellerim kalçalarımın altında kenetlenmiş, gergin bir hâlde otururdum. Piskopos çok geçmeden kocaman burunlarımızı ve diğer birçok çelişkili kanıtı görmezden gelerek bu öncü din adamıyla aramızdaki benzerlikler üstüne yorum yapardı. Hepimiz dizilmiş olurduk: Annem, ağabeyim, ben, ablam. Kızıl saçlarımız ve kıvrılmış lastik bantlar misali uzun ince boyunlarımız vardı. Annem fotoğraftaki kişiye benzediğini düşünmekten memnundu. Ben ise babama benzemeyi tercih ederdim. Babam bize hiç benzemiyordu. Kısa boylu, ablak suratlı, daracık göğüslüydü. Gözleri aynı hizada değildi, dişleri de çarpıktı.
Güler ve osururdu. Usta bir spin bovlingciydi.2 Tek eliyle sigara sarabilirdi. Sözün özü bizim gibi değildi ve annem, misafir piskoposa Oscar’ın küçük St John Kilisesi’ni Bellingen’a nasıl taşıdığının hikâyesini anlatırken, babam enli tırnağıyla bir kibrit soyarak pencerelerden dışarıya, evliliğinin cisimleştiği o görkemli abideye, Bellinger Nehri’nin yukarısına tünemiş –çatısı o zamanlar, 1930’larda parlak kırmızıya boyanmıştı– Prens Rupert Cam Fabrikası’na bakardı. Annem, kilisenin öyküsünü beni utandıran bir şekilde anlatırdı hep. Tarzı çok abartılıydı. Ters bir şeyler vardı. Bunu hepimiz biliyorduk herhalde ama bundan hiç bahsetmezdik. Adını da koyamazdım zaten. Annem kilisede de öyleydi: Sanctus’a3 gösterdiği saygı (Kutsal, Kutsal, Kutsal Tanrı, Kutsanmış Ekmeğin Yüce Tanrı’sıdır) yüksekten ve gösterişliydi. Babam pek çok şey hakkında şaka yapardı, ama bu konuda asla yapmazdı. Babam o kiliseyi kıskanırdı ya, yapıyı şimdi görseniz nesini kıskandığını anlamakta güçlük çekersiniz. Gleniffer’daki Sweet Water Deresi’nin yanında, sele yatkın bir toprak parçası üstünde duruyor. Oluklu sac çatısı olan, dört yanı ahşap panel kaplı, ufacık bir bina. Elli yıl boyunca kahverenginin çeşitli tonlarındaydı. Ama sonra, 1970’te, cırtlak bir misket limonu yeşiline boyandı. Şimdi ise tebeşirimsi bir renge döndü ve üstünü liken bürümüş bir şey olarak o cömert vadide oturmakta. Nehrin istikametini belirleyen uzun Avustralya çam sırasının altına sıkışmış. Yukarıda, bu nehir hattının arkasında, dağlar aniden dokuz yüz metreye yükseliyor. Vadinin bu arka duvarı o kadar dik ki oraya çıkan yol yok. Gerçi II. Dünya Savaşı sırasında kadınları ve çocukları Japonlardan saklamayı planladıkları bir kalay madeni olduğunu söylüyorlar. Ben o zamanlar buralarda değildim, ama bana pek mümkün görünmüyor. Yerel tarihe güvenmemeyi uzun zaman önce öğrendim. Söz gelimi Tarih Kurumu’nda size, Darkwood’a ağaçların koyu renk yapraklarından ötürü bu adın verildiğini söyleyeceklerdir. Ama siz, çok yakın bir tarihe kadar, insanların buraya Darkies’ Point dediklerini duymuşsunuzdur. Ondan önce de Horace Clarke’ın büyükbabasının ahbaplarıyla oraya çıkıp kadın, erkek, çocuk demeden bütün bir Aborjin kabilesini uçurumdan aşağı ittiğini… Bütün eski aileler bu bölgenin denetiminin kimde olduğunu tartışırken bunu hatırlasa iyi olur. Bunlar şimdi St. John’ın sökülüp, alçak dorse bir tırla taşınmasını isteyen insanlar. Bellingen’a taşınıp orada Pazar okulu olarak kullanılmasını istiyorlar. Bu özellikle babamın hoşuna giderdi. Dediğim gibi onu kıskanıyordu. Annemin kiliseyi sahiplenici tavrından hoşlanmazdı. Kilise Bellingen’da olsaydı daha başka olurdu belki de. Ama Gleniffer on altı kilometre uzakta. O zaman da annem Bellingen’daki ayine katılamazdı. Gleniffer’a arabayla gitmek zorunda kalırlardı. Savaş sırasında benzin karnelerini sadece kiliseye gitmek için kullandılar. Hepimiz orada vaftiz olduk, kiliseye kabul edildik. Ben orada evlendim. Babam öldüğünde naaşı, cenaze töreni için Gleniffer’a kadar on altı kilometre yol gitti ve kentte gömülmek için on altı kilometrelik yolu geri gedi. Babam sarhoş olmazdı. Ama bir keresinde, iki biradan sonra, annemin St John’ın çevresinde, bölgesini işeyerek işaretleyen köpekler gibi dört döndüğünü söylemişti bana.
2 Advent Çelengi
Babamın kullanabileceği bir el feneri yoktu, çünkü bir gece önce onu dışarıdaki tuvalete düşürmüştüm. Bulanık ve büyüleyici bir idrar ve dışkı denizinde batarken yaymaya devam ettiği ışık huzmesinden gözlerimi ayıramamıştım. Babam daha önceki sefer olduğu gibi çıkıp feneri almamıştı. Bu yüzden ertesi gece fırtınada elektrik kesilince, babam sigorta kutusuna bakmaya gittiğinde feneri yanında değildi.
Dört yanımıza yıldırımlar düşüyordu. Telefon, her düşen yıldırımda kesik kesik ve acıklı biçimde ötüyordu. Sigortalarımızın enerji sistemindeki bir geri tepme yüzünden attığını sandık. Babam elinde mumla verandaya çıktı. Mum söndü. Eve döndüğünde sigorta yanında yoktu. Mutfak masasında sessizce oturuyorduk. Babam dedi ki: “Sigorta teli nerede?” On yaşındaydım. Annemin yanında oturuyordum. Ablam on altı yaşındaydı; benim yanımda oturuyordu. Ağabeyim on dört yaşındaydı; ablamın yanında oturuyordu. “Ben onu kullandım,” dedi annem. Annemin uzun boylu olduğunu söylerlerdi. Ama değildi. Bir altmış yediydi ama çelikten bir iradesi ve şüpheci bir yapısı vardı. Bu, cam fabrikasının işvereni olarak otoritesiyle birleşince olduğundan uzun görünüyordu. Tüten mumun kokusunu alabiliyordum. Mumu tutuyor olsa da babamın kokuyu alamadığının farkındaydım. Hiç koku almazdı. “Nasıl kullandın?” Babamı göremiyordum. Bir sonraki şimşek çakışını bekledim. “Nasıl?” Babamın boğuk bir sesi vardı. Bir şekilde koku kaybıyla ilişkisi vardı bunun. Her sabah genzine tuzlu su sıkardı. Sık sık sorardı: “Kokuyor mu?” Kastettiği şey burnuydu. “Advent çelengi,” dedi annem, “yapmak için kullandım.” Hiç de özür diliyormuş gibi bir ses tonu yoktu. Mutfak şimşekle aydınlandı. Annem başını, aile mitolojisinde onu deveye benzettiği söylenen o mağrur tavırla yana eğmişti. Sinirlerim çok gerilmişti. O Advent çelengini yapmasında anneme yardım eden kişi bendim. Çoban püskülü ya da sarmaşık bulamayınca kâfur ağacının yemyeşil ve parlak yapraklarını kullanmıştım. Annemin sadece sigorta telini değil, ağabeyimin tavşan kafeslerinin tel örgüsünü de aldığını biliyordum. Tavşanlar o esnada çamaşır dolabının içindeki ayakkabı kutularındaydı. Annem çiş yapabileceklerini düşünmemişti. Aklına gelmemişti işte. Babam mumu yaktı. Masaya yanaşmadı. Tekrar kapıya da gitmedi. Odanın ortasında duruyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıOscar ve Lucinda
- Sayfa Sayısı540
- YazarPeter Carey
- ISBN9786057496119
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Meraklılar ~ Richard Bach
Meraklılar
Richard Bach
MARTI VE HİPNOZCU’NUN YAZARINDAN TÜRKÇEDE DAHA ÖNCE YAYINLANMAMIŞ BİR BAŞYAPIT OZ KRALLIĞI’NI çocukken gezdim, on dört kitabın hepsini okudum. Karakterlere ve maceraların geçtiği efsunlu...
- Bataklık ~ Cuniçiro Tanizaki
Bataklık
Cuniçiro Tanizaki
“Merak ediyordum, acaba bu adamın kalbinde tutku denen bir şey var mıydı? Diğer insanlar gibi bu adam da hiç ağlamış, öfkelenmiş ve şaşırmış mıydı?...
- Bana Dokunma – Novellalar 2 ~ Tahereh Mafi
Bana Dokunma – Novellalar 2
Tahereh Mafi
BENİ GÖR 5.5. Bana Dokunma serisinin beşinci kitabı Beni Kışkırtma öylesine şaşırtıcı sorularla bitti ki, Kenji Kishimoto’nun baş rolde olduğu bu muhteşem yan hikâyedeki...