Savaş günlerinde Yüzbaşı Ryder’ın bölüğü Brideshead adıyla bilinen büyük ve eski bir malikânede görevlendirilir. Ryder, buraya daha önce gelmiştir; burası onun gençliğinin, hayallerinin ve hislerinin şekillenmesinde başrolü oynamıştır. Charles Ryder Oxford’da bir öğrenciyken Sebastian Flyte’la tanışır ve kısa süre içinde onun, daha sonra kırsaldaki görkemli evleri Brideshead’in ve ailesinin cazibesine kapılır. İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinden, kaybolmakta olan zarif bir çağa ve anlatıcının gençliğine geri dönüşlerle anlatılan hikâyede, Katolik bir aristokrat ailenin giderek solan ayrıcalıklı dünyası anlatılıyor.
Time ve Modern Library’nin en iyi yüz roman listelerinde yer alan, İngiliz edebiyatının en önemli eserlerinden olan Brideshead’e Son Gidiş, yayımlanışının 75. yılında yeniden Türkçe’de.
ÖNSÖZ
Nice küçük eklemeler ve nice büyük kesintilerle yeniden yayımlanan bu roman, bir zamanlar çağdaşlarımdan gördüğüm saygınlıktan bana çok şey yitirtti ve hayranların mektuplarıyla basın fotoğrafçılarının bilmediğim dünyasına taşıdı. Romanın özü –farklı ama sıkıca bağlantılı bir avuç insan üzerinde kutsal gücün işlenişi– biraz sınırsızca geniş tutulmuş olabilir ama bunu kusur saymıyorum. Canımı sıkan romanın biçimidir; en göze batan aksaklıklar yazıldığı koşullar yüzündendir. 1943 yılının aralık ayıydı, paraşütle atlarken hafifçe yaralanma mutluluğuna eriştim, böylece askerlikten bir süre uzak kaldım. Bu süre, anlayışlı bir komutan tarafından uzatıldı, 1944 haziranına dek boştaydım, kitap da o zaman bitti. Bana tümden yabancı gelen bir coşkuyla ve savaşa dönme sabırsızlığıyla yazdım. Yaşanan yoksulluk ve dehşet beklentisiyle kasvetli günlerdi –soya fasulyesi ve sınırlı söyleşi günleriydi– bu yüzden de kitap, yiyip içmeyle, yakın geçmişin görkemiyle, süslü püslü, ağdalı bir dille yüklüdür, oysa şimdi tok karnına zevksiz buluyorum. İri bölümleri hafiflettim ama çıkarmadım çünkü bunlar kitabın can alıcı yerleridir. Julia’nın insanoğlunun günahı konusunda ve Lord Marchmain’in ölüm döşeğinde yaptığı konuşmalardan yana kararsızdım. Bu bölümler kesinlikle ağızdan çıkanları aktarmak için yazılmamıştır. Bunlar değişik bir yazın biçimine aittir, sözgelişi Charles’la babası arasında geçen ilk sahneler gibi. Ve bunları şimdi, gerçeği yansıtmaya kalkışan bir romana da katmazdım. Oysa bunları ilk biçimine yakın korudum, Burgundy (birçok basımda yanlış yazılmıştır) şarabı ve ay ışığı gibi onlar da romanın havasının bir parçasıdır; bir de pek çok okur bunları sevdiği için bıraktım, gerçi bu çok önemli bir neden sayılmaz. 1944 baharında, bugünkü İngiliz ailelerinin inancını kestirmek olanaksızdı. O günlerde, başlıca ulusal sanat başarımız olan ata evlerimiz, on altıncı yüzyıl manastırları gibi çürüyüp yıkılacak sanılırdı. Ben de coşkun bir içtenlikle bu konuya sarıldım. Bugün Brideshead gezginlere açılır, hazineleri uzman ellerce düzenlenir, eşyaları Lord Marchmain’in günlerinde olduğundan da büyük özenle korunurdu. İngiliz soyluluğuysa özünü o günlerde umulmayacak bir düzeyde korumuştur. Hooper’ın ilerleyişi çok yerde engellenmiştir. Bu kitabın büyük bölümü boş tabuta övgüdür. Ama bütünü bozulmadan da güncelleştirilemez. Kitap, benden genç okur kuşağına yüzeyde konu edindiği 1920lerin ve 1930ların değil de İkinci Dünya Savaşı’nın anısını yaşatmak için sunulmuştur.
E.W.
Combe Florey 1959
GİRİŞ
Yamacın tepesinde, ‘C’ Bölüğü hattına vardığımda durdum, ardıma, karargâha baktım; sabahın erken saatinde, aşağıda, boz rengi siste belirmeye başlamıştı. O gün ayrılıyorduk buradan. Üç ay önce, ilk geldiğimizde burası karla kaplıydı; oysa şimdi baharın ilk yaprakları açılmaya başlamıştı. O zaman düşünmüştüm de önümüzde ne türlü acılar serili olsa da bundan daha acı ve sertini düşleyemezdim, şimdi bakıyorum, o günlerden bana bir tek mutlu anı kalmamış. Burada orduyla aramdaki sevgi öldü. Burada tramvay yolu biterdi, Glasgow’dan yorgun argın dönen askerler de yolculuğun bitimiyle uyanıncaya dek oturdukları yerde uyuklarlardı. Tramvay durağından karargâhın girişine kadar olan yol oldukça uzundu, diyelim üç-dört yüz metre, bu arada nöbetçi kulübesine varmadan gömleklerini düğmeler, keplerini düzeltirlerdi; bu yol boyunca beton, yerini ağır ağır yol kenarındaki otlara bırakırdı. Burası kentin ucuydu; birörnek evlerin ve sinemaların tekdüzeliği biter, iç bölge başlardı. Karargâhın bulunduğu yer, yakın zamanlara dek otlak ve ekim yeriymiş; çiftlik evi hâlâ yamacın eteğinde duruyordu, orayı taburun yazmanlık yeri olarak kullanıyorduk; bir zamanlar yemiş bahçesinin duvarı olan kalıntının bir bölümünü sarmaşıklar sarmıştı, meyve bahçesinden kala kala çamaşırhanenin arkasında yarım dönümlük yıkık dökük bir ağaçlık kalmıştı. Barış bir yıl daha sürseydi ne çiftlik evi ne duvar ne de elma ağaçları kalırdı. Çıplak, kil yamaçlara bir kilometreye yakın beton bir yol yerleşmişti, açık hendeklerin iki yanında, belediye müteahhitlerinin başlattığı su boşaltma yollarının izi görülüyordu. Barış bir yıl daha sürseydi buralar, kent dışı çevrenin bir parçasına dönüşecekti. Oysa şimdi, kışı geçirdiğimiz kulübeler, kendi yıkım sıralarını bekliyorlar. Yolun berisinde, nice acı şakalara konu olan, kucak açan ağaçlarla kışın bile yarı gizli akıl hastanesi uzanırdı; dökme demir parmaklıkları ve soylu kapılarının yanında bizim kaba saba tel örgülerimizi utanç bürürdü. Havanın yumuşak olduğu günlerde delileri, düzenli taş döşeli yollarda, hoş, bakımlı çimenlerde dolaşıp gezinirken gözlerdik; eşitsiz savaşımdan elini eteğini çekmiş bu mutlu işbirlikçiler, tüm kaygılarını çözümlemiş, tüm görevlerini tamamlamış, yüzyıllık gelişimin kesin vârisleri olarak dilediklerince bu güzelim mirasın keyfini sürüyorlardı. Yanlarından geçerken askerler parmaklıklar arasından seslenirlerdi onlara: “Bir yatak da bana ısıt dostum, az sonra gelirim oraya.” Oysa aramıza yeni katılmış olan birlik komutanım Hooper onlara bu yaşamı çok görür “Hitler olsa bunları gaz odasına tıkardı,” derdi. “Ondan öğreneceğimiz çok şey var.” Kış ortasında burada talim yaparken bir bölük güçlü ve umut dolu asker getirmiştim. Kırsal alandan bu kıyı alanına geçtiğimizde, artık Orta Doğu’ya gönderileceğimiz yolunda bir söylenti yayılmış aralarında. Günler geçip gider, biz de karları küreyip, bir talim alanı düzletmeye çalışırken gözlerindeki düş kırıklığının kabullenmeye, boyun eğmeye dönüşmesini izliyordum. Balık lokantalarının kokusuna burun büküyor, fabrika düdükleri ve dans salonlarının müziği gibi barış döneminin tanıdık seslerine kulak kabartıyorlardı. İzin günlerinde, sokak köşelerine çökerler, bir subay yanaştı mı büzülüp kaçınırlar, selam dururlarsa yanlarındaki yeni sevgililerine karşı küçük düşeceklerinden korkarlardı. Bölük merkezinde, küçük suçlar gözden geçirilir, izin talepleri incelenirdi; daha alacakaranlık açılmadan, kaçamak yapanların sızlanması, yakınanların boş bakışlarıyla gün ağarmaya yönelirdi. Oysa benim onları yüreklendirmem gerekirdi, ne olursa olsun –ama ben kendime yardım edemezken onlara nasıl edebilirdim? Komutuna girdiğimiz albay terfi edip, aramızdan çıkıp gitmiş, yerini başka bir alaydan bize atanmış daha genç, daha az sevimli biri almıştı. Savaş çıktığında birlikte eğitim görmüş bir avuç gönüllüden artık pek azı kalmıştı aramızda; çoğu şu ya da bu nedenle gitmişti –kimi sakatlanmış, kimi terfi edip başka taburlara gönderilmiş, kimi gönüllü olarak özel hizmet istemiş, biri talimde vurulup ölmüş, biri savaş divanında yargılanmıştı– yerlerini muvazzaf askerler almıştı; bugünlerde bekleme odasında sürekli radyo çalıyordu, yemekten önce çok bira içiliyordu, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Burada otuz dokuz yaşında yaşlanmaya başladım. Akşam oldu mu kaskatı kesiliyor, yorgun, bezgin oluyor, karargâhtan çıkmak istemiyordum. Bazı koltuklara, gazetelere sahip çıkmaya başlamıştım; istemeye istemeye yemekten önce üç kadeh cin içiyordum, ne daha az ne de daha çok, akşam dokuz haberlerinden hemen sonra da yatıyordum. Sabah kalkma vaktinden bir saat önce hep uyanık ve huzursuz olurdum. Burada benim son aşkım ölmüştü. Bu ölümde kayda değer hiçbir şey yoktu. Bir gün, karargâhtaki bu son güne birkaç gün kala kalk borusundan önce uyanmış, bu Nissen kulübesinde bomboş karanlığa gözlerimi dikmiş, yanımdaki dört kişinin derin soluklarını ve mırıltılarını dinlerken aklımdan o gün neler yapmam gerektiğini geçiriyordum –silâh talim kursu için iki çavuşun adını yazmış mıydım? O gün izinden dönecek olan askerlerin gene çoğu gecikecek miydi? Hooper’a güvenilebilir miydi, harita sınıfıyla baş edebilir miydi?– o kapkaranlık bir saat içinde birden büyük bir şaşkınlıkla fark ettim ki içimde çoktandır kötü, hasta, sinmiş yatan bir şey sessizce ölüp gitmişti, tıpkı dört yıllık evlilikten sonra bir zamanlar sevdiği eşine artık ne istek ne sevecenlik ne saygı duyamadığını fark eden bir koca gibi, artık o eşle birlikte olmakta ne keyif ne zevk kaldığını, onu mutlu etmenin anlam taşımadığını, onun diyeceği, yapacağı ya da düşüneceği bir şeyi hiç merak etmediğini, aralarını düzeltmenin bir umut olamadığını, bu acı sonuç için kendine bile kızamadığını anlayan bir eş gibi fark etmiştim. Hepsini biliyordum, evliliğin düş kırıklığı nedir, bunun bulanık çizgisini biliyordum; bu bulanık yoldan birlikte geçmiştik, Ordu ve ben birlikte geçmiştik, ilk sevgimizden bugüne, yasa, görev ve törelerin soluk, buz gibi bağlarından başka elimizde hiçbir şeyin kalmadığı bugüne dek geçmiştik birlikte. Bizim olan bu acı oyunda her sahneyi tek tek oynamış, bitirmiştim, ilk çekişmeler artık bezdirmiş, gözyaşları etkisini yitirmiş, barışmanın tadı kaçmış, artık soğuk bir uzaklaşma, yabancı bir eleştirme ve suçun bende değil sevgilide olduğu inancı artarak yerleşmişti. Artık onun sesindeki sahte tonları ayıklamış, anlayışla dinlemeyi sürdürebiliyordum; artık o sevgilinin gözündeki boş, yakınan, anlayışsız bakışları tanıyordum, artık dudaklarının yanındaki bencil, sert çizgileri iyi görüyordum. Onu tanıyordum, birlikte yaşanan bir kadın, her gün, her gece, üç buçuk yıl nasıl tanınırsa öylesine tanıyordum; onun pasaklılığını, onun sevecen görünümünün tekdüze ve kurgulu yapısını biliyordum, onun çekiciliğini, kıskançlığını, kendine yönelik içtenliğini ve her yalan söyleyişinde parmaklarını nasıl da hırsla evirip çevirdiğini biliyordum. Beni kıstıran çekiciliğinden arınmıştı artık ve artık ben onu, bir anlık çılgınlık içinde kendime kaçamamacasına bağladığım, sevgisiz bir yabancı olarak görebiliyordum. Bu yüzden, yola çıkacağımız bu sabah, varacağımız yer de beni hiç ilgilendirmiyordu. Görevimi sürdürecektim ama bu göreve baş eğmekten başka bir katkım olamayacaktı. Aldığımız komuta göre saat 9.15’te yakınımızda bir yan hattan trene binecek, günlük kumanyamızdan arta kalanını yanımıza alacaktık; gerisi beni ilgilendirmiyordu. Bölüğün ikinci komutanı, küçük bir ön ekiple yola çıkmıştı. Bölüğün eşyaları bir gün önceden toplanmıştı. Hooper safları denetlemek için komut almıştı. Bölük saat 7.30’da yoklama için hazırdı, çantalar barakaların önünde diziliydi. 1940 yılında coşkun bir sabah yanılıp da Calais’nin savunması için yola çıkacağımızı sandığımızdan beri bu tür nice gösteriye katılmıştık. O günden bu yana, yılda üç-dört kez yerimiz değişmişti; bu kez de yeni komutanımız görülmemiş bir “güvenlik” gösterisine girişmiş, hatta kimliğimizi belirten her türlü iz ve belgeden arınmamız için bile bizi nice sıkıntıya sokmuştu. Bunun da “etkin hizmette, değeri büyük bir eğitim” olduğunu söylemişti. “Bölüğü izleyen kadınları gittiğimiz yerde bulursam buradan bilgi sızdığını anlamış olurum.” Aş ocaklarından çıkan duman, sisin içinde eriyip yitiyor, karargâh, rastgele bir kestirme yollar ağı gibi bitmemiş yerleşme alanının üstüne kondurulmuş, sanki sonradan arkeologlar tarafından kazınıp eşinmişçesine beliriyordu. “Pollock kazıları, yirminci yüzyılın köle-yurttaş toplumlarıyla onu izleyen kabile anarşisi arasında çok değerli bir bağlantı sağlamaktadır. İşte burada, geniş ve gelişmiş bir sulama ve boşaltma yöntemi ve kalıcı büyük yollar yapma yeteneğine erişmiş, ileri kültüre sahip bir halka, en aşağı katmandan bir ırkın başat oluşunu görüyorsunuz.” İşte, geleceğin bilginleri böyle yazardı diye düşündüm, sonra dönüp bölüğün başçavuşunu selamladım. “Bay Hooper buralarda mı?” “Bu sabah hiç görmedim Yüzbaşım.” Sökülmüş, toparlanmış bölük merkezine gittiğimizde pencerelerden birinin camının yeni kırılmış olduğunu gördüm. Kışlanın hasar defteri çoktan kapanmıştı. Başçavuş “Gece rüzgâr çıktı da Yüzbaşım,” dedi. (Böylece hasar hep bir nedene bağlanabilirdi ya da “Talim gösterileri, Yüzbaşım,” denirdi.) Hooper çıkageldi; solgun benizli bir gençti, saçını ayırmadan arkaya tarardı, yalın bir orta bölge ağzıyla konuşurdu; iki aydır bölükteydi. Bölüktekiler Hooper’dan hoşlanmazdı çünkü Hooper hem işinden pek anlamazdı hem de adamlara rahat sırasında tek tek “George” diye hitap ederdi, oysa, ben neredeyse sevecenlik denebilecek duygular beslerdim ona karşı, birlikte yemek yediğimiz ilk akşam çıkan bir olay yüzünden. O sırada yeni albayımız geleli bir hafta ya olmuş ya olmamıştı, daha ne biçim bir adam olduğunu kavrayamamıştık. Giriş odasında herkese cin ısmarlıyordu, keyfi yerindeydi, işte o sırada gözü ilk kez Hooper’a takıldı. Bana döndü, “Bu genç subay seninkilerden biri değil mi, Ryder? Saçını biraz kestirse iyi olur,” dedi. “Öyle,” dedim. Doğruydu. “Gereğine bakarım.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBrideshead’e Son Gidiş
- Sayfa Sayısı
- YazarEvelyn Waugh
- ISBN9786057496113
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Castellio Calvin’e Karşı ~ Stefan Zweig
Castellio Calvin’e Karşı
Stefan Zweig
Stefan Zweig, yüzyıllarca “unutulmuş bir adam” olarak kalan Castellio’nun şahsında hoşgörüye karşı hoşgörüsüzlük, özgürlüğe karşı vesayet, hümanizme karşı bağnazlık, bireyciliğe karşı mekanikleşme, vicdana karşı...
- Hesaplaşma ~ John Grisham
Hesaplaşma
John Grisham
“Nedeni son ana kadar tahmin edilemeyen bir cinayet…” Metodist kilisesine bağlı olan Pete Banning, serin bir ekim sabahı yola çıktı, kasabadaki kiliseye girdi ve...
- Jane Eyre ~ Charlotte Bronte
Jane Eyre
Charlotte Bronte
On yaşında öksüz kalan Jane Eyre, kendisini hiçbir zaman sevmeyen, ancak kocasının vasiyeti üzerine bakımını üstlenen yengesiyle zor bir yaşam sürmektedir. Gönderildiği katı kuralları olan yatılı okulda (aslında Charlotte Brontë'nin bir yılını geçirdiği Lancashire'daki okuldur) kötü günler geçirir. Ancak Jane Eyre, Charlotte Brontë kadar şanslı değildir; okulda on yıl kalır ve öğretmen olarak mezun olur. Edward Rochester'ın malikânesinde mürebbiye olarak iş bulur. Evin gizemli efendisi Rochester'e âşık olur; ancak onu hayal bile edemeyeceği zorluklar ve acılar beklemektedir.