Kitabın hem baş karakteri hem anlatıcısı hem de yazarı olan Frederick Exley kimdir? Alkolik bir akıl hastası mı? Hiçbir işte dikiş tutturamayan bir serseri mi? Futbol maçlarından başka hiçbir şeyin yüreğini titretemediği bir ruhsuz mu? Sistemin çiğneyip tükürdüğü bir zavallı mı? Aylarca bir kanepede uzanıp, yattığı yerden dünyayı fetheden uyurgezer bir hayalperest Amerika’sının o pek başarılı ve zengin iş adamlarının buğulu gölgesi mi?
Bir Taraftarın Notları yazarının deyimiyle “kurgusal bir hayat öyküsü.” Çocukluğundan beri babasının gölgesinde kalmış, şöhret hayalleri kuran ancak hayatı alkoliklik, başarısızlık, akıl hastanesi ekseninde ilerleyen bir adamın öyküsü. Roman, yazarının kendi yaşamını bir metafor olarak kullanarak günümüz kültürünü de derinden etkileyen şöhret tapıcılığı, bağımlılık, narsisizm ve maskulenlik, başarı kültü ve başarısızlık gibi kavramların tahliline eğlenceli bir üslupla girişiyor. Romanın merkezinde ise Amerikan Rüyası ölçütlerine yetişemeyen bir bireyin hikâyesi var. Bu açıdan Muhteşem Gatsby ile kıyaslanan romanda, yazar kendini bir kahraman olarak sunmaya çabalamıyor ve kendisini olduğu gibi sergiliyor: Bütün hayatı boyunca büyüklük ve şöhret hayalleri kursa da oyunun bir katılımcısı olmak yerine bir izleyicisi olmaktan korkan, bir taraftar olmaya mahkûm olduğunu bilen bir adam.
Bu uzun bir başarısızlığın korkunç ve eğlenceli bir dökümü ama bu kitapla birlikte başarıya dönüşen bir başarısızlığın.
Bir Taraftarın Notları harikulade bir beceri ve sezgiyle yazılmış.
Okura Not
Her ne kadar bu kitaptaki olaylar o uzun hastalıkla, yani hayatımla benzerlikler gösterse de birçok karakter ve durum tamamen hayal gücümün ürünüdür. Böylesi durumlarda gerçek insanlara ya da olaylara olan benzerliklerinin tamamen rastlantı olduğunu belirtiyor ve elbette bunlarla ilgili hiçbir şekilde sorumluluk kabul etmiyorum. Örneğin “Patience” adıyla anılan ve kitapta “karım” olarak tasvir edilen karakter tamamen kurgudur ve yaşayan ya da ölmüş hiç kimseyle herhangi bir bağlantısı bulunmamaktadır. Bu karakterleri yaratırken çoğunlukla düş gücümden yararlandım ve geçmiş hayatımın örüntüsünü çok az göz önünde bulundurdum. Bu açıdan ve bu nedenle bir kurgu yazarı olarak değerlendirilmeyi rica ediyorum.
Eğer kalbinin en gizli yerleri açılıp görülebilseydi, orada,
o ebedi şöhret hayali keşfedilirdi; her ne kadar hayal olsa da
bin gerçeklikten daha güçlüydü.
NATHANIEL HAWTHORNE, Fanshawe
Tüm Galler böyledir. Bir arkadaşım var, uzun ve basılması tamamen uygunsuz dizeler yazıyor, şöyle başlayan dizeler: “Nesin sen Galler, yaşlı, yorgun bir kaltaktan başka?” veya
“Galler benim ülkem, Galler benim dişi domuzum.”
DYLAN THOMAS’tan
PAMELA HANSFORD JOHNSON’a
1 / Pazarın Tedirgin Edici Işığı
Pazar günü, kasımın on biri, 196— yılında, doğup büyüdüğüm New York Watertown’daki New Parrot1 Restoran’da oturmuş televizyondan naklen yayınlanacak New York Giants-Dallas Cowboys maçını beklerken ilk anda kalp krizi sandığım bir şey yaşadım. Kalp krizi değildi. Bu -“nöbet” ya da her nasıl adlandırmak istiyorsanız o şey- her Giants maçından hemen önce içime çöken o şiddetli ve enfes tedirginlik duygusunun hiç yemek yemeden ve insanüstü miktarlarda içki tüketerek geçirilmiş bir hafta sonuyla birleşmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Her zamanki gibi başlayan içme eylemi, iki gün önce Scarsdale’den gelen ve karımın benden boşanıp, iki yaşındaki ikiz oğullarımın velayetini almak niyetinde olduğunu haber veren mektupla boyut değiştirmiş ve tükettiğim miktar birkaç katına çıkmıştı. Deneyimlediğim şeyin kalp krizi olmadığını söylemek pek de içimi rahatlatmıyor. Dayanılmaz derecede şiddetli bir ağrıydı, dakikalarca ölüm korkusuyla tir tir titredim. Kulağa saçma gelse de çoktan geride bıraktığımı sandığım bir korkuydu bu —tabancasını ağzına dayayıp kafatasını patlatan bir adamın kaygısız deliliğine benzer bir şekilde geride bırakmış olduğumu sanıyordum. Ölüm korkusunun üstümdeki hükmünü kaybetmemiş olması, bir açıdan bir başlangıç da sayılabilir tabii. Her hafta sonu seksen küsur kilometre yol yaparak Glacial Falls’tan Watertown’a geliyor, cuma gecesini ve cumartesi bütün günü durmaksızın viski içerek geçiriyor, pazar günleri biraz ağırdan alıyor ve The Parrot’ta gözlerim televizyon ekranına kitlenmiş vaziyette takımıma tezahürat yaparak birkaç şişe bira içiyordum. Tezahürat sözcüğü durumu betimlemek için fazla hafif kaçtı. Giants benim mutlululuğum, deliliğim, sakinleştiricim, entelektüel anlamda itici gücümdü. Huff’la bar sandalyelerinin arasında aşağı yukarı dolaşarak hünerlerimi sergiler, “boşluğa çakmaya” hazırlanırdım; Shofner’la iki savunma oyuncusunu “kramponlu ayakkabılarından edecek” gibi kandırır, sağ omzumun üstünden hayli yüksek, yüzer gibi attığım paslar eşliğinde ikide bir yön değiştirerek hızlı adımlarla sahanın öteki ucuna giderdim; Robustelli’yle bir anda savunma sahasına geçer, çaresiz, düztaban oyun kurucuları acımasız bir küçümsemeyle çimlerin üstüne fırlatıverirdim. Bütün bunları yaparken bir yandan da bir dakika bile susmadan oyunu son derece kitabi bir şekilde yorumlardım, diğer izleyicilerin gözlerinin önünde olup biteni doğru düzgün değerlendirmekten aciz olduklarını varsayan, kibir dolu yorumlar olurdu bunlar. Hareket etmeyi ya da konuşmayı bir an bile bırakmazdım. Birçok müşteriyi kaçırdığım kesindi. Kalanların çoğuysa maçı önceden izlemiş, yanlarında gözlerini bir deliden alamamalarına neden olan hastalıklı meraklarını da getirerek, her şeyi bir kez daha görmeye gelmiş olurlardı. Giants için neşeli, güzel öğleden sonralardı bunlar. Takım, Y.A. Tittle’ın Shofner, Webster, Gifford ve Walton’a attığı paslarla tarihinin en hünerli ve heyecan verici hücum oyununu sergiliyordu; hayranlıktan başım dönüyordu. Bu mutlu mesut birkaç saate rağmen hafta sonları son derece sıkıcı geçiyordu; o zamanları pekâlâ Glacial Falls’ta da geçirebilirdim, tabii içki paramı iş arkadaşlarımın rahatsız edici bir ciddiyetle “öğretmenlik okulu” olarak adlandırdıkları yerde kazanıyor olmasaydım. Öğretmenlerin Glacial Falls’ta içmesi yasak falan değildi aslında; mahalle barında kafa dağıtmaya da kimse ses çıkarmazdı. Fakat benim durumum biraz farklıydı. Müdür, Bay A., bana sözleşme teklif etmeden önce yarı özür diler, yarı tehditkâr bir tavırla çok içtiğimi anladığını söylemişti. Aslında ona “Dostum bunu gerçekten anladıysan onları da zehirleme ihtimalime karşı en iyisi beni çocuklarla baş başa bırakma,” demeliydim ama bu işe çok ihtiyacım vardı ve bu yüzden de kendimi son derece onur kırıcı bir şekilde adama Glacial Falls ve çevresinde “aşırı davranışlardan” kaçınacağım sözünü verirken buldum. Burası yaklaşık on bin kişilik nüfusa sahip, yılın yarısında kurşuni bir gökyüzünden durmaksızın yağan karların, yılın tamamında da büyük ve inatçı bir cehalet yükünün altında gömülü olan bir taşra kasabasıydı. “Çocuklar her şeyden önce gelir,” demişti Bay A. o gün bana. “Bunu çok iyi anlamalısınız. Çocukları ne pahasına olursa olsun korumalıyız.” Çok içten söylemişti bunları, ondan kuşku duymak için herhangi bir sebebim yoktu. Ona inanmak istemiştim. Benim için yeni bir sonbahar, yeni başlangıçlar zamanıydı; otuz iki yaşındaydım ama çocukların her şeyden önce gelmek şöyle dursun, hiçbir önem taşımadıklarını fark etmem için birkaç gün sınıfa girmem yeterli olmuştu. Müfredat, tıpkı daha önce yedek öğretmenlik yaptığım iki okulda olduğu gibi mısır lapası kadar yavandı ve fakülte için yapılabilecek en kibar tanımlama bütünüyle alıklardan oluşmadığı olabilirdi ancak. Birinci sınıf öğrencilerinden biri rahibelerin “Bistro”da yaşadıklarını sanıyor, bir ikinci sınıf öğrencisi Jül Sezar’daki karakterlerin “bir Makarnacılar güruhu için fazla burnu havada” olduklarını düşünüyor, bir üçüncü sınıf öğrencisi “sivil giyim”i “cinsel sapık”ların giydiği kıyafetler (şu birkaç sıra önümde oturan maymun gibi!) olarak tanımlıyor, bir son sınıf öğrencisiyse “Hamlet bildiğin ibnenin teki. Kılıcını anneciğine o iğrenç şeyleri yapan Claude’un karnının ortasına saplayacağına cak cak cak konuşup duruyor,” açıklamasını yapıyordu. Öğrencilerin insanın içine işleyen sersemliği yetmezmiş gibi bir de ondan farklı ve ona nazaran farklı ifadelerinden yalnızca birinin kullanılmasına izin verilmesi gerektiği, çünkü ilkinin Amerikan İngilizcesinde, ikincisininse İngiliz İngilizcesinde kullanıldığı gibi sözdizimsel mitlerle kafayı bozmuş bir bölüm başkanımız vardı. Daha önce yedek öğretmenlik yapmış olsam da bu benim ilk sözleşmeli işimdi ve ben onu ahmakça ve şevk dolu bir özgüvenle yapıyordum. Tam bu noktada gözlerimi yere dikerek “Yıllardır duyduğum bir şey bu,” dedim, “bu yüzden de gözden kaçırmamaya çok dikkat ediyorum ve gözlemlediğim kadarıyla İngiliz yazarlar daha çok ondan farklı ifadesini kullanıyorlar. Fowler2 gibi bir figür olmadan bu tartışmanın nasıl başladığına dair en ufak bir fikrim dahi yok ama tahminimce Dean Swift ayarında bir romancı, bir gün fena halde sarhoş olup yanlışlıkla ondan yerine nazaran yazdı ve iki yüz yıldır da Oxford ve Cambridge’deki akademisyenler başlarını kaşıyıp burunlarını karıştıra karıştıra bu konu üzerinde kafa patlatıyorlar. Ancak bu profesör münakaşasının bizimle hiçbir alakası yok. Kafayı çekip külüstür arabalarını oraya buraya çarpmak, birbirlerini seks kulüplerine üye yapmak ve ortalığı yıkmaktan kalan zamanlarında bu tatlı öğrenciler bizden onları yönlendirmemizi bekliyorlar,” -tam burada odanın arka tarafından gürültülü bir kahkaha yükseldi, gülen İngilizce ve Latince dersleri veren Darmouth mezunu bir adamdı- “ve bu yönlendirmeyi yapmak zorundayız. Zor ve biraz da yapay bir çizgi çekerek ‘Bundan böyle ondan farklı denecek, o kadar,’ diyemez miyiz? Tabii ki gelip önümüze Hemingway’in tek bir virgül bile kullanmadan arka arkaya on tane birleşik cümle patlatışını getireceklerdir, o zaman da onlara ‘Siz Hemingway değilsiniz ama,’ der geçeriz. Ben böyle yaparak yaratıcılığa balta vurulacağını falan düşünmüyorum. Bu çocuklardan herhangi biri bir gün yazacak olursa bunu bize rağmen yapacak ve en azından böylelikle hangi kuralları ihlal ettiğini biliyor olacak.” Bu can sıkıcı derecede uzun monolog eylül ayındaki ilk bölüm toplantısında gerçekleşti. Darmouthlu adamın kahkahasının bütün iş arkadaşlarımın duygularını yansıttığını düşünerek sözlerimi bitirdiğimde, kendimle son derece gurur duyarak diğer İngilizce hocalarının zümrelerine yeni katılan bu hazırcevap ve parlak zekâlı adama olan tepkilerini görmek için arkamı döndüm. Suratları beş karıştı, feci haldeydiler. Toplantıdan hemen sonra nedenini öğrendim. Yanıma gelen koca popolu, martini düşkünü, yüzsüz ve yapmacık bir cadalozdan sisteme yeni girmiş öğretmenlerin bölüm toplantılarındaki tartışmalara katılmadıkları, “konuşmaya zaman içinde başlandığı,” aksi halde bana daha uygun başka yerler aramamın iyi olacağı temalı bir nutuk dinledim. “Özür dilerim,” dedim. “Bu toplantıların bir amaca hizmet ettiğini sanmıştım.” Dönem ilerledikçe bu danışıklı suskunluk nedeniyle bölüm başkanının karşılıklı yapılması gereken tartışmaları tek başına yürütmek zorunda bırakıldığını fark ettim. Adamcağızın her iki yanımda oturan bu ahmaklardan daha cahil olmadığını bildiğimden ona acımaya başladım. Her toplantının başında İngilizce hocalarına A, B, C, D, E harfleriyle kodlanmış ve dille savaş halinde geçen otuz yılın getirdiği bilgeliği yansıtan maddelerle dolu teksir kâğıtları dağıtıyordu. Okuma becerimize güvenemediğinden -konuşma becerimiz bu konuda pek umut vermiyordu ona- bütün maddeleri yüksek sesle teker teker okuyordu. Son derece tutkulu ve abartılı bir A telaffuzuyla başlayıp oradan yürüyordu. Maddeler o kadar saçma sapandı ki, şu anda sadece birini hatırlıyorum, o da hâlâ ne anlama geldiği hakkında en ufak bir fikir bile yürütemediğim için: Ders planlarınızı değerlendirebileceğiniz en iyi yer masanızdır. Adama haksızlık etmek istemem, doğrusu bu teksir kâğıtlarını tartışmayı bir görev falan addettiği yoktu, hatta sık sık okumalarını yarıda kesip bize yeni keşiflerinden söz ederdi. Bir gün bir yerde apostasy3 sözcüğünü gördüğünü ama bir daha karşına çıkacağını düşünmediğinden anlamına bakma gereği duymadığını anlattı. İngilizce hocalarının bilmedikleri her sözcüğün anlamına bakmaya kalkarlarsa uyanık oldukları saatlerin yarısını miyop gözlerle, iki büklüm sözlüğe bakar halde geçirmek zorunda kalacaklarını ima ediyordu. Ardından gülümseyerek kurnazlığı karşısında şapka çıkardığımızı belirtir şekilde başımızı sallamamıza izin verdi. Yüzü sevinçle parlıyordu. Sonra bağışlanamaz bir şey yaptı. Çoğu lise son sınıf öğrencisinin bildiği bir sözcüğü daha önce hiç duymadığını itiraf etti; birden yöneticisi olduğu hocaları da kendi kıt dağarcığına göre gruplama gereği duydu. “Aranızda bu sözcüğün anlamını bilen var mı?” diyerek herkese meydan okudu. Ortama muazzam bir sessizlik çöktü. Herkes gözlerini yere indirmişti. Neden konuşma gereği duydum bilmiyorum. Bu, bir toplantıda son kez söz alışım olacaktı. Sözcüğün anlamını açıkladım; sanki böylesi nadir bir sözcüğü ancak bir ahmak ya da kafasından zoru olan biri bilebilirmiş gibi ruhsuz, kendini aşağılar şekilde konuşmaya çalışıyordum. “Apostasy,” dedim, “bir zamanlar cansiparane savunduğun prensipleri reddetmek demektir.” Ve aman Tanrım, sabırsız, öfkeli ve tumturaklı sesim uzun haftalardır bu toplantılarda nasıl bir ıstırap çektiğimi apaçık yansıtıyordu. Başta yapmacık grande dame4 olmak üzere bütün kafalar bana doğru çevrildi ve hepsi şaşkınlık ve nefret dolu gözlerle baktılar; yalnızca bir tartışmaya girdiğim için değil, aynı zamanda dünyanın Glacial Falls’tan ibaret olmadığı imasında bulunduğum için de tiksiniyorlardı benden. Sorunlar her ne kadar sinir bozucu olsa da büsbütün çözümsüz görünmüyordu; kendi işime bakarsam çevreme rağmen iyi bir iş çıkarabileceğimi umuyordum. Ama yanılıyordum. Bir gün Glacial Falls’un öğretmen el kitabında, ki bunun kendi çapında bir İncil olduğu söylenmişti bana, son derece yüksekten atan ve müphem (eğitimle ilgili her ders kitabında karşılaşıldığı gibi) bir maddeye denk geldim. Öğretmenlerden “kapasitesi elverdiğince” -ki bu kapasitenin rehberlik odasındaki IQ kayıtlarından öğrenilebileceğini tahmin etmiştim hemen- çaba gösteren her öğrenciyi C ile geçirmeleri isteniyordu. Sistemdeki deneyimli hocalardan birkaçıyla bu konuyu konuşmak istediysem de hiçbiri yanaşmadı buna —gönülsüzden ziyade yorgundular, sanki bu madde defalarca tartışılmış gibi çok ama çok yorgundular. Doğal olarak cevap bekleyen bazı sorular vardı. Hiç çaba harcamadan B almayı başaran üstün öğrencilerin durumu ne olacaktı? Bu durumda kuralı tersinden uygulayıp bu öğrenciye C mi vermem gerekiyordu ve bunu yaptığımı varsayarsak bu C yönetimin gözünde dersin ancak yüzde 40’ını, 30’unu, 20’sini kavrayabilmiş öğrencinin aldığı C ile eşit mi olacaktı?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBir Taraftarın Notları
- Sayfa Sayısı388
- YazarFrederick Exley
- ISBN9786057496102
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pasaklı Tanrıça ~ Sophie Kinsella
Pasaklı Tanrıça
Sophie Kinsella
Tahmin edilemez, unutulmaz ve son derece sevimli bir roman kahramanı olarak Samantha Sweeting, Pasaklı Tanrıça kodlu ilk macerasında tüm romantizmi ve komedisiyle sizlerle buluşmaya...
- Boyalı Kuş ~ Jerzy Kosinski
Boyalı Kuş
Jerzy Kosinski
“1939 yılının sonbaharı, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk haftaları. Binlerce benzeri gibi altı yaşındaki o küçük çocuk da, Orta Avrupa’nın büyük bir şehrinde yaşayan annesiyle...
- Gece Yolu ~ Kristin Hannah
Gece Yolu
Kristin Hannah
Hayat size bir dizi seçenek sunar. Beklemek… Geçmişe tutunmak… Unutmak… Affetmek… Siz hangi yolu seçerdiniz? On sekiz yıldır çocuklarının ihtiyaçlarını her şeyden üstün tutan...