Wildfell Konağı’nın yeni kiracısı Helen “Graham” küçük yaştaki oğluyla kasabaya taşındığında esrarengiz hayatı ve göz kamaştırıcı güzelliğiyle dikkatleri üzerine hemen çeker, özellikle de Gilbert Markham’ınkini. Resim yaparak geçimini sağlayan, geleneksel fikirlere karşı çıkan Helen, kısa sürede kırsal bölgenin gündelik yaşantısı içinde göze çarpacak, roman ilerledikçe gizemli geçmişi kademeli olarak aydınlanacaktır.
Brontë kız kardeşlerin en gencinin 1848 yılında yazdığı, dönemin romantik akımının dışında kalan, gerçekçi bir üslupla kaleme alınmış, yazarının hayatından da otobiyografik ögeler içeren Wildfell Konağı Kiracısı kadının toplumsal konumu konusuna cesur yaklaşımıyla şaşırtıcı ölçüde modern bir eder, içten anlatımı, yoğunluğu ve çok katmanlı hikayesiyle önemli bir klasik.
1
Şimdi benimle 1827 yılı sonbaharına dönmen gerek. Bildiğin üzere babam, …shire kentinde zengin bir çiftçiydi ve ben de onun ısrarıyla, izinden giderek aynı mesleği seçtim; bunu pek istememiştim çünkü hırslarım beni daha yüksek hedeflere teşvik ediyordu ve kibrimi hiçe sayan bir tonla diyordu ki, yeteneğini boşa harcıyorsun, kendini gösteremiyorsun. Annem çok büyük başarılar elde edebileceğime beni inandırmak için elinden geleni yapmıştı ama hırsın, mahvoluşa giden en kestirme yol olduğuna inanan babam gerek benim gerekse diğer ölümlülerin durumunun düzelmesi için yapılan hiçbir planı dinlemeyecekti. Hepsinin saçmalık olduğunu söyledi ve son nefesinde bana, bilindik iyi yoldan gitmemi, onun ve ondan önceki atalarının izini takip etmemi, en büyük hırsımın bu dünyada dürüstçe yaşamak olmasını, yolumu sağa sola saptırmamamı, babadan kalan arazileri, hiç değilse bulduğum kadar iyi bir durumda, çocuklarıma bırakmamı öğütledi. “Evet! Dürüst ve çalışkan bir çiftçi toplumumuzun en faydalı bireylerindendir, kendimi çiftliğimi ekip biçmeye ve tarımın iyileştirilmesine verirsem sadece yakınlarım ve bakmakla yükümlü olduklarım değil, bir dereceye kadar bütün bir insanlık da bundan fayda sağlayacak: Böylece boşa yaşamamış olacağım.” Ekim sonuna doğru soğuk, nemli, bulutlu bir akşam tarladan eve doğru ağır ağır yürürken kendimi bu düşüncelerle avutmaya çalışıyordum. Fakat salon penceresinden görülen ışıl ışıl, kıpkırmızı ateşin parıltısı, beni daha çok neşelendirme ve nankörleri paylama konusunda, aklıma sokmaya zorladığım tüm bilgece düşünceler ve iyi kararlardan çok daha etkiliydi çünkü o zamanlar gençtim, sadece yirmi dört yaşındaydım ve ruh halime şimdikinin yarısı kadar bile hükmedemiyordum, yetersizdim.
Lakin o mutluluk limanına, çamurlu çizmelerimi temiz ayakkabılarla, kaba saba paltomu temiz bir ceketle değiştirmeden ve insan içine çıkacak duruma gelmeden girilemez çünkü tüm nezaketiyle annem, bazı konularda diğerlerinden çok farklıydı. Odama çıkarken merdivende on dokuz yaşında, derli toplu, tıknaz, yuvarlak yüzlü, al yanaklı, bukleleri pırıl pırıl, kahverengi gözleri neşeyle ışıldayan hoş bir kızla karşılaştım. Onun kız kardeşim Rose olduğunu söylememe hacet yok. Biliyorum, hâlâ zarif bir kadın ve güzelliği, onun ilk farkına vardığınız o mutlu günkünden az kalır değil kuşkusuz. O zamanlar hiç tanımadığım, on yedi yaşındaki o görgüsüz delikanlıyla sonradan kız kardeşimden bile daha yakın arkadaş olacağımı, çok daha samimi olacağımı bilmiyordum, bu oğlana aşağı inerken onun tarafından geçitte yakalanmıştım, az kalsın düşecektim, kafasına bir darbe almıştı ama ciddi şekilde yaralanmamıştı, annemin kumral dediği kısa, kızılımsı bukleleri, kalın telli saçları onu korumuştu. Salona girince saygıdeğer hanımefendinin şöminenin başındaki koltukta oturduğunu gördük, yapacak işi olmadığında her zamanki gibi örgüsünü örüyordu. Şömineyi süpürmüş, biz geleceğiz diye ateşi harlamış, uşak çay tepsisini yeni getirmişti; Rose ise salonun alacakaranlığında abanoz gibi parlayan karameşe ağacından yapılmış büfenin dolabından şekerlikle çay kutusunu çıkarıyordu. Annem, hünerli parmaklarının ve pırıldayan şişlerin hareketini aksatmadan “Hah, işte geldiler!” dedi. “Kapıyı kapatın da Rose çayı hazırlarken ateşin başına gelin; acıkmışsınızdır, anlatın bakalım, bütün gün neler yaptınız, çocuklarımın nelerle uğraştığını merak ediyorum.” “Ben gri tayı terbiye ediyordum, hiç kolay değil, son kalan buğday anızını sürdürdüm, zira pullukçu çocuğun kendi başına yapacak aklı yoktu, aşağı çayırlığın güzelce kurutulması için bir plan yaptım.” “Yiğit oğlum benim! Fergus, sen neler yaptın?” “Porsuklara tuzak kurdum.” Böylece Fergus eğlenceli oyununu, porsukların ve köpeklerin gösterdiği becerileri anlatmaya başladı, annem ise onu büyük bir dikkatle dinliyormuş gibi yapıyor ve aşırı olduğunu düşündüğüm, annelere özgü o hayranlıkla, hayat dolu çehresine bakıyordu. Anlatırken bir an susunca küçücük bir boşluk bulup araya girdim. “Başka şeyler yapmanın vakti geldi, Fergus.” dedim. “Ne yapabilirim?” dedi. “Annem denize açılmama ya da orduya katılmama izin vermiyor, başka bir şey yapmak da istemiyorum, hepinizin başına bela olmak dışında; böylece benden kurtulduğunuza sevinirsiniz.”
Annem onun kaskatı olmuş, kısa buklelerini yatıştırırcasına okşadı. Fergus homurdandı, surat asmaya kalktı, sonra hepimiz, Rose’un üçüncü kez çağırması üzerine masada yerlerimizi aldık. “Şimdi çaylarınızı için.” dedi. “Ben de size neler yaptığımı anlatayım. Wilsonlar çağırdı, benimle gelmediğine bin pişman olursun Gilbert çünkü Eliza Millward da oradaydı!” “İyi! Bana ne ondan?” “Hiç canım! Ondan bahsetmeyecektim zaten, sadece hoş, keyfi yerinde olduğunda eğlenceli bir kız, ona…” Annem parmağını kaldırdı, ciddi bir sesle, “Şşş, kızım! Ağabeyinin öyle bir düşüncesi yok.” dedi. “Neyse.” diye devam etti Rose. “Size orada duyduğum önemli bir haberi verecektim. Duyduğumdan beri anlatmak için çatlıyorum. Bir ay kadar önce Wildfell Hall’un kiralanacağı söyleniyordu ya, bilin bakalım ne olmuş? Bir haftayı geçkindir biri yerleşmiş, hiç haberimiz yok!” “Olamaz!” diye haykırdı annem. “Çok saçma!” diye ciyakladı Fergus. “Gerçekten, hem de bekâr bir hanım tutmuş.” “Allah Allah! Orası harabe halinde.” “İki-üç odayı yaşanabilir hale getirmiş; bir başına orada kalıyor, sadece hizmetinde yaşlı bir kadın var!” Fergus kalınca kesilmiş ekmeğine yağ sürerken “Aman Tanrım! Orayı mahvetmiş, bence o kadın cadı.” dedi. “Saçmalama Fergus! Ama tuhaf değil mi, anne?” “Tuhaf! İnanılacak gibi değil.” “İnanabilirsin çünkü Jane Wilson onu görmüş. Annesiyle beraber gitmiş, annesi de mahalleye yeni taşınan biri oldu mu onu görüp hakkında her şeyi öğrenene kadar hop oturup hop kalkar ya. Kadının adı Bayan Graham’mış, matemdeymiş ama karalar bağlamamış, biraz matemdeymiş, çok gençmiş, diyorlar, yirmi beş yirmi altı yaşından büyük değilmiş ama çok içine kapanıkmış! Kim olduğunu, nereden geldiğini öğrenmek için çok uğraşmışlar ama ısrarcı ve münasebetsiz ataklarıyla ne Anne Bayan Wilson ne de usta manevralarıyla kızı Bayan Wilson ağzından tek bir tatminkâr cevap, kaçamak bir söz alabilmişler, yüzünde meraklarını giderecek, geçmişine, ahvaline, bağlantılarına ufacık bir ışık tutacak tek bir ifade görememişler. Üstelik kadın bunlara pek de kibar davranmamış, ‘Güle güle.’ derken, ‘Hoşgeldiniz.’ demekten daha memnun olmuş. Hem Eliza Millward diyor ki, babası yakında bazı dinî öğütler vermek için kadını ziyarete gidecekmiş, bunun gerekli olduğunu düşünüyormuş çünkü mahalleye geçen hafta taşındığı halde pazar günü kiliseye gelmemiş; o da yani Eliza da babasıyla birlikte ziyarete gitmek istiyormuş, kadının ağzından mutlaka bir şeyler alır o, sen bilirsin Gilbert, Eliza’nın elinden her şey gelir. Bizim de bir ara davet etmemiz gerek, anne; münasip olur.” “Elbette tatlım! Zavallı şey! Kim bilir ne kadar yalnızdır!” Fergus ciddi bir tavırla, “Elini çabuk tut o zaman.” dedi. “Çayına kaç şeker koyar, başlığı, önlüğü nasıldır, her şeyi öğren; çünkü bunları öğrenene kadar nasıl hayatta kalırım, bilmiyorum.” Konuşmasının, usta işi ince bir espri olarak alkışlanmasını beklediyse de kimse gülmediği için emeline ulaşamadı. Yine de pek bozulmamıştı çünkü ağzına tereyağlı ekmeği tıkıştırıp tam çayını yudumlamak üzereyken, birden espri onu ele geçirdi, karşı konulmaz bir güçle masadan fırlayıp, kahkahalarla, lokması boğazına dizilerek, odadan çıktı ve bir dakika sonra bahçeden acı dolu korkunç bir çığlık duyuldu. Bana gelince; karnım açtı ve annemle kız kardeşim konuşur, görünen ya da görünmeyen durumları ve bu gizemli kadının olabilecek ya da olamayacak geçmişini tartışmaya devam ederlerken, çay içip jambon ve kızarmış ekmeği sessizce yemeye vermiştim kendimi ama itiraf etmeliyim ki, kardeşim Fergus’un başına gelen talihsizlikten sonra bir iki defa fincanı dudaklarıma götürüp, onun gibi kahkahayı patlatıp itibarımı iki paralık etmeyeyim diye, içmeye cesaret edemeden geri bırakmıştım. Ertesi gün annemle Rose bu münzevi kadına saygılarını sunmak üzere aceleyle çıktılar ve gittiklerinden biraz daha bilgilenmiş halde geri döndüler. Annem gittiğine pişman olmadığını söylese de -çünkü pek bir fayda edinememişti- ağzından bir şeyler alabildiği için gururlanıyordu, böylesi daha iyi olmuştu: Bazı faydalı tavsiyeler vermişti ve bunların kulak ardı edilmeyeceğini umuyordu çünkü Bayan Graham az konuşsa da biraz dik kafalı gibi görünse de hayatını nerelerde geçirdiğini bilmese de, zavallı şey, çünkü belli konularda acınası bir cehalet sergilemişti ve bundan zerrece utanç duymamıştı. “Hangi konularda anne?” diye sordum. “Ev düzeni, yemek pişirmenin incelikleri ve bunun gibi bütün kadınların bilmesi gereken şeyler ve bu bilgileri kullanmasının gerekip gerekmediği konusunda. Ona bazı faydalı bilgiler ve birkaç kusursuz tarif verdim ama belli ki değerini anlamadı çünkü zahmet etmeyin dedi, sade, sessiz bir hayat sürdüğünden bu yemekleri asla yapmazmış. ‘Olsun, canım.’ dedim. ‘Bunları her saygıdeğer hanımın bilmesi gerekir. Hem yalnız başına olsan da hep böyle kalmayacaksın. Daha önce evlenmişsin ve belki, hatta mutlaka diyebilirim, yine evleneceksin.’ ‘Yanılıyorsunuz, hanımefendi.’ dedi, çalım satarak. ‘Asla evlenmeyeceğimden eminim.’ Ben de ona bu işleri iyi bildiğimi söyledim.” “Genç, romantik bir dul herhalde.” dedim. “Günlerini yapayalnız geçirmeye ve ölen sevdiğinin ardından gizlilik içinde yas tutmaya gelmiş ama bu uzun sürmez.” “Hayır, bence öyle değil” dedi Rose. “Çünkü pek de yıkılmış gibi değildi ve fazlasıyla güzel bir kadın, daha çok etkileyici denebilir, onu görmen lazım Gilbert, kusursuz güzellik diyebilirsin, gerçi onunla Eliza Millward arasında benzerlik bulmuş gibi davranamazsın.” “Eliza’dan çok daha güzel yüzler tahayyül edebilirim ama onunki kadar etkileyici olmaz. Kusursuz olmaya hakkı olduğunu kabul ediyorum ama kusursuz olursa da bu kadar ilgi çekici olmaz.” “Yani onun kusurlarını başkalarının kusursuzluklarına tercih mi ediyorsun?” “Aynen öyle, annem hariç.” “Ah, sevgili Gilbert, ne de boş konuşuyorsun! Öyle demek istemediğini biliyorum, bu söz konusu bile olamaz.” dedi annem, sonra kalktı, dilimin ucuna kadar gelen itirazlarımdan kaçmak için ev işlerini bahane ederek telaşla odadan çıktı. Sonra Rose bana Bayan Graham’la ilgili başka detayları da lütfetti. Görünüşü, tavırları, kılık kıyafeti ve kaldığı odadaki eşyalar, görmek istediğimden çok daha net ve kesin bir şekilde, hepsi gözümün önünde canlandı ama pek de dikkatli bir dinleyici olmadığım için, anlattıklarını tekrar edemeyeceğim. Ertesi gün cumartesiydi ve pazar günü herkes bu meçhul güzel, papazın serzenişlerinden pay çıkarıp kiliseye gelecek mi diye merak ediyordu. Kırmızı minderlerin renginin solduğu, eteğinin ne zamandır ütülenmediği, rengi atmış siyah bordürlü armasının kaskatı bir halde, sertçe kaşlarını çatarak duvardan baktığı Wildfell Hall’a ait olan, ailemizin oturduğu kilise sırasına ilgiyle baktım. Ve orada uzun boylu, siyahlar içinde, kadına benzer bir gölge gördüm. Yüzü bana dönüktü ve bu yüzde, tekrar tekrar bakmaya davet eden bir ifade vardı. Saçları kuzguni siyahtı, o zamanlar pek de bilinmeyen bir modelde, ama son derece zarif bir şekilde ışıl ışıl, lüle lüle dökülüyor, ona çok yakışıyordu. Duru ve soluk bir teni vardı ama gözlerini göremedim çünkü başını dua kitabına eğmişti; gözkapakları ve uzun kirpikleri gözlerini saklıyordu ama kaşları anlamlı ve biçimliydi; geniş bir alnı, zeki bir görüntüsü vardı. Burnu kusursuz bir kartalınki gibiydi ve genel olarak yüzünde itiraz edilecek bir yan yoktu; sadece yanaklarıyla gözlerinin arasında hafif bir çukur vardı ve biçimli dudakları biraz inceydi, dudaklarını fazlaca sıkıyordu ve bu onun pek de yumuşak ya da sevimli olmayan bir huyda olduğuna işaret ediyordu. İçimden “Evinizde eşiniz olmaktansa bu mesafeden hayranınız olmayı yeğlerim, leydim.” dedim. Tam o sırada başını kaldırdı, göz göze geldik. Bakışlarımı kaçırmadım, sonra o tekrar kitabına döndü fakat bir an için anlatması zor, sessizce küçümseyen bir ifade gördüm ve bu beni son derece kışkırttı. “Benim küstah bir züppe olduğumu sanıyor.” diye düşündüm. “Hıh! Çok yakında fikri değişir, tabii ben değiştirmek istersem.” Sonra bu düşüncelerin bir ibadet yerine hiç yakışmadığı ve şu durumda olması gerekenin tam aksi şekilde davranmakta olduğum aklıma geldi. Oysa daha önce, aklımı törene vermek için, bana bakan kimse var mı diye şöyle bir göz atmıştım ama hayır, kimse dua kitabını okumuyor, herkes bu tuhaf hanıma bakıyordu. Kalabalığın arasındaki muteber annemle kız kardeşim, Bayan Wilson ile kızı, hatta Eliza Millward bile sinsi sinsi, yan gözle, herkesin ilgi odağı olan hanıma bakıyordu. Sonra o da bana baktı, bir an gülümsedi, yüzü kızardı, tevazuyla dua kitabına döndü ve kendini toparlamaya çalıştı. Yine günah işliyordum ve bu sefer arsız kardeşimden kaburgalarıma yediğim dirsek darbesiyle kendime geldim. Bu saldırıya şimdilik sadece ayağına basarak karşılık verdim, intikamımı kiliseden sonraya bıraktım. Halford, artık mektubuma son verirken, sana Eliza Millward’ın kim olduğunu söyleyeceğim: Papazın küçük kızıdır, çok hoş, sevimli bir şeydir, ona karşı en ufak bir yakınlık bile hissetmiyorum, yüzüne karşı hiç söylemediysem de, o bunun farkında ve zaten onunla konuşmak gibi bir niyetim de olmadı çünkü yirmi mil çapındaki bölgede bana uygun bir kız olmadığını düşünen annem, pek çok yetersizliğinin yanında, kendine ait yirmi poundu bile olmayan bu ehemmiyetsiz küçük yaratıkla evleneceğim düşüncesine dayanamıyordu. Eliza etine dolgundur; minyon suratı kız kardeşiminki gibi yuvarlacıktır, teni de onunkine benzer ama daha hassastır ve onunki kadar parlak değildir; hokka burunludur, yüzü biraz çarpıktır ve genel olarak güzelden ziyade çekicidir. Oysa gözleri, en azından dışarıdan bakıldığında, asıl cazibesinin yattığı o fevkalade özelliğini unutmamak gerekir; gözleri ince uzundur, iris tabakası siyah ya da çok koyu kahverengidir, gözlerindeki ifade doğal olmayan şekilde, hatta şeytani bir edayla ya da büyüleyici bir şekilde her daim değişir. Sesi yumuşak, çocuk gibidir, yürüyüşü ise kedi gibi hafif ve yumuşak. Fakat tavırları sevimli bir yavru kediyi anımsatır, canı istediğinde arsız ve yaramaz, canı istediğinde ürkek ve uslu. Kız kardeşi Mary ondan birkaç yaş büyük, biraz daha uzundur ve daha iri yapılıdır. Uzun süren, zahmetli hastalığı boyunca annesine bakan, o zamandan beri evi çekip çeviren, sessiz, sakin, ferasetli bir kızdır. Babası ona çok güvenir, çok değer verir. Bütün kediler, köpekler, çocuklar ve yoksullar onu sever, sayar, diğerleri ise onu hafife alır, yok sayar. Muhterem Michael Millward uzun boylu, hantal bir adamdır. Kocaman köşeli kafasına kürek şapka takar, elinde hep sağlam bastonu vardır. Hâlâ çok güçlü olan bacaklarına golf pantolonu ya da tozluk, resmî törenlerde ise siyah çorap geçirir. Değişmez prensipleri, güçlü önyargıları ve düzenli alışkanlıkları vardır, farklı düşüncelere muhaliftir, hep kendi düşüncesinin doğru olduğu gibi katı bir inançla hareket eder ve onlardan farklı düşünen herkes ya acınacak derecede cahildir ya da at gözlüğü takmıştır. Çocukken ona saygıyla karışık bir hayranlıkla bakardım ama son zamanlarda, hatta artık diyebilirim ki, bunu aştım çünkü uslu olanlara karşı babacan davransa da katı bir disiplini vardı ve çocukça zaaflarımızı, kusurlarımızı sert bir dille eleştirirdi. Ayrıca o zamanlar ailemizi ziyarete geldiğinde önünde hazır ola geçip dini sorularına cevap vermek, “çalışkan küçük arı” ya da başka bir ilahiyi okumak ya da en kötüsü, son öğrettiği konuyla ve hiçbirini hatırlayamadığımız vaazının başlıklarıyla ilgili sınav olmak zorunda kalırdık. Bu değerli adam bazen, Eli, David ve Abşalom’u örnek göstererek, oğullarına çok düşkün olduğu için annemi azarlar, bu da onu çok incitirdi. Annem ona ve sözlerine çok saygı duyduğu halde bir defasında şöyle demişti: “Tanrı ona da bir oğul versin de göreyim! O zaman herkese akıl vermeye bu kadar heveslenmez, insanın oğullarını terbiye etmesi ne demekmiş, anlardı.” Papazın bedensel sağlığına gösterdiği özen takdire şayandı. Sabahları çok erken kalkar, kahvaltıdan önce yürüyüş yapardı. Giysilerinin sıcak ve kuru olmasına çok dikkat ederdi, güçlü ciğerleri ve gür sesi olmakla birlikte, çiğ yumurta içmeden vaaz verdiği vaki değildi. Yediğine içtiğine çok dikkat eder, asla aşırıya kaçmaz ve kendine has bir beslenme tarzı uygulardı. Çay gibi kötü içeceklerden nefret ederdi. Sindirim sistemine iyi geldiğine inandığı malt içecekler, pastırma, yumurta, jambon, kurutulmuş et ve diğer ağır yiyeceklerin ise müdavimiydi. Bu yiyeceklerin daima, herkes için bol ve taze bir şekilde bulunmasını isterdi; hazımsızlık çekip de verdiği talimatlardan, sebat etmedikleri için fayda görmeyenlere bunları tavsiye eder, istenmeyen sonuçlarla karşılaştıklarında ise tamamen kuruntu ettiklerini söylerdi. Sözünü ettiğim iki kişiye daha değineceğim ve mektubuma son vereceğim: Bayan Wilson ve kızı. Bayan Wilson varlıklı bir çiftçinin dul eşi, karakteri bahsedilmeye bile değmeyecek, dar görüşlü, yaşlı dedikoducunun biridir. İki oğlu var: Robert, kaba saba köylü bir çiftçi ve papazın yardımıyla klasikleri okuyan, kiliseye girmek maksadıyla üniversiteye hazırlanan; Richard, mahcup, çalışkan bir genç adam. Bunların bir de kız kardeşleri var: Adı Jane, yetenekli bir genç kız ve onlardan daha hırslı. Kendi isteğiyle yatılı okulda okumuş, ailedeki herkesten daha bilgili. İyi terbiye almış, epeyce görgülü, köylü aksanını kırmayı başarmış bir kız, papazın kızlarından çok daha fazla başarı elde etmiş. Güzel de bir kız ama ben asla onun hayranlarından biri olmadım. Yirmi altı yaşında, uzunca boylu, zayıf, saçları ne kestane ne kumral, daha çok açık kızıl denebilir, teni dikkat çekecek kadar parlak ve kumral; küçük bir kafası, uzun bir boynu, biçimli, kısacık bir çenesi, kiraz gibi, ince dudakları var; gözleri ela, keskin ve insanın içine işleyen bakışları var ama şiirden ve duygulardan tamamıyla bihaber. Kendi sınıfından pek çok talibi olabilirdi, belki olmuştur da ama hepsini küçümseyerek geri çevirmiş çünkü kimse onun seçkin zevklerine hitap edemezmiş, zengin bir adam dışında kimse onun yüksek hırslarını doyuramazmış. Son zamanlarda epeyce dikkatini çektiği bir adam vardı, diyorlar ki, bu adamın kalbini, adını ve servetini fethetmek konusunda ciddi niyetleri varmış. Adamın adı Bay Lawrence, ailesi önceden Wildfell Konağı’nda oturan ama on beş yıl kadar önce komşu mahalledeki daha modern ve ferah konağa taşınan genç bir köy ağası. Evet, Halford, şimdilik hoşça kal diyorum. Bu sana borcumun ilk taksiti. Ödemeyi uygun bulduysan söyle ki, vaktim olduğunda devamını da göndereyim. Cüzdanını böyle gereksiz, ağır şeylerle doldurmaktansa alacaklım olarak kalmak istersen de söyle, zevksizliği affeder, bu hazineyi kendime saklarım. Daima dostun, Gilbert Markham.
2
Pek değerli dostum, memnuniyetle görüyorum ki, kırgınlığının bulutları dağılmış; simanın aydınlığı beni yine mutlu ediyor ve hikâyeme devam etmemi istiyorsun, o halde daha fazla tantana yapmadan, buyur bakalım. Sanırım en son bir pazar gününden bahsetmiştim, 1827 yılı ekim ayının son pazarı. Salı günü Linden-Car arazisinde avlanırım umuduyla köpeğimi ve silahımı alıp çıktım ama bir şey bulamadım, hepsini talan ederek beni avlanmaktan mahrum bıraktıkları için, şahinlere ve leş kargalarına düşman oldum. Bunun üzerine ayakaltı olan ağaçlı vadileri, mısır tarlalarını ve çayırlıkları bırakıp, buraların en yabanıl, en yüksek tepesi olan Wildfell’in dik yokuşunu tırmanmaya başladım; tırmandıkça çitler ve ağaçlar azalır, bodurlaşır, çitlerin yerini sarmaşık ve yosunlarla yeşillenmiş kaba taş duvarlar alır; ağaç olarak ise en çok karaçam ve sarıçam, ya da karaçalı görülmeye başlar. Sert ve taşlık, sürülmeye elverişli olmayan arazi koyunların ve büyükbaşların gezinmesi için pek uygundur; toprak verimsizdir, çimenli tepeciklerin orasından burasından gri taşlar çıkar. Duvarların altında vahşi doğanın kalıntıları yabanmersinleri ve fundalar biter, çitle çevrili yerlerde zaten az olan yeşillikleri kanaryaotları kaplar ama buralar benim mülküm değildi. Bu tepenin başında, Linden-Car’dan üç kilometre kadar uzakta, Elizabeth döneminden kalma, koyu gri taştan yapılmış, saygı uyandıran, tablo gibi duran, miadı dolmuş Wildfell Konağı vardır; ancak burası, kalın taş tirizleri ve kafesli küçük pencereleri, zamanın eskittiği hava delikleri, kimsesiz ve korunmasız duruşuyla oturulamayacak kadar soğuk ve kasvetlidir. Sadece, kendileri de düşen yıldırımlarla yanmış olan ve Wildfell Konağı kadar sert ve kasvetli görünen sarıçam ağaçları sayesinde rüzgârdan ve hava koşullarından korunmuştur. Konağın arkasında birkaç ıssız tarla vardır, sonra da tepenin kahverengi karaçalıyla kaplı zirvesi gelir. Önünde taş duvarla çevrili, demir kapılı; kapı kanatlarının üstünde, çatıları ve yan duvarları kaplamada kullanılan gri granit küreler bulunan bir bahçe vardır. Bu bahçede eskiden, toprağa ve iklime dayanıklı bitki ve çiçekler, bahçıvanın işkence makasına en iyi dayanabilen, vermek istediği şekle en iyi şekilde girebilen ağaç ve çalılar vardı. Şimdiyse, yıllarca işlenmeden, kırpılmadan, bakımsız kalmış olan bahçe yosunlara ve ayrıkotlarına, ayaza ve rüzgâra, yağmura ve kuraklığa terk edilmiş, gerçekten de ıssız bir görüntü sergiliyordu. Ana yolu sınırlayan, kurtbağrı çalılarından oluşan alçak yeşil duvarın üçte ikisi kuruyup solmuş, kalanı ise sınır çalısından başka her şeye benzemişti. Şimşir çalısından kırpılarak yapılmış kuğunun boynu ve gövdesinin yarısı yok olmuştu. Bahçenin ortasında duran kale şeklindeki defne ağaçları, girişin bir yanındaki devasa savaşçı ve diğer yanındaki aslan çimlenip filizlenerek, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek acayip şekillere bürünmüştü ama körpe hayal gücüm bunları cüce cin heykellerine benzetmişti ve bu heykeller, sütannemizin dediği gibi, perili köşke ve göçüp gitmiş sahiplerine saygı duymamızı gerektiren hayalet lejyonları ve karanlık geleneklerle gayet uyumluydu. Konağın görüş alanı içindeki bölgede bir şahin ya da iki karga vurabilseydim daha fazla uzatmayacaktım; aylak aylak dolaştım, eski eve baktım, yeni kiracısının ne değişiklikler yaptığını merak ettim. Evin ta önüne kadar gidip girişe bakmak istemedim, bahçe duvarının arkasında durup baktım ama bir değişiklik göremedim, sadece bir kanatta kırık camlar ve harap olmuş çatı onarılmıştı ve bacalardan ince bir duman tütüyordu. Silahıma yaslanmış vaziyette, kararmış kalkan duvarlarına bakarken, bu duvarların ardındaki eski ilişkilere ve güzel münzevi kadına dair boş boş hayaller kurarken, bahçeden hışırtılar duydum, sesin geldiği yöne baktım ve minik bir elin duvarın üstüne doğru uzandığını gördüm: En üstteki taşı kavradı, sonra öbür el de gelip sımsıkı tuttu, sonra açık kahverengi saçlarla çevrili küçük, bembeyaz bir alın göründü; ardından koyu mavi gözler ve fildişi rengi ufacık burnun üst kısmı. Bu gözler beni fark etmedi ama ağızlığıyla etrafta dolanan siyah beyaz av köpeğim Sancho’yu görünce neşeyle parladı. Küçük yaratık başını kaldırdı ve köpeğe seslendi. İyi huylu köpek durup baktı, kuyruğunu salladı ama yaklaşmadı. Beş yaşlarındaki oğlan çocuğu duvara tırmandı, defalarca seslendi ama bu işe yaramayınca, dağın kendisine gelmeyeceğini anlayıp kendisi dağa giden Muhammed gibi, duvardan
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıWildfell Konağı Kiracısı
- Sayfa Sayısı
- YazarAnne Brontë
- ISBN9786057496164
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bu Yas Yuvası – Bir Cinayet Davasının Öyküsü ~ Helen Garner
Bu Yas Yuvası – Bir Cinayet Davasının Öyküsü
Helen Garner
Üç erkek çocuk babası, eşinden boşanmış Robert Farquharson’ın arabası 2005 yılının Babalar Günü’nde çocuklarını annelerinin evine bırakırken yoldan çıkar ve bir sulama barajına gömülür....
- Limos ~ Larissa Ione
Limos
Larissa Ione
Nerede kalmıştım, dedi anlatıcı. Bir yudum su içti ve devam etti: Ne önemi var. Sonsuza dek şemalar çizebiliriz. İç içe geçen mahallelerden, üst üste...
- Zürafanın Boynu ~ Judith Schalansky
Zürafanın Boynu
Judith Schalansky
Geçmişimizi bir yük olarak sırtımızda taşıyorduk. Geçmişimiz bizi, bugün olduğumuz şey yapıyordu ve mesele onunla iyi geçinmekti. Hayat bir mücadele değil, bir yüktü. İnsan...