Tropik Güncesi bir ırmakta akıntının tersine, mavna üzerinde yapılan hummalı ve sarhoş edici bir yolculuğun romanı.
Hikâye türlü arayışlarla ülkeden ülkeye sürüklenen, günümüze özgü bir Don Kişot olarak da adlandırılabilecek Maqroll el Gaviero’nun bulunan günlükleri ile aktarılıyor. Kereste nakliyesi yaparak zengin olma planlarıyla yolculuğa başlayan Maqroll’un ve ona eşlik edenlerin teslim olmuş melankolisi tropik ormanların büyülü havasıyla birleşiyor ve Mutis’in kendine özgü şiirsel ve özlü diliyle aktarılıyor. Tehlikeli ve beyhude olduğu bilinen ama yine de yapılan bu yolculuk, zamanla amacın ta kendisine dönüşüyor.
“Mutis’in oldukça canlı bir biçimde resmettiği ve hiçbir yere varmayan bu renkli yolculuk, hayatın bir metaforu gibi.”
John Updike
“Mutis çağımızın en büyük yazarlarından biri. Onun hem yaşamı hem de yapıtları, o kayıp cenneti asla bulamayacağımızı anlatan kehanetlerdir.”
Gabriel García Márquez
2001 Cervantes Ödülü
2002 Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü
*
Ernesto Volkening’e
(Amberes1 , 1908 – Bogota, 1983)
gölgesiz dostluğunun ve verdiğin
unutulmaz dersin anısına, saygıyla.
Sadece yapması gerekeni yaparak
Kendi balığını avlar her balıkçı:
Ve ilk ağdadır avuçlarında sıktığı;
Küçük ve değersiz kırıntıları ıstırabının.
Şaşkınlıkla çeker yukarı,
Bulanık diplerdeki hastalıkları.
Ve balık sepetleri açılır,
Onu tehdit eden umutsuzluklara;
Ve küpeşteler boyunca toplar,
Pişmanlığının karaya vuran kalıntılarını.
Émile Verhaeren, Balıkçılar
Maqroll el Gaviero’nun yazılarının, mektuplarının, belgelerinin, anlatılarının ve anılarının tümünü ele geçirdiğime inandığım bir sırada, onun yaşamıyla ne denli ilgilendiğimi bilen tanıdıklar oradan oraya sürüklenmelerinin yazılı izlerini sürmeyi bitirip tükettiklerinde ve her şeyi bana teslim ettiklerinde; yani hiç beklemediğim bir anda, talih bana ilginç, tatlı bir sürpriz hazırlamaktaymış meğer.
Kendime sakladığım gizli hazlarımdan biri, Barcelona’nın Barrio Gótico’sundaki 2 sahafları gezmektir; bana kalırsa orada hem en iyi yapıtları bulursunuz hem de sahafların sahipleri hâlâ türlü hoş alışkanlıklarını, insanı minnettar bırakan sezgilerini, sözü kıt bilgeliklerini korurlar ki bunlar artık soyu tükenmekte olan, bir zamanların o kendine has kitapçılarının erdemleridir. Geçen günlerden birinde Botillers Sokağı’na saparak eski bir sahafın vitrininin önünde dikildim, çoğunlukla kapalı olan bu dükkân, bir koleksiyoncunun ihtirasına gerçekten sıra dışı parçalar sunabilen bir yerdi. O gün açıktı. Unutulmuş bir ayinin yapıldığı tapınağa girer gibi süzüldüm içeri. Gür sakalından Levanten Yahudisi olduğunu anladığım fildişi tenli genç bir adam, kara gözlerinde hafif bir şaşkınlık ifadesiyle, çok gerilerde kalmış zamanların harfleriyle bir kataloğa kaydettiği karmakarışık kitap ve harita yığınının ardından baktı bana. Hafifçe gülümsedim, töreyi bilen her iyi kitapçı gibi sanki varlığımdan haberdar değilmişçesine bıraktı beni, rafların arasında gezineyim diye. Almaya niyetlendiğim birkaç kitabı ayırmıştım ki P. Raymond’un yıllardan beri peşinde olduğum, adı bile başlı başına bir vaat olan kitabının mor renkli deriyle ciltlenmiş güzel bir baskısını gördüm âniden: Prévot du Paris’nin Orléans Dükü Louis Cinayeti Üzerine Araştırması; 1865 yılında, Bibliothèque de l’École de Chartres tarafından yayımlanmış. Yıllardır süren sabırlı bekleyişim, şansın yardımıyla ödülüne kavuşuyordu, oysa çoktandır hayalini bile kurmaktan vazgeçmiştim. Kitabı açmadan elime aldım ve sakallı gence fiyatını sordum. Bir tarikat kardeşliğine özgü sert, kararlı ve kesin bir sesle rakamı söyledi. Seçtiğim öbür kitaplarla birlikte hiç tereddüt etmeden bedeli ödedim ve hemen dükkândan çıktım. Yavaş yavaş, tadına vara vara keşfimin keyfini sürebilmek için yalnız kalabileceğim büyük Ramón Berenguer’in heykelinin olduğu küçük meydandaki bir banka doğru yürüdüm. Sayfaları çevirirken arka kapağın iç kısmında Profesör Raymond’un bu tadına doyulmaz metnine eşlik eden resim ve haritaların yerleştirilebileceği bir cep olduğunu gördüm. Resim ve haritalar yoktu elbette ama bir alay kâğıt buldum, çoğu pembe, sarı ya da gök mavisiydi; ilk bakışta fatura ya da muhasebe kayıtları gibi görünüyorlardı. Yakından inceleyince küçük, basbayağı titrek ve hatta ateşli birinin elinden çıkma diye niteleyebileceğim harflerle dolu olduklarının farkına vardım; arada bir bu sıkışık harfler, yazarının tükürüğüyle koyulaşan mor renkli mürekkeple yazılmışlardı. Gerçekten de farklı farklı ticari belgeler olan kâğıtların her iki yüzü de tıka basa doldurulmuş, yazılanların basılı karakterlerin üstüne denk gelmemesine büyük özen gösterilmişti. Birden gözüme takılan bir cümle; Fransa Kralı VI. Charles’ın kardeşinin, Burgonya Dükü Korkusuz Jean’ın emriyle kalleşçe öldürülmesi hakkında Fransız tarihçinin yaptığı, kılı kırk yaran araştırmasını unutmama neden oldu. Son sayfanın en sonunda yeşil renkli kalemle ve çok daha kararlı harflerle şöyle yazmaktaydı: “Xurandó Irmağı’nda, yukarı doğru yaptığı yolculuk sırasında Maqroll el Gaviero tarafından yazılmıştır. Karşılaştıkları yerde Flor Estévez’e verilmek için. Hotel de Flandre, Antwerpen.” Kitabın içine de aynı renkli kalemle bir sürü notlar alınmış, satırların altı çizilmişti, adamımızın bu sayfalardan ayrılmamak için onları çok daha yüce ve akademik amaçlar için yapılmış bu cepte sakladığı âşikardı.
Güvercinler Mallorca Fatihi’nin ve El Cid’in damadının pek soylu heykeline pislemeye devam ederlerken Gaviero’nun sıradağlardan aşağı akan ve uçsuz bucaksız bir ormanın yeşil gölgeliklerinde kaybolan ırmaklarının arasında, bir ırmağın akıntısının ters yönünde yaptığı yolculuğu sırasında, günlük biçiminde tuttuğu ve düşüncelerini, anıları, düşlerini, hayallerini, başına gelen talihsizlikleri anlattığı alacalı sayfaları okumaya koyuldum. Çoğu bölüm daha düzgün harflerle yazılmıştı, bundan da ilk bakışta o iklimlerde sık görülen ve her türlü ilaca ya da şifaya karşın düşmeyen ateşlere bağladığım titremenin suçlusunun aslında Gaviero’yu taşıyan mavnanın motorunun titreşimleri olduğunu anlamak zor olmadı.
Gaviero’nun Günlüğü, kaderinin tanığı olarak yazıp da bıraktığı bir sürü şey gibi farklı türlerin tarifsiz bir karmaşasıydı; kavranabilir gündelik olaylardan, yaşam felsefesi olduğunu düşündüğüm kaskatı yasaların bir bir sıralanmasına dek her şey vardı. Bu yazıları bir plan dahilinde düzenlemeye kalkışmak pek safça bir akılsızlık olur; tekdüzeliği ve gereksizliğiyle arada bir Gaviero’nun aklını bulandırdığını sandığım bu yolculuk sırasında yaşadığı deneyimleri günbegün anlatma niyetine pek bir katkısı da olmazdı.
Öte yandan, Maqroll’un uzun bir süre hem yerin sahibesi olan hem de onu en iyi anlayabilen, yörüngesinden çıkmış hayallerini ve varoluşunun çetin karmaşasını en iyi paylaşabilen Flor Estévez’in özenli bakımının keyfini sürdüğü hatta sükûnet içinde yaşadığı mekânın adını bu günlükte vermek benim için çok önemli.
Ayrıca Gaviero’nun Günlüğü’nün okurlarını Maqroll’a ait başka haberleri ellerinin altında bulundurmak da ilgilendirebilir; bunlar şu ya da bu biçimde günlüğünde söz edilen olaylarla veya kişilerle bağlantılıdırlar. Bu nedenle, bu cildin sonuna kahramanımız hakkında daha önceki yayınlarda çıkan kimi haberleri de ekledim, ben onlara en uygun yerin burası olduğunu düşünüyorum.
Gaviero’nun Günlüğü
15 Mart
Bana gelen haberlerde ırmağın büyük bir kısmının, ta sıradağların eteğine kadar, mavnayla gitmeye uygun olduğu söyleniyordu. Öyle değilmiş. Dümdüz omurgası olan bir mavnadayız; akıntıya karşı astımlı gibi öksürerek mücadele eden bir dizel motoru var. Pruvada hamakları asmaya yarayan, demir direklere gerilen çadır bezinden bir çardak var. İskeleye ve sancağa ikişer hamak asılıyor. Başka yolcular olduğu zaman onları mavnanın ortasında metal plakalardan yayılan sıcaktan koruyan palmiye yapraklarının üzerine topluyorlar. Ayak sesleri koyun sessizliğinde hayaletlere yaraşır, grotesk bir yankı yaratıyor. Sık sık durarak akıntının kaprisine göre birdenbire oluşuveren, sonra da kaybolup giden balçık yığınlarına oturan mavnayı kurtarmamız gerekiyor. Dört hamaktan ikisi Puerto de España’da mavnaya binen biz yolcuların; öbür ikisi de çarkçıbaşının ve miçonun. Kaptan pruvada güneşin konumuna göre yönünü değiştirebildiği rengârenk bir plaj şemsiyesinin altında yatıyor. Son derece bilgece ayarladığı içki dozlarıyla sürekli çakırkeyif olmayı becerebiliyor; keyifli ve iyimser bir ruh haliyle asla tam anlamıyla teslim olmadığı uyku arasında gidip geliyor. Buyrukları yolculuğun rotasıyla ilgili olmadığı gibi bizi sinir eden bir şaşkınlığa da neden oluyor. “Keyifler gıcır olsun! Rüzgâra dikkat! Mücadeleye devam, gölgeler dışarı! Su bizimdir! İskandili yakın!” Tüm gün ve gecenin büyük bölümünde böyle. Ne çarkçıbaşı ne de miço bu zırvalıklara kulak asıyorsa da bir biçimde onları uyanık ve tetikte tutmayı, Xurandó’nun hazırladığı sayısız tuzakları savuşturmak için gerekli beceriyi iletmeyi başarabiliyor. Çarkçıbaşı bir yerli, sessizliğini korumak konusunda o kadar kararlı ki dilsiz olduğunu söyleyebilirim; çok seyrek olarak karmakarışık dillerde kaptanla konuşuyor ama çevirmesi hemen hemen olanaksız. Gövdesi ve ayakları çıplak. Yağ içindeki yamalı bohça gibi duran pantolonunu, hemen göze batan parlak karnının altından bir kordonla bağlıyor, göbeğinden sahibinin motoru çalışır halde tutmak için harcadığı çabaya bağlı olarak büzülen ya da genişleyen bir fıtık fırlamış. Fıtık ve motor arasındaki ilişkiye özlerini aşan geçişli bir vaka denebilir; ikisi de aynı çabanın içinde karışıp birlikte yaşıyorlar; mavnanın ilerlemesi. Miço şu taklit yeteneği müthiş olan insanlardan; yüz hatları, hareketleri, sesi ve diğer kişisel özellikleri o kadar kusursuz bir yokluk derecesinde ki asla belleğimizde yer etmiyorlar. Gözleri burun kemerinin çok yakınında olduğu için ancak Little Dorrit’teki (Küçük Dorrit) meşum Mösyö Rigaud-Blandois’yı aklıma getirerek yüzünü hatırlayabiliyorum. Bu kadar akılda kalıcı bir referans bile çok işe yaramıyor; miçoyu gözlerken Dickens’ın karakteri buhar olup uçuyor. Tuhaf bir kuş türü diyebiliriz. Çardağın altını benimle paylaşan yol arkadaşım dev bir sarışın, tuhaf bir Slav vurgusuyla ağzının içinde gevelediği birkaç sözcüğü anlamak neredeyse olanaksız. Sakin biri, miçonun son derece fahiş bir fiyata sattığı iğrenç kokulu sigaralardan birini yakıp ötekini söndürüyor. Anladığıma göre benim gittiğim yere gidiyor: Bizim tırmandığımız yoldan aşağı inmesi gereken ahşabı işleyen fabrika; tomrukların taşınması işini bana verecekler güya. “Fabrika” sözcüğünün mürettebatın gülme krizi geçirmesine yol açmasının hiç de içimi rahatlatmadığını ve beni hafifçe kuşkulandırdığını da eklemeliyim. Geceleri bir Coleman lambasıyla aydınlanıyoruz, ışık öylesine farklı renklerde ve biçimlerde böcekleri çekiyor ki bazen birinin anlaşılmaz bir öğretme merakıyla bu böcek kafilesinin geçişini bizim için düzenlediği izlenimine kapılmadan edemiyorum. Akkor huzmelerinin yarattığı kukuleta benzeri aydınlığın içinde, uyku kanıma karışan bir uyuşturucu gibi beni yere serene dek kitap okuyorum. Orléans’a özgü o düşünceye gelmeyen hafiflik, bir an kafamı meşgul ediyor ve hemen ardından deliksiz bir uykuya dalıyorum. Motorun ritminin durmadan değişmesi bizi sürekli belirsizlik içinde bırakıyor, nedeni bir an tümüyle susacağından korkmamız. Akıntı giderek daha baş edilmez ve kaprisli oluyor. Tüm bunlar gerçekten saçma ve neden bu mavnaya bindiğimi asla bilemeyeceğim. Yolculukların başında hep aynı şey olur. Ardından insanı yatıştıran o kayıtsızlık gelir ve her şey düzelir. Gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum.
18 Mart
Bir süreden beri olmasından korktuğum şey başıma geldi; pervane dipteki bir kök yığınına çarpınca onu tutan aks eğildi. Titreşim kaygı verici boyutlara ulaştı. Kayrak taşından oluşan kumdan bir sığlığa yanaştık; yeşilliklerden tatlı, insanın içine işleyen boğucu bir koku yayılıyor. Kaptanı aksı ısıtarak düzeltebileceğine ikna edene kadar insanı soluksuz bırakan sıcakta uzun süre, beceriksizce, ne idüğü belirsiz işler yapıp durdular. Üzerimize sivrisineklerden bir bulut indi. Neyse ki hepimiz bu illete karşı bağışığız, sadece katlanmak zorunda kaldığı bu işkencenin neden başına geldiğini anlamazmış gibi kendini zor tutan ve olan biteni öfkeyle izleyen sarışın dev öyle görünmüyor.
Hava kararmak üzereyken bir yerli aile çıkageldi; adam, kadın, altı yaşlarında bir oğlan ve dört yaşlarında bir kız. Hepsi de çırılçıplaktı. Yaktığımız ateşe sürüngenlerin kayıtsızlığıyla baktılar. Adam da kadın da kusursuz bir güzelliğe sahipti. Adamın geniş omuzları vardı, kollarını ve bacaklarını, bedeninin uyumunu daha da fark edilir kılan bir yavaşlıkla hareket ettiriyordu. Kadın adamla aynı boydaydı, iri ama sert memeleri, dar ve son derece biçimli yuvarlanan kalçalarıyla biten baldırları vardı. Her ikisinin de bedenini kaplayan ince yağ tabakası, eklemlerinde ve bedenlerinin girintilerinde yok olmuştu. Her ikisinin de saçları şapka gibi kesilmiş, güneşin son ışıklarıyla pırıl pırıl parlayan fildişi renkli, belli ki bitkiden yapılma bir maddeyle sertleştirilmişti. Dişleri eğelenmiş gibi sivriydi, sesleri uykulu bir kuşun inişsiz çıkışsız şakımasını andırıyordu. Aksı düzeltmeyi başarabildiğimizde gece bastırmıştı ve ancak ertesi sabah yerine takabilecektik. Yerliler kıyıda bir-iki balık yakalayarak yemek için sahilin öteki ucuna gittiler. Çocuksu seslerinin mırıltısı seher vaktine kadar sürdü. Uykum gelene kadar okudum. Sıcak, geceleri de azalmıyordu, hamağıma uzanmış uzun uzun Orléans dükünün ahmak patavatsızlıklarını, branche cadette’in (sonraki nesillerin) başka üyelerinde de görülen belli karakter özelliklerini düşündüm; farklı köklerden gelseler de hainliğe, gösterişli serüvenlere, zararlı suç ortaklıklarına eğilimleri aynıydı; para hırsıyla yanıp tutuşan, iflah olmayacak kadar sadakatsiz insanlardı. Böyle belli başlı davranış biçimlerinin bu kadar farklı kökenlerden gelen prenslerin hepsinde, neredeyse günümüze gelene kadar yinelenmesinin nedenlerine biraz kafa yormak gerekir. Su mavnanın düz ve metalik gövdesini tekdüze bir çırpıntıyla dövüyor; bir nedenle ulaşılmaz ve avutucu.
21 Mart
Ertesi sabah yerli aile de mavnaya bindi. Biz suyun altında pervaneyi yerine takmak için didinirken onlar palmiye yapraklarının üzerinde ayakta durdular. Tüm gün hiç kımıldamadan, tek söz etmeden aynı yerde dikildiler. Ne kadının ne de adamın bedeninde tüy vardı. Kadın yeni patlamış bir tomurcuğa benzeyen cinsel organını, adam da ucuna doğru sivrileşerek sona eren geniş sünnet derisiyle kendininkini sergiliyordu. Bu organın boynuz ya da mahmuza benzediği bile söylenebilir, her türlü cinsel çağrışımın uzağında olduğu gibi erotik bir anlamı da yoktu. Arada bir sivri dişlerini göstererek gülümseseler de bu tebessümlerinde bir yakınlık hatta aynı mekânı paylaşmaya ilişkin bir sıcaklık yoktu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTropik Güncesi
- Sayfa Sayısı122
- YazarAlvaro Mutis
- ISBN9786058050037
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çarpık Evdeki Cesetler ~ Agatha Christie
Çarpık Evdeki Cesetler
Agatha Christie
Leonides ailesi, büyükbabaları Aristide bir ensülin iğnesiyle cinayete kurban gidinceye dek, Üç Kuleli Malikâne’de mutlu bir yaşam sürmektedir. Bütün ipuçları cinayeti aileden birinin işlediğini...
- Notre-Dame’ın Kamburu ~ Victor Hugo
Notre-Dame’ın Kamburu
Victor Hugo
Notre-Dame’ın Kamburu, dansçı Esmeralda, katedral çanlarının koruyucusu Quasimodo ve Prens Phoebus arasındaki karmaşık ilişkileri merkezine alıyor. Notre-Dame Katedrali, bu karakterlerin hayatlarını ve Paris’in sokaklarını...
- Pandora’nın Kutusu ~ Osamu Dazai
Pandora’nın Kutusu
Osamu Dazai
“Benim yaşıyor olmam insanlara rahatsızlık veriyor. Ben lüzumsuz bir adamım.” Yirminci yüzyıl Japon edebiyatının önde gelen yazarlarından, sıradışı hayatıyla da meşhur Osamu Dazai Pandora’nın Kutusu’nu...