1938 yılında, uzak bir Galler adasının kıyılarına ölü bir balina vurur. Tüm hayatını adada geçirmiş Manod için bu, hem bir kıyamet alameti hem de adanın kıyılarının ötesinde neler olabileceğinin bir sembolü gibidir. Babası ve kız kardeşiyle yaşayan genç Manod, ailesinin nesiller boyunca yuva bildiği, güzel ama bir o kadar da hırçın adanın ötesindeki hayatı keşfetme arzusundan kurtulamaz.
Kıyıya vuran balinanın ardından ada kültürünü incelemek üzere gelen iki İngiliz etnograf, ona hem kendi adasının uzağındaki hayata bir bakış hem de bir kaçış ihtimali sunar. Manod, topluluğunun yanlış anlaşıldığına dair şüphelerine rağmen, bambaşka duygularla hesaplaşmak zorunda kalacaktır.
Balinanın Ölümü, keskin bir zekâyla yoğrulmuş ışıl ışıl anlatımıyla üzerlerine kapanan dış dünyayla yüzleşmek zorunda kalan insanların hikâyesi… O’Connor, uçurumun kenarındaki bir topluluğun ve bir kadının incelikli portresini ustalıkla gözler önüne seriyor.
“Balinanın Ölümü, aşk ve kayıp, tanıdık ve yabancı, güven ve ihanet, kara ve deniz, yaşam ve ölüm gibi pek çok kutup arasında gidip gelen, şaşırtıcı derecede kendinden emin bir ilk roman. O’Connor, Manod’da baştan çıkarıcı ve aldatıcı bir anlatıcı yaratmış: Dünyayı onun gözünden görmeyi çok sevdim ve romanın bitmesini istemedim.” -Maggie O’Farrell, Evlilik Portresi ve Hamnet kitaplarının New York Times çoksatan yazarı
“Balinanın Ölümü, sakin, aydınlık bir kusursuzlukla yazılmış, her duygusu özenle işlenmiş, ada hayatının dramını delici bir doğrulukla gözler önüne seren güçlü bir roman.” -Colm Toibin, New York Times çoksatan yazarı
“Balinanın Ölümü’nün sessiz ritmi, tutunulan ve salıverilen kaybın derin bir melodisini içeriyor. Büyük bir değişim hakkında zarif ve çetin bir hikâye.” -Anne Enright, Booker Ödüllü yazarı
“Büyük bir değişimin eşiğindeki dünyada geçen enfes, çağrışımlarla dolu bir ergenliğe giriş hikâyesi.” -The Observer, 2024 Yılının En İyileri
“O’Connor her şeyin eşiğinde bir ruh hali yaratıyor: yetişkinlik, bir topluluğun sonu ve romanın geçtiği zaman göz önüne alındığında savaş. Bu aynı zamanda çatışan ideolojilerin birbirlerine karşı köpürüp kaynadığı bir dönem ve O’Connor tüm bunları ve daha fazlasını en ince ayrıntılarıyla resmediyor.” -Crack Magazine
“Akıldan çıkmayacak, telaşsız, sıra dışı bir ilk roman… O’Connor kırsal olanı, izole olanı fetişleştirme eğilimimizi ve bir inceleme nesnesi haline gelmenin ne anlama geldiğini berrak bir bakışla sorguluyor.” -Joanna Quinn, The Whalebone Theater’ın New York Times çoksatan yazarı
“Apaçık ve zarif… O’Connor’ın mükemmel ilk romanı … bir karakterin kendine özgü varoluşunu sahicilikle parıldatan, titizlikle gözlemlenmiş bir yazım örneği.”-Maggie Shipstead, New York Times Book Review
*
İşte bir ada yılı. Önce güneş ve önce bahar kuşlarla semirir. Kuşlar adayı gri kışına terk eder ve tohumlar filizlenmeye başladığında geri dönerler. Auklar denizin altındaki karartılar gibi gelirler. Rissalar ve Moruslar gökten düşerler. Önce onları fark etmeyiz. Çocuklar uçurum kenarlarında kovalar onları, balıkçılar kürekleriyle ağlardan uzaklaştırır. İlkbaharın sonuna doğru adanın etrafına saçılırlar gölgeler gibi. Kutup martıları, deniz kırlangıçları, küçük sumrular… Onlar da yaza doğru serpilip kendilerini suya bırakırlar. Evlere en çok bahçelerdeki gübreliklerden yemek kırıntıları toplayan rissalar yaklaşır. Beyaz bedenleriyle sobaların üstüne tünerler, uzaktan bakıldığında kanatlarının ucundaki grilikler binalara karışır. Çatıları gümüş tüylerden ve guanodan bir tabakayla kaplar, kiremitlerin üstünde didişip koştururken çıkardıkları seslerle biz içerdekileri uyandırırlar. Bazen havalanıp kavgaya tutuşurlar birbirlerinin üzerinde kırmızı lekeler bırakarak. Gagalarındaki balıkları avluya düşürürler, onlar da taşların üstündeki küçük çatlaklara ve deliklere sinsice sürünüp aylarca berbat bir koku yayılmasını sağlar. Sıcak onları bize daha da yakınlaştırır: Kuş kokularını, seslerini, ölü pembe yavrularını. Yazları, adanın kadınları evleri tekrar beyaza boyar. Adanın batısındaki kireçtaşı mağarasına gider, taşları öğütüp toz haline getirirler. Annem her zaman elleri toz içinde dönerdi, dokunduğu her şeye izini bırakırdı. Bazen pigmentler boyayı bembeyaz yerine daha sarı ya da daha mavi yapardı. Bir sene tüm evler soluk gül pembesine bürünmüştü, hâlâ boya soyuldukça çentikler ve yamalar halinde belli oluyor. Yazdan sonra soğuk, bir daire çizip birden çöker. Kuşlar birer birer yok olurlar. Yumurtaları hâlâ içindeyken uçurumlardaki yuvalarını terk ederler. Sonbaharda deniz ateşin üstünde kaynayan bir tencere gibidir. Kuşlar gider ve yaz biter. Kış: Fırına yakın durup aynı yatakta yatarız. Deniz adanın etrafında bir tur atıp kapıya yanaşır. Ufukta gri buz belirir. Rüzgâr bizi dağlar. Noel’de olta balığı pişirir, bir koyun keser ve onu denize atarız. Baharda dalgalarla kıyıya vurur, kuşlar da onu bir çırpıda yiyip bitirmeye gelirler. Koyunlar otlaklarda hiçbir şey bırakmaz, sonra da adanın etrafında dönüp dururlar.
Eylül
Balina, bir gece adanın sığlıklarına vurdu. Tıpkı kapının altından sıvışan bir kedi gibi suyun üstünde belirdi. Hiç kimse onu fark etmedi; denizin üstündeki halesine rağmen deniz feneri veya mezgit ve dil balığı arayan gece balıkçıları da, şafak vakti sürülerini tepeden indiren çiftçiler de. Kayalıklardaki koyunlar bile rahatsız edilmemişti. Karanlık suyun içinde balinanın gövdesi yemyeşil parlıyordu. Sabah olduğunda plajda öylece yüzüstü yatıyordu. Kuşlar etrafına toplanmıştı. Gelgit, ince kumdan yollarla kırılmış geniş, düz aynalar halinde su taşıdı kıyıya. Dalgalar balinanın narin merkezini sanki bir zar gibi sarıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. Bazı balıkçılar yolunu kaybettiğini söyledi. Onları denizde görüyorlardı ama bu kadar yakına gelmeleri çok nadirdi. Birkaç yaşlı bunun bir alamet olduğunu söyledi, ama iyiye mi kötüye mi olduğuna karar veremediler. Peder Jones haftalarca İngiliz gazetelerini okudu ama yaratığın gelişini açıklayacak hiçbir habere rastlamadı. Donanma henüz ayın başında denize açılmıştı. Radarla ilgili olabileceğine dair muğlak bir imada bulundu, çiftçilerden biri de başını sallayıp denizaltılar dedi. Biri evinden büyük bir kamera getirdi, uzun tahta bacaklar üzerinde duran bir kutu. Flaşı manzarayı kanatıp silikleştirdi.
20 Ocak 1920’de adada doğmuşum. Doğum belgemde 30 Ocak 1920 yazıyor, çünkü babam o tarihten önce ana karadaki nüfus dairesine gidememiş. Büyük kış fırtınası yüzünden adadan kimse ayrılamamış. Annem sonunda ana karaya geçebildiğimizde, sahilin gümüş bir buz yolu gibi denizanalarıyla kaplı olduğunu söylerdi. Tanrı’ya şükür annem doğumdan sağ çıkmıştı, çünkü kimse ona yardım etmeye gelemezdi. Ada üç mil uzunluğunda ve bir mil genişliğindeydi; doğu sınırında bir deniz feneri, batısında ise karanlık bir mağara vardı. On iki aile, papaz ve deniz fenerinde çalışan Polonyalı Lukasz vardı. Evimiz Gül Kulübesi, rüzgârın avucunun içine alıp kuşattığı bir tepenin yamacındaydı. Baba rüzgâra karşı duruşundan ötürü ordunun pencerelerimizden tank yapması gerektiğini söylerdi. Cam yer yer eğilmiş ve kırılmıştı ama yine de çerçeveye sıkıca tutunuyordu. Geceleri yatak odasında, komşularımızın keçilerinin camdaki bir çatlaktan yavrularına seslendiğini duyabilir, bazen de evlerindeki mumun sanki dengede durmaya çalışan bir bozuk para gibi ışıldadığını görebilirdiniz.
*
Babam her zaman bana köpeğin adıyla seslenirdi. Balinanın geldiği gün, bahçede yanımdan geçip köpeğe seslendi. Şöminenin halısını temizlemeye çalışıyordum ama üstümde gümüşi bir tabaka bırakmasını izledim. Tatarcıklardan kurtulmak için gözlerimi kırpmam gerekti.1 “Tekneye gidiyorum, Elis,” dedi Babam. “Manod,” dedim. “Elis değil. Elis köpeğin adı.” “Biliyorum, biliyorum.” El salladı. Denize inen patikaya yöneldi. Lastik çizmeleri her adımda yapışkan bir ses çıkarıyordu. “Ben de öyle dedim,” dediğini duydum. “Manod. Ben de öyle dedim.” Bahçenin diğer tarafında, Babam uskumruları bir misinaya dizerek kurutuyordu. Köpeği çok severdi, bir sıra kurutulmuş balık sadece onun içindi. Babam benimle ya da kız kardeşimle neredeyse hiç konuşmazdı ama geceleri Elis’e uzun uzun bir şeyler mırıldandığını duyardım. Elis bahçedeki taş levhaların arasındaki yosunları koklayarak daireler çiziyordu, zar zor durdu, güçlükle dönüp baktı. Onun için bir balık kestim ama o nankör alıçların arasına daldı ardında küçük bir kurumuş toprak ve yaprak bulutu bırakarak. Elbisemdeki lekeyi ovaladım. Annemin eskilerinden biriydi, koyu renkli pazenin uçlarından iplikler sarkıyordu. Annem elbiselerini kendi dikerdi sonra bana da öğretti. Geniş cepli, rahat hareket edebileceği pratik şeyler dikerdi. Ben kadınların şapelde bıraktıkları dergilerdeki desenleri kopyalamayı severdim. Ana kara modası. Dergilerden, adadaki çoğu kişinin diğer her yerden on yıl geride giyindiğini fark ettim. Bazen bavullar karaya vururdu, içlerinde giyilecek ya da malzeme olarak kullanabileceğim eski giysiler olurdu. Bir keresinde dağ lalesi kırmızısı ipekten, sadece kalçasında küçük bir yırtık olan bir balo elbisesi bulmuştum. Bir tarafında küçük bir cep vardı ve içinden deniz kabuğu şeklinde altın kaplama bir pudra kutusu çıktı. Pudranın süngeri, sahibinin tenine temas ettiği için hâlâ turuncuydu.
*
Babam gittikten kısa bir süre sonra komşumuz geldi, üstü başı sırılsıklamdı. Karısının keçilerinden birini sağdığı tepeyi aşıp geldiğini anlamıştım. Durduğum yerden kokusunu alabiliyordum; koyun postunun nemi ve altındaki sırılsıklam gömleği. Karısı koşup yüzünü avuçlarına aldı. Onları izlerken kendimi tuhaf hissettim, orada öylece durup ellerimi saçlarımın arasında gezdirdim. Leah’ya söylediklerinin bir kısmını duyabiliyordum: Tekne olduğunu sanmıştık. Sence bu kötüye işaret mi? Leah’nın ellerinin kaskatı kesilip nefesinin boğazında düğümlenişini izledim. Adada bir kişi bile yüzme bilmiyordu. Erkekler nasıl yapılacağını öğrenmemişti, dolayısıyla kadınlar da. Deniz tehlikeliydi ve sanırım çok uzun zamandır onun tehlikeleriyle yaşıyorduk. Adadaki yaygın deyiş şöyleydi: Tekneden suya, tavadan ateşe, tekneden suya ve Tanrı yardımcın olsun! Bir zamanlar pirinçten tacı olan bir kral yaşarmış adada. O ölünce kimse kral olmak istememiş. Genç erkeklerin çoğu ya savaşta ölmüştü ya da ana karada iş bulmaya çalışıyordu. Burada kalanlar ise balıkçı tekneleriyle meşguldü. İşte böyle… Annemin dediğine göre kimse kadınlara fikrini sormamıştı.
Kız kardeşim elleriyle ekmeğine tereyağı sürdü, yerken parmaklarını da tek tek yalıyordu. Bunun için büyüdün artık dedim, o da bana dil çıkardı. Masadaki üç fincana çay doldurdum ve yükselen buharı izledim. Llinos önündeki fincanı döndürüp duruyordu, sanki her açıdan onu incelemek istiyordu. Elini saçlarının arasında gezdirdi. Annemin bizim için söylediği bir söz aklıma geldi: Ni allaf ddweud wrth un chwaer oddi wrth un arall. Bir kardeşi diğerinden ayıramıyorum. Aramızda altı yaş var ama sadece birimiz hâlâ çocuk, yani bu söz artık doğru değil.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBalinanın Ölümü
- Sayfa Sayısı240
- YazarElizabeth O'Connor
- ISBN9786050848977
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Leviathan ~ Paul Auster
Leviathan
Paul Auster
Parlak ve yetenekli yazar Benjamin Sachs, karlı bir kış günü bir yol kenarında, hazırlamaya çalıştığı bombanın patlamasıyla paramparça olur. Yakın dostu Peter Aaron, Benjamin’in...
- Yıkımın Çocukları ~ Adrian Tchaikovsky
Yıkımın Çocukları
Adrian Tchaikovsky
Adrian Tchaikovsky, Arthur C. Clarke ödüllü romanı Zamanın Çocukları’nın bu devam kitabında bizleri heyecan dolu ve destansı bir maceraya daha çıkarıyor. Binlerce yıl önce...
- İsa’nın Okul Günleri ~ J.M. Coetzee
İsa’nın Okul Günleri
J.M. Coetzee
David devamlı soru soran bir çocuktur. Simón ve Inés ise onu okula göndermez, Estrella’daki yeni evlerinde yetiştirirler. David oranın dilini öğrenir, arkadaş edinmeye başlar....