Önemsiz ve parasız bir Alman prensesi olarak dünyaya gelen Çariçe II. Katerina (sal. 1762-1796), hayata veda ettiğinde devasa ülkesinin mutlak hükümdarı; imparatorluğunun sınırlarını genişletmiş, stratejisini oluşturmuş, kurumlarını geliştirmiş imparatoriçesi; vatanının Batı sanat ve kültürüne yönelmesini sağlamış çariçesidir.
Bunun için dinini değiştirip Ortodoksluğa geçmesi ve Büyük Petro’nun torunu olan eşi Çar III. Petro’yu darbeyle devirmesi gerekmiştir. Büyük Petro’nun Batı’daki askeri ve idari yenilikleri ülkesine uyarlama anlayışını derinleştirerek sürdürmüş; ülkesinde sanatın, kültürün, eğitimin ve tıbbın gelişmesini sağlamış; hastaneler, okullar, yetimhaneler kurmuştur. St. Petersburg’daki Ermitaj Müzesi’nin temelini atmış, Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Çaykovski, Rimski-Korsakov gibi büyük sanatçılar yetişmesini sağlayan zemini oluşturmuştur. Avrupa’daki fikir hareketlerini ilgiyle takip etmiş, Voltaire, Diderot, Rousseau, Grimm gibi önemli aydınlarla yıllar boyunca mektuplaşmış, görüşmüştür.
Salgın hastalık baş gösterdiğinde kilisede sıraya girip ikona öpme geleneği olan halkına, ülkenin ilk çiçek aşısını kendine yaptırarak örnek olmuştur. Kadının geri planda olduğu bir Doğu memleketindeki erkeklerin birkaçının sevgilisi, bazısının arkadaşı, çoğunun anası ve hepsinin lideri olmayı bilmiştir.
III. Mustafa, I. Abdülhamit ve III. Selim’in saltanat dönemlerine denk düşen iktidarı, Osmanlı’nın gerilemesinin en önemli etkenlerindendir. Osmanlı’ya Kırım’ı kaybettiren, Karadeniz’i Ruslara açmaya mecbur bırakan, Ortodoks tebaası üzerinde onlara himaye yetkisi veren Küçük Kaynarca Antlaşması onun döneminde imzalanmıştır. Robert K. Massie, Rusya’yı büyük bir devlet yapan Büyük Petro için yazdığı efsanevi biyografinin ardından, aynı derin Rusya bilgisi ve kalem gücüyle, “bu devlete kudret katan” II. Katerina’yı anlatıyor.
*
Çariçe II. Katerina
Büyük Katerina
İmparatoriçe Katerina
1.Yekaterina
(1729-1796)
*1
BİR ALMAN PRENSESİ
1.Bölüm
Sophia’nın Çocukluğu
Prens Christian Augustus von Anhalt-Zerbst on sekizinci yüzyılda siyasi bakımdan ufak parçalara ayrılmış Alman toplum ve coğrafyasının her yanında rastladığımız, adı pek bilinmeyen, parasız asillerden biriydi. Ne olağanüstü meziyetlere ne de tepki uyandırabilecek kötü alışkanlıklara sahip Prens Christian, soyundan geldiği Junker* sınıfının sağlam değerlerini yansıtırdı: katı bir düzen duygusu, disiplin, namus, kanaat ve dindarlık; bunun yanı sıra dedikoduya, entrikaya, edebiyata ve genel manada dünyanın geri kalanına duyulan sarsılmaz bir ilgisizlik. Prens 1690 doğumluydu ve Prusya Kralı Friedrich Wilhelm’in ordusunda profesyonel asker olarak mesleki kariyerini yapmıştı. İsveç, Fransa ve Avusturya’ya karşı askeri seferlerde görevlerini titizlikle yerine getirmiş, öte yandan savaş alanında dikkat çeken bir başarı kazanamamış, meslek hayatını ileri götürecek veya duraksatacak herhangi bir özel vaka meydana gelmemişti. Bir keresinde sadık bir subayına ondan bahsederken “şu ahmak Zerbst” dediği duyulmuş olan kral, barış geldiğinde, İsveçlilerden yeni zapt ettiği Pomeranya’nın Baltık kıyısındaki Stettin limanının alay komutanlığını kendisine verdi. Otuz yedi yaşında hâlâ bekâr hayatı sürdüren Prens Christian, ailesinin ricalarına 1727 yılında nihayet burada boyun eğdi ve ardında bir varis bırakma işine koyuldu. En güzel mavi üniformasını kuşanıp, pırıltılı kılıcını takarak pek tanımadığı on beş yaşındaki Prenses Johanna Elisabeth von Holstein-Gottorp ile evlendi. Prensin evliliğini gelinin tarafıyla işbirliği halinde ayarlayan ailesi çok sevinçliydi; Anhalt-Zerbst soyunun geleceğini güven altına almakla kalmamışlardı, ayrıca Johanna’nın ailesinin düzey olarak kendilerinden bir basamak yüksekte bulunması da cabasıydı.
Çift aslında birbirine hiç uygun değildi. Aralarında yaş farkından kaynaklanan sorunlar vardı. Ergenlik çağındaki bir kızın orta yaşlı bir erkekle evlendirilmesinin sebebi genellikle niyetler ve beklentilerde yaşanan bir karışıklıktır. Fazla parası olmayan iyi bir aileye mensup Johanna ergenliğe eriştiğinde ebeveynlerinin yaşça neredeyse üç misli büyüğü saygın bir erkekle, kendisine hiç danışmadan düzenledikleri bu evliliğe rıza göstermekten başka çare bulamadı. Daha da fenası bu iki kişinin karakterlerinin ve mizaçlarının neredeyse tamamen tezat teşkil etmesiydi. Christian Augustus sade, dürüst, ağırkanlı, köşesinde oturan ve tutumlu bir insandı; Johanna Elisabeth ise karmaşık, hayat dolu, zevk peşinde bir kadındı ve para harcamayı severdi. Güzel kabul edilir, keman kaşları, açık renkli bukleli saçları, sevimliliği ve çevresini taşkınca memnun etme hevesiyle insanları kolaylıkla cezbederdi. Yaşı ilerledikçe abartma eğilimine girdiği bir yönü de toplum içinde ilgiyi hep üstüne çekme ihtiyacı duymasıydı. Zamanla başka bazı kusurları da ortaya çıktı. Aşırı derecede şen şakraklığı hafifliğini ortaya koyuyor; istediğini alamayınca sevimliliği huysuzluğa dönüşüyor ve hiddeti birden patlak veriyordu. Bu davranışlarının altında yatan ve Johanna’nın başlangıçtan beri bildiği gerçek ise evliliğinin feci -ve aradan geçen zamanla geri dönülmesi imkânsızbir hata olduğuydu.
Bunun birinci kanıtını yeni evlendiği eşinin kendisini getirdiği Stettin’deki evini ilk gördüğünde anladı. Johanna gençliğini fevkalade zarif mekânlarda geçirmişti. Holstein düklerinin yan kolunu oluşturan bir ailenin on iki çocuğundan biriydi. Lübeck’in Lüterci başpiskoposu olan babası onu yetiştirmesi için çocuksuz vaftiz annesi Brunswick düşesine emanet etmişti. Burada, yani Kuzey Almanya’nın en şatafatlı sarayında harika elbiseler, zengin bir arkadaş çevresi, balolar, konserler, havai fişek gösterileri, av partileri ve kahkahalı dedikodular arasında geçen bir yaşama alışmıştı. Mütevazı ordu maaşıyla yaşayan subay eşi Christian Augustus bunlardan hiçbirini temin edemezdi. Sunabildiği en iyi şey hiç durmadan esen rüzgârın ve yağmurların süpürdüğü parke taşlı bir sokakta gri taştan sade bir evdi. Kuzey Denizi’nin kasvetli sularına bakan ve katı bir askeri atmosferin hâkim olduğu surlarla çevrili kale şehri Stettin neşe, zarafet veya herhangi bir sosyal inceliğin gelişebileceği bir yer değildi. Garnizon hanımları renksiz hayatlar sürdürüyordu; şehir hanımlarının hayatları daha da bir renksizdi. Brunswick sarayının lükslerinden
ve eğlencelerinden henüz çıkmış hayat dolu bir genç kadından askerlik hayatına kendini adamış, katı bir tasarruf ekonomisine alışkın, sohbet değil de emir vermekten anlayan dindar bir eşle birlikte hayatını burada sürdürmesi, ufak bir bütçeyi idare etmesi isteniyordu. Kocası da evlenmekteki ana maksadında, yani bir varisin dünyaya getirilmesinde eşinin başarı kazandığını görmek istemekteydi. Johanna bu teşebbüste elinden geleni yaptı; neticede mutsuz olsa da görevini bilen bir eşti. Kalbinin derinliklerinde ise her zaman özgür kalmak arzusuyla tutuşuyordu: sıkıcı kocasından, öncekine kıyasla fakir hayatından, Stettin’in dar bakışlı taşra hayatından kurtulmak istiyordu. Daha iyisini hak ettiğinden her zaman emindi. Düğününden on sekiz ay sonra da nihayet bir bebeği oldu.
On altı yaşındaki Johanna anneliğin gerçeklerine hazır değildi. Hamilelik dönemine ancak hülyalara dalarak katlanabilmişti: Çocukları büyüyüp varlığının bir devamını oluşturacak, ihtiraslarını gerçekleştirmek için çıkacağı yolculukta hayatlarıyla önüne geniş yollar açacaklardı. Bu düşlerinde, karnında taşıdığı bebeğinin -ilk doğacak çocuğuydubir oğlan, babasına bir varis, fakat daha da önemlisi parlak meslek hayatına kılavuzluk edip nihayetinde başarılarını paylaşacağı yakışıklı ve müstesna bir evlat olacağını hayal etmişti.
Johanna’nın çocuğu Baltıkların serin ve gri renkli havasında, 21 Nisan 1729 günü sabah saat 2.30’da dünyaya geldi. Ne çare ki, bu minik bebek bir kızdı. Durumu daha iyi kabullenen kocası Augustus, Johanna ile birlikte bebeğe Sophia Augusta Friedricka ismini vermeyi uygun gördü. Johanna başlangıçtan itibaren içinde herhangi bir annelik duygusunu bulamadı veya ifade edemedi. Küçük kızına süt veremedi ve şefkat gösteremedi; beşikteki bebeğine bakmak veya kucağına almak için hiç zaman harcamadı; bunun yerine çocuğu derhal hizmetçilerin ve sütannelerin eline teslim etti.
Ruhi durumunun bir açıklaması doğumun neredeyse Johanna’nın hayatına mal olmasıydı; Sophia’nın doğumundan sonra genç anne on dokuz hafta boyunca yatağından kalkamamıştı. İkincisi ise Johanna’nın hâlâ çok genç ve hayattaki şahsi ihtiraslarını henüz hiç yerine getirememiş olmasıydı. Fakat geride yatan asıl çıplak sebep çocuğun oğlan değil kız oluşuydu. Oysa o sırada bilmesi mümkün olmasa da kızının doğumu ironik şekilde Johanna’nın hayatındaki en parlak başarısıydı. Bebek,
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Biyoğrafi-Otobiyoğrafi
- Kitap AdıÇariçe Katerina
- Sayfa Sayısı700
- YazarRobert K. Massie
- ISBN9786254298998
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hegel ~ Terry Pinkard
Hegel
Terry Pinkard
Modern düşüncenin kurucularından biri olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), genel olarak Prusya mutlakıyetçiliğinin dar kafalı savunucusu, anlaşılmayacak şekilde ve anlaşılmamak için yazmış asık...
- Dostoyevski ~ Andre Gide
Dostoyevski
Andre Gide
Dostoyevski biyografisini Andre Gide’in kaleminden sunuyoruz. Eser, Dostoyevski gibi bir yazın devinin çile dolu yaşamının yanı sıra asıl hayatını yönlendiren yazma tutkusunu da gözler...
- Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı ~ J.Randy Taraborelli
Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı
J.Randy Taraborelli
Marilyn Monroe’yla ilgili her şeyi bildiğinizi düşünüyorsanız… Bir daha düşünün. Dünyaca ünlü biyografi yazarı J. Randy Taraborrelli, Marilyn Monroe efsanesini gün yüzüne çıkarıyor ve...