Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Müntehir
Müntehir

Müntehir

Adnan İslamoğulları

Canip Bey bir süre ayakkabılara baktı. “Kusursuz cinayet yoktur ama kusursuz intihar vardır ve bu kusursuz bir intihardır,” dedi. Adnan İslamoğulları Müntehir’de polisiyenin sınırlarını…

Canip Bey bir süre ayakkabılara baktı. “Kusursuz cinayet yoktur ama kusursuz intihar vardır ve bu kusursuz bir intihardır,” dedi.

Adnan İslamoğulları Müntehir’de polisiyenin sınırlarını yeniden belirliyor. Müntehirden geriye kalan ve okurunu kendisine âşık edebilecek kadar sanatkârane bir metni arasında saklayan deftere yalnızca bir üst kurmaca vazifesi yüklemiyor, aynı zamanda böylesine sanatkârane bir metnin modern bir kurmacayı nasıl sırtlanıp da taşıyabileceğinin dersini veriyor. Bu, belki de iki yakanın bir araya gelmesi gibi.

Müntehir, son yıllarda “eğlencelik”, “dinlencelik”, “çerezlik” gibi kalıplara sıkışıp gitgide hor görülmeye başlanan polisiye türünü okurun zihninde yeniden konumlandıracak büyüklükte bir roman. Aperitif değil, hafif değil… “Çerezlik” hiç değil! İştahla yenmeye layık, başlı başına bir ana yemek.

Hülasa, Müntehir’le birlikte polisiye artık bildiğimiz polisiye değil…

*

1

Gazeteleri ve haber sitelerini taramaktan sıkılmıştı, Twitter’ı açtı. Gündemi yokladı, haber siteleriyle paralel başlıklar vardı. Akışa yöneldi. Barış yüreğimde / çam kokulu bir orman / varsın konsun dallarına / savaş denilen / yaşlı ağaçkakan, mısralarıyla Sunay Akın’ın “İlk Şiirim,” notunu düşerek attığı tweeti beğendi, RT yaptı. Dövülerek öldürülen Ali İsmail’in de fotoğrafı vardı tweette. Yine içi yandı Ali İsmail’e. Bir başka tweette Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamasını gördü. Gençlerimizi, çocuklarımızı ibadetlerini yapan nesiller olarak yetiştirdiğimiz zaman toplum olarak daha huzurlu ve mutlu olacağız, diyordu. Ülkeyi yirmi yıldan beri bu çocuklar yönetiyor, neden huzurlu ve mutlu değiliz acaba? diye söylene söylene bilgisayarı kapatıyordu ki bir tweet fark etti Aylin. Yerde sırtüstü yatan çıplak bir kadın fotoğrafı vardı tweette. Kullanıcıya baktı, fake hesap da değildi. “Beykoz ormanlarında akşam yürüyüşümü yaparken yoldan biraz içeride bir ağacın dibinde gördüm, polisi aradım, bekliyorum,” yazıyordu. Ne varsa bu Beykoz ormanlarında, ağaç yerine ceset bitiyor sanki, diye mırıldandı. Kadının özel bölgelerini siyah bir bantla kapatmıştı kullanıcı. İnsan ilk iş olarak polisi aramak yerine neden böyle bir fotoğraf çeker ve sosyal medyada yayımlardı, hiç anlaşılır gibi değildi. Hangi gerekçeyle olursa olsun takipçi kasmak diye buna diyorlardı galiba. Tweetin saatine baktı, bir saati geçmişti. Gündeme düştüğünü düşünerek Twitter’a döndü. Evet üçüncü sıradaydı. Haber sitelerine geçti, manşetteydi. Beykoz ormanlarında köpeğiyle yürüyüş yapan bir genç, köpeğinin huzursuzlanması ve havlayarak kendini yolun içine çekmesiyle ağaçların altında çıplak hâlde ve sırtüstü yatar vaziyette bir kadın cesedine rastlamış, polisi arayarak haber vermişti. Kadının kafasına bir kurşun sıkılmış, genital bölgesi ve göğüsleri hayvan damgalanır gibi yakılmıştı. Kimliğinin belirlenme çalışmalarının devam ettiği bilgisini vermişti emniyet yetkilileri. Genital bölgesinin ve göğüslerinin yakılması akla ilk olarak ihanet cinayetini getiriyordu. Umarım öldürüldükten sonra yakılmıştır da o acıyı çekmemiştir, dedi kendi kendine.

Tipik bir “Ya benimsin ya kara toprağın,” cinayetiydi Aylin’e göre. “Benim değilsen benden başkasıyla birlikte olamazsın,” diyen takıntılı, saplantılı ve obsesif bir sahiplenme söz konusuydu. Kadın zaten aile denen barınaklardan sahiplenilen bir canlı gibiydi. Kadının “Artık istemiyorum, ben gidiyorum,” deme hakkının olmadığı, sadece kadının sadakatsizliğinin cezalandırıldığı, ceza kanunundan bağımsız ve “Kadın Cinayetleri” başlığı altında bir defakto hukuk işliyordu. Reşit olmayan bir genç çocuğun, eline verilen silahla ablasını ya da bir akrabasını kurşun yağmuruna tutup öldürdüğü töre cinayetlerine alışkındı toplum. Fakat son yıllarda töre cinayetleri gündemden düşmüş, yerini kadın cinayetleri almıştı ve ülkenin her yanına yayılıyordu. Gün geçmiyordu ki eski kocası tarafından öldürülmüş bir kadın haberi olmasındı gündemde. Kapattı ekranı, bir film izlemek galiba en iyisi olacaktı.

***

Sabah erkenden uyandığında yine televizyon karşısında uyuyakaldığını anladı, izlediği filmi yine bitirememişti. Kahvaltı için dolabı açtı, bir domates, bir salatalık çıkarıp üzerine zeytinyağı gezdirdi. Biraz limon sıktı. Yoğurt çıkardı bir kâseye. Yarım dilim ekmek ve bir büyük bardak çayla kahvaltısını yaptı. Makineye kahve koyup balkona çıktı. Biraz sonra kahvesini de alarak dizüstü bilgisayarını açtı. Dünkü kadın cinayeti haber sitelerinin ve sosyal medyanın gündemindeydi. Kadının kimliği belirlenmişti, Leyla Sarıcakaya’ydı ismi. Mimar Sinan’da müzikoloji okumuştu. Sigortalı bir iş kaydına rastlanmamıştı. Twitter’daki yorumlara bakmaya başladı. Sosyal medya insanları her zamanki gibi insafsızdı. “İhanet etmiştir orospu,” merkezliydi yorumların çoğu. Sabahattin Ali’nin Bir peynir alırken bile önce tadarız, oysa insanlar hakkında karar verirken nasıl bu kadar çabuk karar veriyoruz? cümlesini hatırladı. Sosyal medya, kadını ihanet eden ve cezasını bulan bir orospu yapmıştı bile. Bu cinayetin arkasında mafyanın olduğuna karar verenler, kadının uyuşturucu kuryesi olduğunu ve mafyaya ihanet ettiğini yazanlar, dünyadaki mafya cinayetlerini örnek gösterenler, örgüt bağlantısı arayanlar da hatırı sayılır orandaydı. Fakat kadının masum olma ihtimalini değerlendiren yorumlar sadece birkaç taneydi. Onlar da kadın dayanışması yorumlarıydı. Google’da aradı Leyla Sarıcakaya ismini, aradığı Leyla’ya dair bir şey çıkmadı. Sosyal medyasının olmaması ilginçti.

2

Başhekim Prof. Dr. Canip Adalı hastanenin bahçesine girdiğinde polisler saat kulesinin etrafını emniyet şeritleriyle çevirmişler ve Savcı’nın gelmesini bekliyorlardı. Canip Bey, saat kulesine bakmamak için direnmişti. Polislere selam verdi. Komiser kendini tanıtıp “Sayın Hocam siz, şahsın tedavisiyle ilgilenen hemşire, hastabakıcı ve odanın temizlikçisi lütfen kalabalıktan ayrılıp bir arada durunuz ve telefonlarınızı Savcı Bey gelip olay yeri incelemesi bitene kadar arkadaşa teslim ediniz,” diyerek yukarıyı işaret etti. Başka yer bulamamış gibi, kuleye asmış kendini, diye kendi kendine söylendi. Bu sırada Canip Bey, kaçamayacağı bir vazife gibi yukarıya doğru baktı, baktığıyla arkasını dönmesi bir oldu.

Bir polis memuru elinde dosyalarla geldi. “Şahsın hastane kayıt ve tedavi dosyaları Komiserim,” dedi. “Tanıyor musunuz, intiharı bekleniyor muydu?” diye sordu Komiser. “Bir yıldır hastamdı, bu tip hastalarda intihar her zaman ihtimal dahilindedir,” diyerek kestirip attı, konuşmak istemedi Canip Bey. Birkaç adım uzaklaştı. Yardımcısı, sekreteri, doktorlar, hemşireler, idarî personel, hastabakıcılar ve hatta bahçıvan, üzüntüyle gelip başsağlığı diliyordu. Gerçekten de bir yakınını kaybetmiş gibiydi hepsi.

Komiser mesleki deformasyondan ya da ölümlere alışkın olduğundan olsa gerek intiharın şekline, kulede asılmaya odaklanmıştı. Bir yandan sigarasını içiyor ve yukarıya bakıp kafasını sallıyor, diğer yandan da taziye tablosunu izliyordu. “Hocam, şahıs yakınınız mıydı yoksa?” diye sordu. Haklıydı da. Herkesin bu derece üzgün olup Başhekim’e başsağlığı dilemesini yakınlıktan başka bir sebeple izah edememişti. “Hayır hastamdı,” dedi tekrar Canip Bey. Allah Allah, der gibi ve anlamamış hâlde dudaklarını büzerek hastanenin giriş kapısına yöneldi:

“Savcı Bey de geldi.”

Savcı arabasından inmiş, Komiser’in ve Başhekim’in yanına doğru yürüyordu ki, bir hasta kuledeki müntehire bakıp “Yüz liramı aldı, yüz liramı aldı, yüz liram onun cebinde,” diye bağırarak kuleye çıkmak istiyordu. İki hastabakıcı kollarına girip odasına çıkarmak için ikna etmeye çalışıyor ama zapt etmekte zorlanıyorlardı. Durmaksızın “Yüz liramı çaldı,” diye bağırıyordu hasta. Canip Bey cebinden bir yüzlük banknot çıkarıp yanına gitti hastanın. “Ben aldım ondan senin yüz liranı,” diyerek hastaya verdi. Parayı alan hastanın gözü hâlâ kuledeydi ama sakinlemişti. Yerine döndü Canip Bey. Savcı “Kimdir, parayla ne işi var bu hastanın?” diye sordu, merak etmişti. “İsmi Muhammed Martavil. Büyük bir iş adamı. Büyük bir iş adamıymış daha doğrusu. Mütevazı bir aileden gelip çok zengin olmuş, büyük bir servet edinmiş. Fakat zor ulaştığı servetini ve zenginliğini kaybetme korkusuyla önce bipolar olmuş, sonra da şizofreniye varmış durumu. Sanırım zenginliğin şizofreniye sürüklediği tek hastadır. Sonuç gördüğünüz gibi, baş edememiş zenginlikle. Bir de oda arkadaşı vardı, Suat Sürmeneli. Sadece ona saygı duyardı, geçtiğimiz hafta öldü arkadaşı. “Ben kuyucuyum, kuyu kazar su bulurum, susuz kalan insanlara su veririm. Ömrüm su dağıtmakla geçti. Son kazdığım kuyudan da su çıkardım. Kuyunun sahibi beni kuyuya itti, üzerime toprak doldurdu. Onun şimdi ihtiyaç sahibi olmayanlara dağıttığı tüm suların kuyularını ben açmıştım oysa. Ben kuyuda öldüm,” derdi hep. Yatağının başucunda Türk bayrağı asılıydı, öper öyle yatardı yatağına. “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorardım, “İdealist,” derdi. Arkadaşı öldüğünde Muhammed çok etkilendi. İlaç dozlarını artırdım. Muhammed’in söylediğine göre o yüzlük banknot da uğur parasıymış ve onunla tekrar zengin olacakmış. ‘Yüz liramı çaldı,’ diyerek zaman zaman hastanın birine saldırır bu sebeple. Ben de her seferinde ona bir yüzlük veririm, çünkü o yüzlüğü almadan sakinleşmez. Bir süre sonra yüzlük vermekle baş edemeyince fotokopisini çektirdiğimiz yüzlükleri vermeye başladım. Yüzlük banknot haricinde, bavulla para versen kabul etmez.” diyerek özetledi Canip Bey. Savcı üzüntüyle bakıyordu hastanın arkasından. “Birinin idealleri çalınmış, diğerinin parası. Hangi hırsız daha ahlaksız Hocam?” diye sordu Savcı. Canip Bey böyle bir soru beklemiyordu. “Bu, üzerinde çok düşünülmesi gereken bir soru,” dedi. “Ben ideal hırsızlığına idam isterim, para hırsızlığına ise kitapta ne yazıyorsa o. Allah insanı gördüğünden geri koymasın derler. Ne kadar doğru bir söz olduğunu bundan daha iyi anlayamazdık,” diyerek Komiser’e döndü tekrar.

Komiser elindeki dosyayı Savcı Bey’e verdi. “Olay yeri kapatıldı, bunlar hastane kayıt ve tedavi evrakları Sayın Savcım. Adli tıp uzmanı burada, ilk olay yeri inceleme yapıldı, boğuşma, olay yerine sürüklenme gibi izlere rastlanmadı. Başhekim, hemşire, hastabakıcı ve oda temizliğine bakan şahıs burada, cep telefonları emanete alındı,” diyerek ilk raporunu verdi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıMüntehir
  • Sayfa Sayısı232
  • YazarAdnan İslamoğulları
  • ISBN9786254087974
  • Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Beethoven’li Ölüm ~ Kriton DinçmenBeethoven’li Ölüm

    Beethoven’li Ölüm

    Kriton Dinçmen

    “Celâl Bey’in Yüksekkaldırım’daki gezintilerinin başka bir amacı da vardı: Fazilet ile buluşmadan önce, doğrudan doğruya Yüksekkaldırım’dan yukarı çıkar ve oradaki yaşlı bir Rum plakçıya...

  2. Dünyanın Uğultusu ~ Behçet ÇelikDünyanın Uğultusu

    Dünyanın Uğultusu

    Behçet Çelik

    Korku dolu bir şeydi dünyada olmak. Dünyayı düşününce minicik bir nokta sayılacak şehirde bile yalnızdı – şehrin uğultusunu bastıracak ikinci bir ses yoktu. Kendini...

  3. Baba, Oğul ve Kutsal Roman ~ Murat GülsoyBaba, Oğul ve Kutsal Roman

    Baba, Oğul ve Kutsal Roman

    Murat Gülsoy

    Yüzü olmayan adam rollerine çıkıyorum artık. Bu saatten sonra, karanlıkta her şey, her şeye dönüşebilir. Ay ışığı vurduğunda bir garip Âdem. Karanlıkta yüzü olmayan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur