Demir ökçeleriyle nam salmış III. Osman’ın Kostantiniyye’sinde şehrin muhtelif yerlerine gerdiği korsan mahyalarla tanınan büyük bir bela vardır; şakşakçılardan kavuk sallayanlarına, zübüklerden taht peşinde koşanlarına… hepsinin uykusunu kaçırır Mahya İblisi.
Elinizdeki kitap uçmayı bırakan sözlerin konduğu sayfalarla doludur; nereden geldiği meçhul garip ve acayip inlemeleri, cadı kahkahalarını, cin kıkırdamalarını, hortlak feryatlarını da duymanız pek mümkündür. Hürer Ebeoğlu, gerçeklerle hülyaların karıştığı bu romanda kafeslerle çevrelediğimiz vicdanlarımızı sahici bir hesaplaşmaya davet ediyor.
Mahya İblisi gitmeden önce gözünü tıkabasa Kostantiniyye’yle doldurdu. Bu dünya üzerinde kuracağı son hayal elbette ki Süleymaniye’nin minareleri arasına gerilmiş bir korsan mahya olmalıydı: KUL OLMA İNSAN OL.
*
İstanbul’da çok şair vardır ve evvel zamanda da o kadar çok şairin sokaklarında yaşamasına izin vermiştir ki bu şehir, hiçbir şairin yaşamadığı tek bir sokağı bile kalmamıştır. Sadece bir “çıkmaz” vardır ki hiç şairi olmamıştır bu çıkmazın, sekiz apartmanıyla nispeten kısa ve güdük bir sokaktır, orada yaşayanları gücendirmemek için ismini vermeyeceğim bu çıkmazın en tanınmış sakini bir “harf ekleyicisi”dir. Yetmişli yıllarda yaşayan bu harf ekleyicisinin hiçbir eseri günümüze ulaşamamış maalesef.
Bunu niçün anlattım? Şairler Parkı’nda, üzerine bir kalp kazınmış olan bir bank vardır; kalbin bir lobuna B, diğer lobuna K harfi kazınmıştır, Basri ve Keriman’ın yahut Buket ve Kemal’in aşkları vesilesiyle yapılmış bu resmin tam ortasına sonradan koca bir O harfi eklenmiş ve böylece Buket ve Kemal’in yahut Basri ve Keriman’ın aşkları “BOK” edilmiştir. İşte bu O harfini ekleyen muzır harf ekleyicisinin hiçbir şairin oturmadığı o çıkmazda oturan ve yetmişli yıllarda eserler veren harf ekleyicisi olduğu söylenir ki araştırmalarım neticesinde bunun doğru olmadığı sonucuna vardım. Danıştığım Kazınmış Tahtalar Uzmanı Lale Pelikan sonradan eklenen O harfinin B ve K harflerini kazıyan kişi tarafından yapıldığını tespit etti, aşkın taraflarından biri olan ve isminin baş harfi K ya da B olan bu kişinin, isminin baş harfi K ya da B olan diğer kişiden ayrıldığını düşünmemek için hiçbir sebebimiz yok.
Bunları niçün anlattım? Çünkü Salacak’ta Kız Kulesi’nin en hüzünlü göründüğü noktada üzerinde “Unutma, unutma, Mahya İblisi’ni unutma” yazan bir bank vardır ki hiçbir harf ekleyicisi ya da çıkarıcısı bu banka dokunmamıştır. Kazınmış Tahtalar Uzmanı Lale Pelikan’dan edindiğim bilgiye göre, İstanbul’daki en eski bank yazılarından biridir bu ve yazarının kim olduğu bilinmemektedir. Yazıda ismi geçen Mahya İblisi’nin gerçekten yaşayıp yaşamadığı konusunda tartışmalar sürüp gitmektedir. Bir kısım tarihçi bu adamın uydurma bir kişi olduğunu söylese de “bir kısmın dışındaki” tarihçiler onun gerçekten var olduğunu düşünmektedir, bu tarihçiler İstanbul’un kutsal kâsesi sayılan İblis Sarnıcı’nın bir gün elbet bulunacağına inanmaktadır aynı zamanda (Mahya İblisi Sarnıcı’nın çoktan bulunduğunu ve içindeki mahyalarla birlikte yok edildiğini düşünen tarihçi sayısı da epey fazladır). Efsaneye göre bu sarnıç Mahya İblisi’nin hazırladığı putperest mahyalarla doluymuş: On sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan Mahya İblisi aynı mahyadan iki tane hazırlarmış; birini halkın göreceği yere gerer, diğerini gelecek nesillere kalsın diye kimsenin bilmediği eski bir Bizans sarnıcına saklarmış. Mahya İblisi’nin varlığına inanan tarihçilerden biri de Şakir Erdem Masalcı’dır ki kendisi benim berberimdi bir zamanlar, tarihçiliği hobi olarak yapmaktaydı.
Kimsenin tanımadığı bu değerli tarihçimiz vefat etmeden önce bendenize yazdığı bir metni emanet etti. Mahya İblisi’nin yakalandığı akşam İstanbul’da yaşanan birtakım acayipliklerin ve tarihi kayıtlara da geçen büyük yangının anlatıldığı metnin bir kurmaca olmadığını söyledi. Tabii ki bazı boşlukları doldurmuş, hikâyeyi ve karakterleri daha canlı kılmak için bazı detaylar eklemişti. Lakin o büyülü akşam kesinkes yaşanmıştı, çünkü bizzat o büyülü akşamı yaşayanlar olan biteni kendinden küçüklerin kulağına fısıldamıştı, küçükler de büyüyüp başka kulaklara aktarmıştı her şeyi. Bugüne dek sönmeyen bir yangın gibi titreşmişti hikâye; hiçbir şey yazıya dökülmemişti, çünkü herkes bilir ki –dedi değerli tarihçimiz– bir hikâye yazıya döküldüğünde artık kıpırdanmayı bırakır ve taşa dönüşür, uçan sözler taşlaşan yazıdan yeğdir her zaman.
Buna rağmen, “Günümüzde, bu telaşlı ve tahammülsüz çağda, insanların hikâyeleri kulaktan kulağa aktarma devri bitmiştir” de dedi değerli tarihçimiz. Bu sebeple hikâyenin sayfalara işlenme ve taşa dönüşme zamanı da gelmiştir, çünkü taş zamana öyle bir direnir ki… Bunu üstüne bastığımız yerkürenin birçok yerinde görmekteyiz.
Elinizdeki kitap uçmayı bırakan sözlerin konduğu sayfalarla doludur, tarihçi dostumun kulaktan dolma bilgilerinin ne kadarının doğru ne kadarının tıkabasa efsane ve masal dolu bir zihnin sayıklamaları olduğuna siz karar verirsiniz. Haddim olmayarak eski kelimelerle dolu bazı cümleleri sadeleştirdiğimi ve bazılarına modern kelimeler eklediğimi de belirtmeliyim ki bunu yaparken tek amacım metnin okunmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırmaktı.
Şakir Erdem Masalcı’nın arkadaşı H.
BİR
“Zamânımızda harâbdur didigiñiz dünyâ,
ne vakitde ma‘mûr u âbâdân idi?”
Hâb-nâme-i Veysî
Böcek Korkud gediklisi olduğu “gediksiz” meyhaneden çıkarken mutlu mu yoksa kederli mi olduğunu idrak etmeye çalışıyordu. Gündüzleri peynirci olup akşamları meyhaneye dönüşen bu mezbeleyi gammazlamaması karşılığında her akşam bir kadeh misket şarabını mideye indirirdi. Sığır topuğunda içtiği şarap beleş olduğu için daha bir tatlı gelirdi ama bu akşam ne tatlı diyebiliyordu şarap için ne de ekşi… Munis bir insan olduğu her halinden belli olan ama milletin, “Destur… Böcek Çavuş!” deyip iki adım geri çekildiği bu tekinsiz adamdan korktuğu için onunla pek ülfet edemeyen Rum meyhaneci sanki bu akşam onun mutlu mu yoksa kederli mi olduğunu idrak edemediğini sezmiş de yardımı olsun diye bir kadeh şarap daha ikram etmişti. Gel gör ki ikinci kadeh Böcek Korkud’un idrak yollarını iyice tıkamıştı.
Mutlu olduğundan emin olması gerekiyordu esasen. Milletin “Mahya İblisi” adını taktığı, neredeyse altı aydır onu peşinden koşturan uğursuz haramzadeyi yakalamıştı bu akşam. Birbirine yakın iki evin, ağaçların, bazen de kendi diktiği sırıkların arasına “korsan” mahya geren bu zındıkoğlu zındık Kostantiniyye şehrinin başına bela olmuştu. Gerdiği iplere kandillerle
“ŞAKŞAKÇI OLMA”
“ÖNÜNE GELENE KAVUK SALLAMA”
“KORKMA MAHKEME-İ KÜBRA KAPANDI”
“BU SENE YİNE İYİ ZÜBÜK YAPTI”
“CARİYELİK YASAKLANSIN”
“PADİŞAHIM TAHTINA BİR
KERE OTURAYIM MI?”
gibi putperest iletiler yazan rezil köpek, her defasında asesler gelene kadar gözden kaybolmayı başarıyordu. İlk korsan mahyasından beri her işinde ipe bir pusula iliştirmeyi de ihmal etmemişti soysuz. Pusulada hep aynı şey yazıyordu; bu kâfirliği, “Bu kârhanenin zevali yoktur” dediği için idam edilen Nadajlı Sarı Abdurrahman Efendi’yi yâd etmek için yaptığı…
Taş çatlasın yirmi yaşında olan Mahya İblisi dal gibi zayıf, maymun gibi çevik bir oğlandı. Böcek Korkud bir keresinde onun bir caminin minaresine örümcek gibi tırmandığını, halatla aşağı kayarak bir evin çatısına indiğini, üç adam boyundaki çatıdan aşağı taklalar atarak uçtuğunu ve iki ayak üzerinde yere konduğunu gözleriyle görmüştü. Zaten yakalanmasına da bu lüzumsuz nümayişi sebep olmuştu. Maymunluklarını gördükten sonra onu cambaz, hokkabaz, kaykaybaz, perendebaz taifesi içinde aramayı akıl eden Böcek, çok geçmeden oğlanın izini buldu. Suçüstü yapmak için uygun zamanı bekledi ve bu akşam Süleymaniye’nin minareleri arasına mahya gererken iblisi yakaladı. Evet, Koca Mimar Sinan Ağa’nın bildiğimiz ulvi Süleymaniye’si!
“Ancak yakalanmak isteyen biri böylesi mecnunane bir işe kalkışır” demişti Süleymaniye’nin imamı. Doğruydu. Acaba bu yüzden mi kayıtsız şartsız “mutluyum” diyemiyordu Böcek? Çocuk bile bile mi yakayı ele vermişti? Yeniçeriler tarafından kargatulumba kolluğa götürülürken bağırıp duruyordu.
“Hatırla, hatırla, Nadajlı’yı hatırla!”
Ama ne kadar gönülden ne kadar arzulu bağırıyordu münkir münafığın soyu. Kelimeler kan içindeki ağzından âdeta raksederek çıkıyordu. Kafası yarılmış, burnu kırılmıştı şimdiden, daha başına neler neler gelecekti ama yine de “Mahya İblisi” kisvesini sıyırmıyordu üzerinden, aman dilemiyordu, boyun eğmiyordu. Bostancıbaşıya teslim edilmeden önce kollukta çocuğa sormuştu, “Başına gelecekleri biliyor musun?” diye.
“Biliyorum” demişti çocuk, ağzı burnu başka başka yerlerde olmasına rağmen, her nasılsa sırıtmayı becererek.
“Sırıttığına göre pek bilmiyorsun. Anlatayım mı?”
“Seni mutlu edecekse… Anlat.”
Böyle dehşetli, kanlı hikâyeleri ballandıra ballandıra anlatmayı çok severdi Böcek. Hele hele bahsedilen eziyetler dinleyenin başına gelecekse kaymak ve şerbet de katardı üzerine, macun kıvamına gelene kadar bir güzel karıştırırdı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıMahya İblisi
- Sayfa Sayısı
- YazarHürer Ebeoğlu
- ISBN9789752212961
- Boyutlar, Kapak 13,3x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sırr-ı Sinan ~ Rıza Keskin
Sırr-ı Sinan
Rıza Keskin
Mimar Sinan ve Leonardo Da Vinci arasındaki bağ ne? Lourve Müzesi’nde Leonardo Da Vinci konusunda uzman olan Çiğdem’in Fransa’dan Topkapı Sarayı’na uzanan akıl almaz...
- Metrestepe ~ Üstün Dökmen
Metrestepe
Üstün Dökmen
Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı alanlardan biri de Bozüyük yakınlarındaki Metristepe’dir. Kurgu bu ya, bir inşaat firması, 2000’li yıllarda Metristepe yakınlarında, villalardan oluşan bir site yapar,...
- Aşkın Sen Hali ~ Cem Yılmaz Turan
Aşkın Sen Hali
Cem Yılmaz Turan
Hayatın yıkıcılığı karşısında kendi iç dünyalarına sığınan sıradan insanların hikâyesini, komik ve hüzünlü bir dille yazan Cem Yılmaz Turan’ın ilk romanı, Aşkın Sen Hali…...