Metin Özdemir, hikâyelerindeki yalın üslûbu, eleştirel tavrı ve ironik diliyle hikâyelerini bir arada topladığı Eşikte kitabıyla okuyucusunu selâmlıyor. Dergâh, Heceöykü, Sarnıç ve Türk Edebiyatı gibi köklü dergilerde yayımlanan hikâyeleriyle dikkat çeken yazar, zaman zaman gerçekdışı unsurlara yer verse de, somut-gerçekçi bir anlatımı tercih ediyor. Eşikte, belli bir zamanda ve mekânda, gelenekler ve toplumsal ilişkiler ile şahsi çatışmalar ve açmazlar arasında sıkışıp kalan, hayatında bir kapı aralamak isteyen ve yeni bir ışık arayan kahramanların çoğunlukta olduğu bir kitap. Hastalık, mutsuzluk, modern hayatın sıkıntıları karşısında bireyin kuşatılmışlığı, ölüm korkusu ve yolculuklar gibi bireysel temaların yanı sıra bilhassa 1970 ve 1980’li yıllardaki hayat tarzı ve toplumsal değişime hikâyelerinde yer veren Metin Özdemir, geniş bir yelpazede farklı insanlık durumlarına temas ediyor.
“Bazen uzanıverse dokunacak gibi saydamlaşırdı önünde her şey… Her seferinde buldum sanıp heyecanla uzanan çaresiz elleri kalakalmıştı boşlukta. Bazen de, kovalanan ama bir türlü erişilemeyen, yaklaştıkça uzaklaşılan bir serabın peşi sıra bir sağa, bir sola koşuşturuyor… Ansızın bir çölün ıssızlığında son buluyordu bu sürükleniş. Gerisi tam bir kıyım. Uykuları bile talan ediliyordu. Kuşatılıyor, hem kılıçlanıyordu. Kılıcı tutan eller kendi elleriydi. Başka kim onu böyle lime lime edebilir ki! Her kıyımın sonu kıyamdır, bunu biliyordu. Doğruluyor ve yürüyordu.”
İçindekiler
Benim Gibi Biri
•
Yazgının Didaktiği/ 13
•
Overlok / 20
•
Benim Gibi Biri / 28
•
Gölgeler / 34
•
Günce / 43
•
Balon / 49
•
Eşikte
•
Talaş Kokusu / 57
•
Umut Diye Bir Şey / 66
•
Yüzleşme / 74
•
Eşikte / 82
•
Ocak
•
Kehribar Renkli Kedi / 91
•
Ocak / 97
•
Muhalif / 106
•
Bilardo Topu / 114
•
Şeytan Geçidi / 121
“SÖZCÜKLERİN YÖNETİCİSİNE,
o her kimse:
Bana karanlık sözcükler ve açık sözcükler ver,
ama çiçek istemiyorum, kokularını kendine sakla.
Ben, dökülmeyen, solmayan sözcükler istiyorum.
Dikenler ve kökler, bir de ender,
çok ender olarak, saydam bir yaprak istiyorum,
ama başka sözcükleri istemiyorum,
onları zenginlere dağıt.”
Elias Canetti
Yazgının Didaktiği
Korkuyla kundaklanan ruhum
Var’la yok arasında
Kurulan salıncakta.
Şenol Koçhan
Bugün öldüm. Aniden oluverdi üstelik. Böyle kolay ve hızlı olsun istemişimdir hep. Ölüm ölümmüş meğer, hızlısı yavaşı yokmuş. Bekleneni, beklenmeyeni varmış. Ne yalan söyleyeyim, beklemiyordum hiç. Şaşırdım kaldım. Karım da öyle… Önce seslendi, sonra (ona hep yakıştığını düşündüğüm bir çalımla), “Keyfin bilir ben başlıyorum kahvaltıya,” dedi. İçine sinmemiş olacak, tekrar çağırdı. Ses çıkmayınca ağzında lokma yaklaştı. Sarstı. Soğumuş tenime dokundu. Ürperdi… Çığlık atarak benden uzaklaştı. Ne değişmişti de böyle, benden korkmuştu… Hâlâ ağzımda dün akşam yediklerimin paslı tadı duruyorken korkmalı mıydım kendimden?! Panikle annesini aradı. Ardından teyzesini. Dostlarımı aramak geldi aklına, neden sonra yakınlarımı. Kısa sürede uğultulu bir kalabalık doluştu eve. Biri alışkın hareketlerle çenemi bağladı. Kapıyı çektiler üzerime. Aramızdaki sınır da belirlendi. Şimdiden ak çarşaflı yatağım mezar, odam bir mezarlıktı. Daha dün dertleşip söyleştiğim, bana gönlünü, kucağını açan insanlar; korkarak ve kutsayarak uzaklaştırdılar beni kendi dünyalarından. Bağırmak istiyorum! Sesim çıkmıyor… Çaresiz içime gömüldüm. Ne olacak sonum! Hayıflandım. Bir mezar yeri bile edinmemişim. Kulaklarımda bir dua tümcesi, “Kendine mezar değil, mezara kendini hazırlayan kullarından eyle…” Hazır mıyım diye soruyorum kendime, bilmiyorum! Bir hayli zamanım olduğunu sanmıştım oysa. Yanılmışım. Gerçi hâlâ inanamıyorum başıma gelenlere. Kirpiklerimi bile kımıldatamıyorum, ama bilincim işliyor. Nasıl oldu, nasıl oldu diye sorup duruyorum kendime. Kâbus mu? Derken bir fren sesi işitiyorum, bir kıvılcım çakıyor belleğimde. Yolun ortasında iki kişiyiz. Bir fren sesi… Otomobilin camından yansıyan çiğ bir gün ışığı alıyor gözümü. Sonrasını hatırlamıyorum. Orada mı bitti her şey, yolda mı, hastanede mi, yoksa evde mi, nerede? Peki ya öncesi… Ne tesadüf(!) dün sabah, Yahya Efendi Dergâhı’nda, ağaçlarla süslü bir taraçadan Boğaz’ı seyrediyordum. Restorasyon nedeniyle bir türlü ziyaret edememiştim dergâhı. Ortaköy’den Beşiktaş iskelesine doğru yürürken, set üstünde gezinenleri görünce ayaklarım kendiliğinden daracık taş yokuşu tırmanıverdi. Boğaz sırtlarına yaslanmış eski kabristanlarda ölümden öte bir sıcaklık bulmuşumdur hep, bir de tekkelerin kuytu köşelerine sığınmış faniliğin timsali eski hazireler… Sakız ağaçlarının, servi ve çınarların kıvıl kıvıl yapraklarından güneşin tesir etmediği koyu gölgeliklerde soluklanır, heceleyerek de olsa mezar taşlarındaki eski yazıları sökmeye çalışırım. Biraz yürüyünce çınar ağacının göğe başkaldıran dalları arasından fosfor gibi parlayan, “Denizi göreceksin sakın şaşırma…” Hep böyle olur. Yine de şaşırtır beni Boğaz’ın tirşe gamsızlığı. Yitip giden ümitlere ve düş kırıklıklarına aldırmadan, ömürlerimizin arasından bin yıllardır akıp gitmektedir Boğaz. Yahya Efendi’de de aynısı oldu; Tevhithane’yi geçip sağlı sollu mezar taşlarının arasından yürüdüm. Binlerce gamlı ayağın cilaladığı taş yolun dirsek vererek yukarı kıvrıldığı yerde, ceviz ağacının yapraklarıyla bir renk yemişleri arasından Boğaz’la burun buruna geliverdim. Ne garip, karımla da bir kabristanda, Aşiyan’da tanışmıştık. Onca ölü ozanı bir arada görünce adını da ‘edebî istirahatgâh’ diye değiştirivermiştik. Ah ozanlar! “Uyudun, uyanamadın olacak,” diyerek ölümü bile sevdirmediler mi bize? Ağulu bir şerbet gibi içimize akıtarak. O gün zamanın ötesinden kendi sesleriyle seslenmiştim şairlere. Bıraktıkları sesin, içimizde yankılanmayı sürdürdüğünü haykırmak istercesine… Aşiyan’ın yamaçlarında ilerledikçe ölüm hissinin bunluğu dağılıvermiş, manzaraya -ve hayata- panoramik bir bakışla birlikte büsbütün bir iyimserlik duygusu kaplamıştı içimi. Huzur burada elle tutulacak gibi oluyor, ölüm düşüncesi bile daha kolay katlanılır bir hâl alıyordu. Bir de köyümün ıpıssız bir dağ başında, kapkara yalnızlıklar içindeki kabristanını düşündüm; yaz boyunca kızgın güneşlerin kavurduğu, kışın soğuk rüzgârların esip aşındırdığı yorgun mezar taşlarını… İçime bir ürperti çöktü, anlatılır gibi değil. Gecesi ayrı kasvet, gündüzü ayrı… Çok zaman, “Beni o mezarlığa gömmeyin,” diyecek oldum karıma, vazgeçtim. Boşuna zorluk çıkarmayayım diye. Dönemeçten yukarı kıvrıldığımda bir fıskiye sesi işittim. Az ileride yaşlıca bir görevli, gösterişli bir mezarın üstündeki çiçekleri suluyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıEşikte
- Sayfa Sayısı128
- YazarMetin Özdemir
- ISBN9786051554907
- Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Elgin Taşlar – doksanüç loş hikâye ~ Enis Batur
Elgin Taşlar – doksanüç loş hikâye
Enis Batur
“Vaktim olsaydı, daha kısa yazardım,” doğru. Vaktim kalmamış olabilir, doğru. Bu hikâyeleri uzaktaki bir kuyudan çektim. Taşların menşei sahiden şüpheliydi. Derine indikçe azalıyordu ışık,...
- Acımak ~ Reşat Nuri Güntekin
Acımak
Reşat Nuri Güntekin
Reşat Nuri Güntekin, 1928 yılında yayımlanan bu eserinde; çalışkan, başarılı, ancak zaaf gösterenlere acımasız olan Zehra öğretmen ile babası Mürşit’in bakış açılarından dramatik yaşam...
- Çocukluğun Gölgesi / Birinci Cilt: Poyraz – Bozkış ~ Hasan Sever
Çocukluğun Gölgesi / Birinci Cilt: Poyraz – Bozkış
Hasan Sever
Bozkırda diyar diyar dolaşan bir derviş ve çırağı, geçmişten aldıkları kültürel emaneti sözün büyüsüyle yeni bir zamana taşımaktadırlar. Bugünden yarının düşünü kuran gençler ise...