Türkiye’de milliyetçiliğin, sağın ve antikomünizmin tarihine ilişkin kitapları ve biyografi çalışmalarıyla tanıdığımız Fatih Yaşlı, bu kez, Türkiye’de yönetici sınıfın hegemonya krizleriyle dinselleşme arasındaki tarihsel ilişkiye ışık tutuyor.
‘‘1923 paradigması nasıl çöktü, Cumhuriyet neden yıkıldı?’’ sorusundan yola çıkan Yaşlı, Türkiye’de düzenin üç farklı dönemeçte yaşadığı hegemonya krizlerini aşabilmek için devletle Türk sağı arasında bir mutabakat kurulduğunu ve bu mutabakatın da temelini antikomünizmin oluşturduğunu ileri sürüyor. Bu mutabakatın bir ürünü olarak 1946-1980 yılları arasında Türkiye’de kişileriyle, yayınlarıyla ve örgütleriyle antikomünist bir şebekenin ortaya çıktığını savunan Yaşlı, 2000’li yıllardan başlayarak yaşanan tedrici rejim değişikliğini anlamak için bu antikomünist şebekeyi merkeze alan bir tarih okumasına ihtiyacımız olduğuna dikkat çekiyor.
Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden İlim Yayma Cemiyeti’ne, Büyük Doğu dergisinden Milliyetçiler Derneği’ne, Milli Türk Talebe Birliği’nden Aydınlar Ocağı’na bir şebekenin adım adım inşa edilişini gözler önüne seren çalışma, bu geleneğin AKP’nin kurmaya çalıştığı yeni rejim üzerindeki siyasi ve ideolojik etkisini çarpıcı ve berrak bir şekilde ortaya koyuyor. Antikomünist Şebeke, Türk sağının şeceresini çıkarmaya yönelik kapsamlı bir çalışma olmanın ötesinde, Türkiye tarihini tarihsel maddeci/sınıfsal bir perspektiften okuma çabalarına ufuk açıcı bir katkıda bulunarak, deneyimlemeye devam ettiğimiz şiddetli hegemonya bunalımını anlamaya ve açıklamaya yönelik yeni bir pencere açıyor.
İçindekiler
Giriş …………………………………………………………. 9
BIR INCI BÖLÜM
Soğuk Savaş, Antikomünizm, Dinselleşme …………………… 29
İ KINCI BÖLÜM
İlim Yayma Cemiyeti, İskenderpaşa Cemaati,
Milli Görüş Hareketi ………………………………………. 76
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Büyük Doğu, Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu ………………….. 112
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Türk Milliyetçiler Derneği, Atsız, Türkeş ……………………. 163
BEŞINCI BÖLÜM
Komünizmle Mücadele Dernekleri ………………………… 199
ALTINCI BÖLÜM
Antikomünizmin Çatı Örgütü: Milli Türk Talebe Birliği …….. 225
YEDINCI BÖLÜM
Aydınlar Ocağı, İbrahim Kafesoğlu, Turgut Özal ……………. 264
SEKIZINCI BÖLÜM
AKP’nin Tarih Öncesi ve Antikomünist Şebeke ……………… 313
SONUÇ YERİNE
Bir Teorik Çerçeve Denemesi:
Üç Hegemonik Kriz, Üç Dinselleşme Dalgası ………………. 332
KAYNAKÇA ………………………………………………… 372
DIZIN ……………………………………………………… 381
Giriş
Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşunun yüzüncü yıl dönümünü bir dizi tartışmayla geride bıraktı. Bu tartışmaların gerçekleştiği maddi zemini ise yirmi iki yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı oluşturuyordu. Üstelik bu tartışmalar yapılırken AKP, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına tekabül eden 2023 seçimlerini de kazanmış ve 2028’e kadar ülkeyi yönetme hakkını bir kez daha elde etmişti. Bu ne anlama geliyordu peki? Bunun anlamı, “kurucu ötekisi” Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in şahsında cisimleştiği Mustafa Kemal Atatürk olan bir siyasal ideolojinin, yani siyasal İslam’ın içerisinden çıkıp gelen bir partinin, Cumhuriyet’in yüz yılının yirmi ikisinde ülkeyi yönetmesi ve bir beş sene daha yönetmek için gereken oyu almış olmasıydı. Üstelik bu parti geride kalan yirmi iki yıl boyunca Cumhuriyet rejimini tasfiye etmek için birçok adım atmış ve kendi tahayyülüne uygun bir rejim inşasına girişmiş, hayli de yol almıştı. Peki Cumhuriyet yüz yılını geride bırakırken, Türkiye neden bu yüz yılın yirmi ikisini Cumhuriyet karşıtı olan ve bu karşıtlık üzerine kurulu yeni bir rejim inşa etmeye kalkışan AKP’nin yönetimi altında geçirdi, bu “anomali” nereden kaynaklandı? “1923 paradigması nasıl çöktü, Cumhuriyet neden yıkıldı”, diye de formüle edebileceğimiz bu soruya Türkiye’nin akademik ve entelektüel çevrelerinde verilen beylik ama aynı zamanda genel kabul gören cevabın ne olduğunu biliyoruz. Sağlı sollu liberallerin ve muhafazakârların-İslamcıların benimsediği bu cevap özetle şöyleydi: Osmanlı-Türkiye modernleşme süreci ve Cumhuriyet tepeden halka dayatılan, baskıcı, ceberut, vesayetçi bir karaktere sahipti. Modernleşmeci elitler, yani merkez, mütedeyyin halk kitlelerine, yani çevreye, kendi modernleşme projesini zorla dayatmış, çevre de merkezin bu baskısına karşı din temelli çeşitli direniş stratejileri geliştirmiş, çevrenin içerisinden çıkıp zamanla mütedeyyin halk kitlelerinin siyasi temsilcisi hâline gelen özneler, merkeze karşı uzun yıllar süren bir mücadele vermişler ve sonunda çevreyi iktidara taşımışlardı. Elinizdeki çalışma söz konusu soruya tam tersi bir yanıt veriyor ve illa bu kavramları kullanmak gerekirse, “merkez”le “çevre” arasındaki bir mutabakattan söz ederek Cumhuriyet’in sonunu getirenin bu mutabakat olduğunu öne sürüyor. Mutabakatın temelinde ise esas olarak antikomünizm/komünizmle mücadele bulunuyor ve bu mutabakat Soğuk Savaş konjonktürüne denk düşüyor. Türkiye’de düzen, kitap boyunca ayrıntılı bir şekilde ele alınacağı üzere farklı dönemlerde yaşadığı hegemonya krizlerinde dinselleşmeyi yardıma çağırıyor ve devletle Türk sağı ya da aynı anlama gelmek üzere merkezle çevre, bu hegemonya krizinin üstesinden gelmek için gerilimli ve kırılgan bir nitelik taşısa da antikomünizm temelli bir mutabakat kuruyor. Bu mutabakatın bir ürünü olarak, 1946-1980 yılları arasında Türkiye’de kişileriyle, yayınlarıyla, örgütleriyle bir antikomünist “network”, antikomünist şebeke ortaya çıkıyor. Bu şebekenin 12 Eylül sonrasına devrettiği mirasın sonucu ise 1990’ların sonunda yeni bir hegemonya bunalımına giren düzenin bir kez daha dinselleşmeyi yardıma çağırması oluyor ama bu sefer geri dönüşsüz bir süreç gerçekleşiyor ve dinselleşme adına açılan kapılardan girenler 2000’lerin başında devleti ele geçirip adım adım rejimi değiştiriyorlar. İşte Cumhuriyet’ten rövanş alma ve yeni bir rejim inşa etme heveslisi siyasal İslamcı bir partinin yirmi yılı aşkın süredir devam eden iktidarına giden yolda iz sürmek için bu mutabakatı ve onun sonucunda ortaya çıkan antikomünist şebekeyi merkeze alan bir tarih okumasına ihtiyacımız var.
Antikomünist mutabakatın tarihi Soğuk Savaş’ın başlangıcına uzanıyor ve antikomünist şebeke kendisini var edeceği zemini elbette ki Soğuk Savaş dünyasında buluyor. 2. Dünya Savaşı bittiğinde Soğuk Savaş’a girmeye en az ABD yönetici sınıfı kadar hevesli bir Türkiye yönetici sınıfı vardı. Antikomünizmle dinselleşme ve emperyalizmle entegrasyon arasında doğrudan bir ilişki bulunuyor. Antikomünizmin Türkiye’de iç ve dış politikanın merkezine yerleşmesi, dinselleşmenin özellikle eğitim üzerinden sahneye çıkışı ve emperyalizmle entegrasyon birbirinden ayrı olarak okunabilir süreçler değiller. Türkiye yönetici sınıfı savaşın hemen ardından yeni uluslararası sisteme uyum sağlamak için IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvurusunda bulunuyor, Bretton Woods düzenine uygun bir şekilde parasını devalüe ediyor, kalkınmacı-devletçi politikalardan vazgeçiyor ve uluslararası iş bölümüne hammadde ihracatçısı, mamul ürün ithalatçısı, yani bağımlı bir ülke olmayı kabul ederek eklemleniyor. Tüm bunlara paralel bir şekilde aslında olmayan bir komünizm tehdidini icat ediyor ve bunun panzehiri olarak da dinselleşme politikalarını devreye sokuyor. Soğuk Savaş’la ve antikomünizmle birlikte, 1923-46 yılları arasına damgasını vuran ve tarihsel olarak “ilerici” bir karakter taşıdığını söyleyebileceğimiz erken Cumhuriyet paradigması, ekonomiden dış politikaya, eğitimden kültüre, hızlı bir şekilde değişmeye başlıyor. “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın kökenlerini de tam olarak burada aramak gerekiyor. Antikomünist mutabakat, 2. Dünya Savaşı yıllarında mayalanmaya başlayan Türk sağının siyaset sahnesine çıkışının önünü açıyor. Savaş bittikten hemen sonra bir yandan Türkiye yönetici sınıfı dinselleşme adına birtakım adımlar atarken bir yandan da İslamcılar ve milliyetçiler yeni yayınlar çıkarmaya, yeni örgütlenmelere yaratmaya başlıyorlar. Necip Fazıl, Nihal Atsız, Osman Yüksel Serdengeçti, İlim Yayma Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, Büyük Doğu dergisi vs. gibi çok sayıda isim, örgütlenme ve yayın bu tarihten itibaren güçlü bir şekilde siyasal alandaki yerini alıyor. Tüm bu isimler, örgütler ve yayınlar 1946’dan 1980’e kadar, kendi politik özerk alanlarını koruyarak ama ortak noktaları komünizmle mücadele olacak şekilde birbirleriyle iletişim ve irtibat hâlindeki bir yapıyı, antikomünist şebekeyi oluşturuyorlar. Bu şebeke gerçek bir komünizm tehdidinin olmadığı yıllarda daha çok dergicilikle ve dernekçilikle uğraşıyor, yayınlar çıkarıyor, konferanslar düzenliyor; 1965’ten itibaren ise işler adım adım değişmeye başlıyor. Solun gerçek anlamda yükselişe geçtiği bu dönem antikomünist şebekenin de kendisini artık üniversite kampüslerinde, sokaklarda, meydanlarda göstermesini ve sola karşı şiddet siyasetini yükseltmesini beraberinde getiriyor. Antikomünist şebekenin milliyetçi kanadı, 1965’te Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) ele geçirip 1969’daki Adana Kongresi’nde partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yapmasında ciddi bir rol oynuyor. MHP o tarihlerden 12 Eylül darbesine kadar komünizmle mücadelenin paramiliter gücü rolünü üstleniyor. Bir siyasal şiddet hareketi olarak ülkücülük özellikle 70’lerin sonlarına doğru siyasi cinayetlere ve kitle katliamlarına dayalı bir iktidar stratejisi izlemeye başlıyor. MHP devlet dışı şiddet tekelini ele geçirdikçe antikomünist şebekenin diğer unsurları sokaktan çekilmek zorunda kalıyor ve 12 Eylül yaklaşırken giderek etkisini yitiriyor. Ancak bu tersten de bir etki yaratıyor, şebekenin sokaktan çekilen unsurları 12 Eylül Türkiye’sine zarar görmeden giriyor ve faaliyetlerine farklı şekillerde devam ederek AKP’ye uzanan yolun taşlarını döşüyorlar. Şebekenin en aktif iki örgütü olan Komünizmle Mücadele Dernekleri (KMD) ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), yükselen sola karşı 1965-1969 yılları arasında fikri mücadeleden sokak mücadelesine uzanan bir dönüşüm yaşıyorlar. Üniversite kampüslerinde başlayan sola yönelik saldırılar, komünizmi telin mitingleriyle, fetih kutlamalarıyla, Çanakkale savaşı anmalarıyla iç içe geçmeye başlıyor. Bu esnada devletle Türk sağı arasındaki antikomünist mutabakat derinleşiyor; Osmanlı övgüleri ve Cumhuriyet devrimleri eleştirisi üzerine kurulu yeni bir tarih yazımına girişiliyor, Osmanlı’ya ait semboller öne çıkarılmaya başlanıyor, sağın dili giderek daha da İslamize oluyor. Necip Fazıl bu esnada giderek bir baş ideoloğa ve idole dönüşüyor. Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine ve Cumhuriyet’e dair alternatif bir tarihçiliğin asıl yazıcısı oluyor. Güçlü hitabeti ve karizmatik kişiliğiyle milliyetçi-muhafazakâr gençlik kitleleri üzerinde derin bir etki yaratıyor. Aynı Necip Fazıl, 70’lerin ortalarından itibaren komünizme karşı aradığı “aksiyoner” gücü İslamcı örgütlerde ve Erbakan’ın Milli Görüş hareketinde bulamayınca hızla MHP’ye yanaşıyor ve sonra da elbette ki 12 Eylül darbesini alkışlıyor. Şebekenin Aydınlar Ocağı ayağı, 12 Mart darbesiyle 12 Eylül darbesi arasında hem politik hem de ideolojik-kültürel alanda hayli önemli bir rol oynuyor. Solun giderek güçlenen hegemonyasının karşısına devlet ve düzen yanlısı yeni bir hegemonya inşasıyla çıkmayı hedefleyen ocak, Türk-İslam sentezini icat ediyor ve bunu adım adım devletin resmî ideolojisine dönüştürecek girişimlerde bulunuyor. 70’li yıllarda Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin kurulmasında ciddi bir rol oynayan Aydınlar Ocağı, bu hükümetler döneminde Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı üzerinden kendi projelerini hayata geçirmeye çalışıyor ve başta tarih olmak üzere ders kitaplarının Türkİslam sentezi doğrultusunda yeniden yazılması ve müfredatın değiştirilmesi sürecinde aktif bir şekilde yer alıyor. Antikomünist şebeke aradığı fırsatı 12 Eylül darbesiyle buluyor; darbeciler şebekenin en önemli örgütlenmelerinden biri olan Aydınlar Ocağı’nı devletin yeni resmî ideolojisini üretmekle görevlendiriyorlar ve o yeni resmî ideoloji Türk-İslam sentezi oluyor. Aydınlar Ocağı ile yakın ilişkileri bulunan, sermaye aklının en önemli temsilcilerinden biri olan ve Nakşibendî tarikatına mensup Turgut Özal’ın önce darbe döneminde ekonomiyi yönetmesi, sonra da kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) ile iktidara gelmesi ise Türk-İslam sentezinin yeni resmî ideoloji olarak yerleşmesini kolaylaştırıyor. 12 Eylül sonrası Türkiye, dinselleşmeyle piyasacılığın/neoliberalizmin birlikteliğine tanıklık ediyor. Türkiye’yi neoliberalizme açan 24 Ocak Kararları, asker postalıyla ama aynı zamanda yeni bir dinselleşme dalgasının yükseltilmesiyle hayata geçiriliyor. Düzen, 1965-80 arasına yerleştirebileceğimiz, üstelik bu sefer solun da bir karşı-hegemonya yaratma kapasitesine sahip olduğu ve 1977-1980 arasında yaşananlara bakarak olağan yollardan çözemeyeceğini anladığı hegemonya bunalımına karşı orduyu göreve çağırıyor; birikim rejimini değiştirir ve ülkeyi neoliberalizme açarken de 1946’dan çok daha güçlü bir şekilde dinselleşmeye sarılıyor. Türkiye’yi 1980-1983 arası askerler, 1983-1991 arası ise Turgut Özal’ın ANAP’ı yönetiyor. 80’li yıllar bir yandan dinselleşmenin derinleşmesine, tarikat ve cemaatlerin şirketleşmesine, imam hatip okullarından mezun olanların devlette hızlı bir şekilde kadrolaşmalarına, öte yandan ise piyasacılığın, bireyciliğin, köşe dönmeciliğin yükselişine tekabül ediyor. Rüşvet, hayali ihracat, imar rantı ve devletten alınan ihaleler bir yandan ilkel sermaye birikimini derinleştirirken öte yandan toplumda yeni ahlaki-kültürel kodlar oluşturulması ve bir rıza tesisi sağlanması için kullanılıyor. Özelleştirmeye, devletin küçültülmesine, bürokrasi düşmanlığına, serbest piyasa övgüsüne dayalı bir hegemonya özellikle eski solcuların köşe başlarını tuttuğu yeni medya düzeni aracılığıyla topluma empoze edilmeye çalışılıyor. Ancak düzen dikiş tutmuyor ve 90’lı yıllardan itibaren yeni bir hegemonya bunalımı kendini gösteriyor. ANAP’ın 1991 seçimlerindeki yenilgisinin hemen ardından 1991-2002 arası Türkiye bir “koalisyonlar çağı”na giriyor. Büyük ekonomik krizlere büyük siyasal ve toplumsal krizler eşlik etmeye başlıyor.
Siyasi cinayetler, kitle katliamları, mafya, derin devlet, yolsuzluk, kısa süreli koalisyon hükümetleri, Kürt sorunu ve siyasal İslam’ın yükselişi yaşanan hegemonya bunalımının somutlaştığı fenomenler olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu bunalımdan çıkış ise ancak antikomünist şebekenin rahle-i tedrisatından geçmiş kadroların işbaşına gelmesiyle söz konusu olabiliyor. Türkiye’de başta büyük sermaye ve ordu olmak üzere düzen, 90’lar boyunca yaşadığı büyük bunalımın ardından 2000’lerin başında adeta mecburen AKP’yi iktidara çağırıyor, AKP’nin hegemonyayı yeniden tesis etmesini istiyor, buna hiç kuşkusuz Amerika Birleşik Devletleri ve Batı da destek veriyor. AKP iktidarını kuruluş ve iktidara geliş dönemlerinde şahıslarında cisimleştiren üç isim, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç, Soğuk Savaş Türkiye’sine gözlerini açıyorlar, 1960’ların sonlarına doğru politize olmaya başlıyorlar ve 1970’ler Türkiye’sinde doğrudan siyasetin içerisinde yer alıyorlar. Üçünün de Nakşilikle, İlim Yayma Cemiyeti’yle, Milli Türk Talebe Birliği’yle bağlantıları bulunuyor, üçü de Necip Fazıl’a hayran, üçü de antikomünist şebekenin genç ve ateşli birer militanı. İşte “Cumhuriyet’in çöküşü antikomünist mutabakatla başladı”, tezi bu noktada daha anlaşılır bir veçheye kavuşuyor. Antikomünist mutabakat dinselleşme politikalarıyla birlikte antikomünist şebekenin önünü açıyor, antikomünist şebekenin içerisinden yetişen 12 Eylül öncesinin genç kadroları ise dinselleşme adına açılan kapılardan girerek iktidar olmayı başarıyorlar. Net bir şekilde söyleyelim: Cumhuriyet’i düzenin hegemonya arayışı ve bu arayış esnasında komünizmle mücadele adına dinselleşmeye sarılması yıkıyor; Cumhuriyet’in çöküşü ile antikomünizm arasında doğrudan bir ilişki bulunuyor. Bu çalışma, kitabın sonunda daha ayrıntılı bir şekilde tartışılacağı üzere, Cumhuriyet tarihi boyunca düzenin üç büyük hegemonya bunalımı yaşadığı tespitinden yola çıkıyor ve bu üç bunalım döneminden de dinselleşmeye sarılarak çıktığını öne sürüyor, üçüncü bunalımdan çıkış arayışının sonucu antikomünist şebekenin yetiştirdiği kadroların işbaşına gelişi oluyor. Bu ise aynı zamanda bildiğimiz anlamıyla Cumhuriyet’in, 1923 paradigmasının çöküşünü beraberinde getiriyor; Türkiye’de düzen kendi bunalımını ancak Cumhuriyet’i feda ederek ve İslamcılarla anlaşarak çözebiliyor. İlk hegemonya bunalımı 2. Dünya Savaşı sonrasına tekabül ediyor. Türkiye yönetici sınıfı, Türkiye’yi savaşın dışında tutmayı başarıyor ama yine de savaş ekonomi üzerinde büyük bir tahribat yaratıyor. Yüz binlerce kişiyi istihdamdan çekip askere almak, bir milyon kişilik bir orduyu beş yıl boyunca beslemek, artan vergiler, savaş nedeniyle kabaran ithalat faturası, ihracattaki düşüş, karaborsacılık, stokçuluk, uzayan kuyruklar, karneyle alışveriş derken; savaş sonunda kitlelerde büyük bir hoşnutsuzluk ortaya çıkıyor. Türkiye yönetici sınıfının ve tek parti iktidarının buna verdiği birtakım yanıtlar olduğunu biliyoruz. Örneğin toprak reformu yasası bu dönemde konuşulmaya başlanıyor, ekonomi ve siyasette bir dizi başka reform gündeme geliyor, yeni bir partinin kuruluşu kaçınılmaz oluyor ve Demokrat Parti (DP) böyle siyaset sahnesine çıkıyor. Ancak çare dinselleşmede ve antikomünizmde bulunuyor. Dinselleşme hem halk kitleleriyle kopan bağları tamir etmenin hem de komünizmle mücadelenin bir aracı olarak görülüyor. Antikomünizm üzerinden ise hem içeride bir teyakkuz hâli yaratılıyor hem de ABD ve Batı ile entegrasyon derinleştiriliyor, yeni dünya düzenine dâhil olunuyor. İşte antikomünist mutabakat bu konjonktüre tekabül ediyor. Dünya ve Türkiye Soğuk Savaş’a hızlı bir başlangıç yaparken, Türkiye’de devlet ve Türk sağı ya da “merkez”le “çevre” komünizmle mücadele adına bir mutabakata gidiyor ve hegemonyanın temelini de bu oluşturuyor. Antikomünist şebeke de bu mutabakatın yarattığı maddi zeminin üzerinde kendisini var ediyor ve güçlenmeye başlıyor.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma-İnceleme Siyaset
- Kitap AdıAntikomünist Şebeke - Örgütler, Kişiler, Yayınlar (1946-1980)
- Sayfa Sayısı384
- YazarFatih Yaşlı
- ISBN9786054836697
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYordam Kitap / 2024