HAMNET’IN YAZARINDAN
1930’lar, Edinburg… Lennox Ailesi’nin, kızları Esme’yle yaşadığı sorunların sonu gelmiyor.
Açık sözlü, kalıplara sığmayan bu genç kadın ailesi için bir utanç kaynağı. Ve ailesinin bunu kabullenmesi mümkün değil.
Yıllar sonra, Iris Lockhart adında bir başka genç kadın, akıl hastanesinden gelen bir mektupla o güne kadar varlığından bile haberdar olmadığı büyük teyzesi Esme Lennox’un taburcu edilmek üzere olduğunu öğreniyor.
Iris geçmişin perdesini aralamaya, ona bu konuda yardım edebilecek tek kişi olan babaannesi Kitty ise konuşmamaya kararlı. Peki kim bu Esme? Ömrünü tımarhanede geçirmesine neden olacak ne yapmış olabilir? Bir insan aile tarihinden nasıl silinebilir?
Unutturulmaya çalışılan bir kadının, Esme Lennox’un hikâyesi Hamnet ve Evlilik Portresi kitaplarının yazarı, Women’s Prize sahibi Maggie O’Farrell’ın nefes kesici anlatımıyla hayat buluyor.
“Elinizden bırakamayacağınız bir kitap.” –Ali Smith
“Ailelerin sadece kitaplarda böyle davrandığını düşünmek isterdim ama yazık ki ihanet, kıskançlık ve sırlar gerçek hayatta kaçınılmaz. Müthiş bir kitaptı, uzun süre aklımdan çıkmayacak.” –Audrey Niffenegger
Böylesi Çılgınlık ilahi bir Duygudur –
Görebilen göz için –
Böylesi bir Duygu – en yalın Çılgınlık –
Çoğunluk tarafından
Her daim, her yerde bastırılan –
Boyun Eğ – akil insan ol –
İsyan Et – derhal tehlikeli ilan edil –
Zincire vurul sonra da –
Emily Dickinson
Mutluluğumu bir başkasına yapılan yanlışın –haksızlığın– üstüne kuramam… Böyle bir temelin üstüne nasıl bir hayat inşa edilebilir ki?
Edith Wharton
*
Dansa giden iki kızla başlayalım.
Salonun öteki ucundalar. Biri bir koltukta oturmuş, eldivenli parmaklarıyla bir dans kartını* kapatıp açıyor. Ötekiyse yanında durmuş, dansın katlanarak açılışını izliyor: daireler çizen çiftleri, tutulmuş elleri, tempo tutan ayakları, dönen etekleri, sarsılan zemini. Yılın son saati ve gece, arkalarında kalan pencereleri karartmış. Oturan kız Esme’nin ne olduğunu hatırlayamadığı açık renk bir şey giymiş, ötekinin koyu kırmızı elbisesi üstüne tam oturmamış. Eldivenlerini kaybetmiş. Burada başlıyor.
Ya da belki burada değil. Belki de daha önce, partiden, yeni cicilerini giyinmeden, mumlar yakılmadan, sundurmalara kum serpilmeden, bitişini kutladıkları yıl daha başlamadan önce başlıyor. Kimbilir. Artık her ne zamandıysa, sonunda gelip her biri tam iki başparmak tırnağı büyüklüğündeki kareleriyle pencereyi örten o parmaklıkta bitiyor.
Esme uzaklara –yani, metal parmaklığın ötesindekilere– bakmak istediğinde, bir süre sonra gözlerinin odaklanma mekanizmasına bir şey olduğunu fark ediyor. Parmaklıktaki kareler bulanıklaşıyor ve yeterince uzun süre odaklandığında, kayboluyor. Bedeni kendini yeniden hissettirinceye, gözleri dünyanın esas gerçekliğine yeniden ayarlanıncaya kadar her seferinde bir an geçiyor, o an bir tek o ve ağaçlar, yol ve ötesi kalıyor. O kadar.
Boyası dökülen alttaki karelerde, ağaçların içindeki halkalar misali iç içe geçen farklı renk katmanları görülüyor. Kızların çoğundan uzun olan Esme, boyanın yeni ve katran kalınlığında olduğu yere kadar uzanabiliyor.
Arkasında, kadının biri ölmüş kocası için çay demliyor. Ölmüş mü? Yoksa kaçıp gitmiş mi? Esme hatırlamıyor. Başka bir kadın oraya pek uzak olmayan bir deniz kasabasında çok zaman önce kuruyup gitmiş çiçeklere verecek su arıyor. Zamana karşı koyan, yalnızca bu anlamsız görevler işte: yıkamak, yemek yapmak, ayıklamak, temizlemek. Görkemli ya da anlamlı şeyler değil, yalnızca insan yaşamının dikişlerini bir arada tutan bu minik ritüeller. Sigaraya takan kız iki uyarı almış bile ve üçüncüyü de almak üzere olduğunun herkes farkında. Esme’yse nerede başladığını düşünüyor: Orada mı, burada mı, dansta mı, Hindistan’da mı, daha mı önce?
Bugünlerde kimseyle konuşmuyor. Yoğunlaşmak istiyor, araya konuşmalar sokarak düşüncelerini dağıtmak istemiyor. Kafasının içinde bir zoetrop var ve o durduğunda kimseye yakalanmamalı.
Pır, pır. Hop.
Hindistan’da, öyleyse. Bahçede. Dört yaşlarında, arka basamakta durmuşken.
Tepesinden ona baş sallayan mimoza ağaçları sarı tozlarıyla çimenleri pudralıyor. Üzerinden yürüse, peşinde iz bırakacak. Bir şey istiyor. Bir şey istiyor ama ne olduğunu bilmiyor. Erişemediği bir kaşıntı gibi. İçecek bir şey mi? Ayah* mı? Bir dilim mango mu? Esme kolundaki bir böcek ısırığını ovuşturarak çıplak ayağının ucuyla sarı tozları eşeliyor. Uzaktan, ablasının ip atladığını ve aradaki ayak sürtmeleri duyabiliyor. Slap slup slap slup slap slup.
Başını çevirip öteki sesleri dinliyor. Mimoza dallarındaki bir kuşun gu-guuk-gukları, bahçe toprağının çapalanışı –hırç, hırç– ve annesinin bir yerlerden gelen sesi. Söylenenleri anlamasa da, konuşanın annesi olduğunu biliyor.
Esme basamaktan aşağı atlıyor, iki ayağı aynı anda yere değiyor ve koşarak evin etrafından dolanıyor. Nilüferli havuzun yanında, annesi bahçedeki masaya eğilmiş bir fincan çay koyarken, babası yandaki hamakta yatıyor. Beyaz giysilerinin hatları sıcakta titreşerek parlıyor. Annesiyle babası iki puslu şekil, annesi üçgen, babası çizgi oluncaya kadar gözlerini kısıyor Esme.
Çimenlerin üstünde yürürken adımlarını sayıp her on adımda bir hafifçe sıçrıyor.
“Hah.” Annesi başını kaldırıp ona bakıyor. “Öğlen uykuna ne oldu senin?”
“Uyandım.” Esme geceleri havuza gelen kuşlar gibi tek bacak üstünde duruyor.
“Ayah nerede? Jamila’ya ne oldu?”
“Bilmem. Çay alabilir miyim?”
Annesi duraksayarak peçetesini dizlerine yayıyor. “Tatlım, bence sen…”
“İstiyorsa, biraz veriver.” Babası bunu gözlerini açmadan söylüyor.
Annesi içine çay dökülen bir tabağı havaya tutuyor. Esme uzanan elin altından dalıp annesinin kucağına tırmanıyor. Tenine sürtünen danteli, beyaz ketenin altındaki vücudun sıcaklığını hissediyor. “Sen üçgendin, babam çizgi.”
Annesi yerinde kıpırdanıyor. “Efendim?”
“Dedim ki, sen üçgendin…”
“Hımm.” Annesinin elleri Esme’nin kollarını kavrıyor. “Bugün kucak için cidden çok sıcak.” Esme yeniden çimlerin üstüne indiriliyor. “Neden gidip Kitty’yi bulmuyorsun? Bak bakalım, ne yapıyormuş.”
“İp atlıyor.”
“Sen de atlasan?”
“Olmaz.” Esme uzanıp bir kurabiyenin üstündeki şekerleri elliyor. “O çok…”
“Esme,” diyerek elini masadan itiyor annesi, “hanımefendiler ikram edilmesini bekler.”
“Nasıl olduğuna bakmak istemiştim sadece.”
“Öyleyse, isteme lütfen.” Annesi arkasına yaslanıp gözlerini kapıyor.
Esme bir an ona bakıyor. Uyudu mu acaba? Boynunda atan mavi bir damar var ve gözkapaklarının altındaki gözleri hareketli. Dudağının üstünde ancak iğne ucu büyüklüğünde minik minik su benekleri çıkmış. Ayakkabı bantlarının bitip teninin başladığı yerlerde, şişkin ve kırmızı izler var. Karnı da şişkin, yeni bebek dışarı ittirmiş. Esme bebeğin oltaya yakalanmış bir balık gibi kıpırdandığını hissetmiş. Jamila’ya sorarsanız bu bebek şanslı, bu kez yaşayacak.
Esme gökyüzüne, nilüferli havuzun üzerinde daireler çizen sineklere, babasının hamağın altından kumaştan yapılmış baklavalar gibi çıkan giysilerine bakıyor. Uzaktan, hâlâ Kitty’nin ip atlayışını, çapanın hırç hırçlarını duyabiliyor; yoksa bu farklı bir ses mi? Sonra bir böcek vızıltısı duyuyor. Görmek için başını çeviriyor ama böcek gitmiş, arkasında, sol tarafta. Tekrar dönüyor ama bu kez böcek yaklaşmış, vızıltı artık daha yakın ve Esme böceğin ayaklarını saçlarında hissediyor.
Esme ayağa fırlıyor, kafasını sallayıp dursa da vızıltı hâlâ çok yüksek ve çırpınan kanatların kulağının içine süzüldüğünü hissediyor birden. Ellerini başına vurarak bir çığlık atıyor ama vızıltı artık sağır edici, diğer bütün sesleri kesiyor ve Esme böceğin kendi kulağındaki dar geçide sokulduğunu hissediyor; peki şimdi ne olacak, kulak zarını kemirip beynine girerek Kitty’nin kitabındaki kız gibi onu da mı sağır mı edecek? Yoksa ölecek mi? Ya da böcek başının içinde yaşamaya devam edecek ve Esme o sesi sonsuza kadar içinde mi duyacak?
Esme keskin bir çığlık daha atıp başını sallamaya devam ederek çimlerin üstünde sendeliyor, çığlığı hıçkırıklara dönüşüyor ve tam vızıltı uzaklaşmaya başlayıp böcek kulağından çıkarken babasının, “Nesi var bu çocuğun?” dediğini, annesinin Jamila’ya seslendiğini duyuyor.
En eski anısı bu olabilir mi? Belki de. Bir çeşit başlangıç; hatırladığı ilk anı.
Ya da belki Jamila’nın avucuna kınayla çizdiği o dantel gibi desen. Yaşam çizgisinin, kalp çizgisinin yeni bir desenle kesiştiğini görmesi. Ya da Kitty’nin düştüğü havuzdan çıkarılıp havluya sarılarak eve götürülüşü. Bahçe sınırları dışında aşçının çocuklarıyla beş taş oynayışı. Güçlü banyan ağacının çevresinde kaynayan karıncalara bakışı. Bunların hepsi de olabilir aslında.
Şu da olabilir: Sıkı bir düğümle göbeğinden sandalyeye bağlandığı bir öğle yemeği. Çünkü annesinin bütün salona ilan ettiği gibi, Esme’nin nasıl davranılacağını öğrenmesi gerekiyor. Yani, Esme’nin anladığı kadarıyla, yemek bitmeden önce sandalyeden kalkmaması gerektiği anlamına geliyor bu. Masanın altında olmayı seviyor, onu oradan, örtünün altındaki o yasak mahremiyetten uzak tutamıyorlar çünkü. İnsanların ayaklarında her nedense dokunaklı bulduğu bir şeyler var. Alakasız yerlerden aşınmış ayakkabıları, kendilerine has bağcık bağlama şekilleri, su toplayan yerler, nasırlar, kim bileklerini bitiştirmiş, kim bacak bacak üstüne atmış, kimin çorabı delik, kim yanlış çorap giymiş, kimin eli kimin kucağındaymış; Esme bunların hepsini biliyor. Bir kedi kıvraklığıyla sandalyesinden aşağı kayıverdiğinde, kimse yetişip onu yukarı çekemiyor.
Sandalyeye annesinin bir eşarbıyla bağlanmış. Esme eşarbın üstündeki deseni seviyor: mor, kırmızı ve mavi renklerde tekrarlayan döngüler. Annesi buna paisley* dendiğini söyler, Esme bunun İskoçya’daki bir yer olduğunu biliyor.
Salon dolu. Kitty, annesi, babası ve birkaç misafir var: birkaç çift; saçları skandal yaratacak kısalıkta, annesi tarafından genç mühendisin karşısına oturtulan bir kız; yaşlıca bir kadınla oğlu; bir de Esme’nin babasının yanında oturan, tek başına gelmiş bir adam. Esme çok da emin değil ama çorba içtiklerini zannediyor. Kaşıkların kaldırılıp kâselere daldırılışını, metalin porselene çarpışını hatırlıyor sanki; kibarca alınan yudumların yutuluşunu.
Konuşuluyor, durmaksızın. Bu kadar çok anlatılacak ne olabilir ki? Görünüşe göre çok fazla şey. Esme’yse bu insanlara açıklamak isteyebileceği bir şey, tek bir şey bile bulamıyor. Kaşığını kâsenin bir tarafına, sonra öteki tarafına çekerek gümüşün çevresinde dönen çorbanın nasıl da girdaplar yarattığına bakıyor. Masadakileri dinlemiyor; daha doğrusu kulaklarını sözcükleri değil, hep birlikte yarattıkları o gürültüyü duyacak şekilde ayarlamış. Yüksek ağaçlardaki papağanların ya da akşam karanlığında toplanan kurbağaların çıkaracağı türden bir gürültü. O aynı gurk-gurk-gurk sesi.
Hiç haber vermeden, ansızın hepsi birden ayaklanıyor. Kaşıklarını bırakıp sandalyelerinden fırlayarak kapıya doğru koşuyorlar. Aklı beş karış havadayken, çorbadaki girdaplarla kurbağaları düşünürken, Esme bir şey kaçırmış olmalı. Kapıya doğru giden herkes heyecanlı heyecanlı konuşuyor ve Kitty kapıdan ilk çıkan olabilmek için babasını itmeye çalışıyor. Annesi o aceleyle, Esme’yi sandalyeye bağlı bırakmış.
Esme’yse kaşığı elinde, ağzı beş karış açık, olanları izliyor. Kapı herkesi yutuyor, en son mühendis konuğun da gözden kaybolduğunu gören Esme koridorda uzaklaşan ayak seslerini dinliyor. Hayretler içinde bomboş kalan salona dönüyor. Cam bir vazoda tepkisizce duran mağrur zambaklar, saniyeleri sayan saat, kayarak sandalyelerden birine düşen peçete. Haykırmayı, avazı çıktığı kadar bağırmayı düşünüyor. Ama yapmıyor. Açık pencerenin yanındaki perdelerin titreyişine, tabaklardan birine konan sineğe bakıyor. Sırf ne olacağını görmek için, kolunu uzatıp parmaklarını açıyor. Dümdüz yere düşen kaşık, kıvrık ucundan bir kez sıçrayıp havada bir takla atarak büfenin altına kadar kayıyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEsme Lennox Nasıl Yok Oldu
- Sayfa Sayısı200
- YazarMaggie O’Farrell
- ISBN9786051983561
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2 ~ J. D. Oswald
Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2
J. D. Oswald
“Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2” Sör Benfro’nun Şarkısı, serinin ikinci kitabı Gül Bağı ile sürüyor: Benfro ile Errol’ın kaderleri kesişmek üzere… Engizitör...
- Dünya Sonu Savaşı ~ Mario Vargas Llosa
Dünya Sonu Savaşı
Mario Vargas Llosa
On dokuzuncu yüzyıl Brezilya’sının derinliklerinde Canudos adlı bir yer vardır; dünyanın bütün lanetlilerinin; hayat kadınları, dilenciler, haydutlar ve her tür paryanın evidir burası. Tarih...
- Kiraz Çiçekleri ~ Yasunari Kawabata
Kiraz Çiçekleri
Yasunari Kawabata
Japonya’nın geleneklerine bağlı eski başkenti Kyoto’da değişim rüzgârları esmektedir. Mevsim değişir, kiraz çiçekleri açarken şehir başka bir renge ve kimliğe bürünür. Bir kimono ustasının...