Gergedan, Kel Şarkıcı, Gönüllü Katil gibi tiyatro oyunlarıyla absürt tiyatronun öncülerinden ve çağdaş edebiyatın uyumsuz temsilcilerinden sayılan Eugène Ionesco’dan bir öyküler toplamı: Albayın Fotoğrafı.
İnsanın dünyadaki varoluşunun saçmalığını dilde yaşanan yabancılaşma aracılığıyla hemen hemen yazdığı her yapıtta göstermeyi amaçlayan Ionesco’nun öyküleri, bu çabanın kusursuz bir örneği.
Albayın Fotoğrafı’ndaki bazı öyküler yazarın unutulmaz tiyatro oyunlarının nüvesini oluşturmuştu.
Ionesco, bazı ruh hastalarınca çok ciddi biçimde kullanılan ve ayrışık düşünme düzeni ya da marazi düşünme düzeni olarak adlandırılan bir yönteme çok sık başvurur…
Roland Barthes
Ionesco’nun ve dehasının önemi hâlâ doğru dürüst ölçülmüyor.
Claude Mauriac
İçindekiler
Sancak • 7
Albayın Fotoğrafı • 16
Hava Yayası • 28
Vazife Kurbanı • 43
Gergedan • 48
Balçık • 63
1939 Baharı – Anı Parçacıkları • 82
Sancak
“Neden vaktinde bildirmedin ölümünü?” diye sordu bana Madeleine. “Ya da vaktinde bildirmeyecektin de neden cesetten daha önce kurtulmadın, ondan kurtulmak daha kolayken?” Ah! Tembelim, gevşeğim, düzensizim, o kadar yorgunum ki harekete geçmeye halim yok. Öte berimi nereye koyduğumu hiç hatırlamam. Bunları bulup çıkaracağım diye çekmeceleri karıştırır, sürünüp yatakların altına girer, karanlık karanlık odalara kapanır, gardıropların içine girer, hep vakit kaybeder, sinirlerimi de kendimi de harap ederim… Her zaman yığınla işe girişir ama bunları asla bitiremem, tüm tasarılarımı yarım bırakır, her şeyi terk ederim… İradem yok, zira gerçek bir hedefim yok!.. Karımın drahoması da olmasa, şu üç beş kuruş geliri… “On yıl geçti üzerinden, kılını kıpırdatmadın!.. Ev de kokmaya başladı. Konu komşu kaygı içinde, nereden geldiğini soruyorlar. En sonunda öğrenecekler… Bir işin üstesinden gelmeyi bilmezsin ki! Her şeyin sebebi bu. Komisere durumu anlatmak gerekecek. Sonra al başına belayı!.. En azından on yıl önce öldüğünü kanıtlayabilsek bari: On yılın sonunda zaman aşımına uğrar!.. Şayet vaktinde ölümünü bildirseydin şimdi zaman aşımına uğrayacaktı!.. Rahat olacaktık!.. Konu komşudan köşe bucak kaçmamıza gerek kalmayacaktı, herkes gibi biz de misafir ağırlayabilecektik!..” “Ama Madeleine, o zaman bizi tutuklarlardı, değil mi ya, zaman aşımı geçerli olmazdı, on yıldır içeride olurduk ya da on yıl önce giyotine gönderirlerdi bizi, çok açık bu!” demek geçti aklımdan. Haydi gelin de bir kadına mantık öğretin!.. Bıraktım konuşsun, kulak asmamaya çalıştım. “İşlerin kötü gitmesinin sebebi o. Hiçbir işimiz yolunda gitmiyor ki!” diye haykırmaya devam etti Madeleine. “Bu sadece varsayım.” “Hem de dairemizdeki en güzel odayı, bizim yatak odamızı o işgal ediyor!” Belki de on bininci kez tuvalete gidermiş gibi yaparak sola dönüp, odasındaki ölüyü görmek için koridora girdim. Kapıyı açtım. Kendi kendine ortadan kaybolacağını ummak boşunaydı. Daha da büyümüştü. Yakında daha büyük bir divan gerekecekti. Sakalı uzayıp dizlerine kadar gelmişti. Tırnak meselesi kolaydı, Madeleine kesiyordu onları. Tam da o sırada ayak seslerini işittim. Cesetle yalnız kalmayı asla başaramayacaktım. Madeleine, ne kadar önlem alırsam alayım, her seferinde beni yakalıyordu. Benden kuşkulanıyor, beni gözetliyor, rahat edebileceğim hiçbir hareket alanı bırakmıyordu bana, sesleniyor, peşimden ayrılmıyordu, hep yakınımdaydı. Ben uykusuzluktan mustariptim, Madeleine değildi. Bahtsızlığımıza rağmen o çok iyi uyuyordu. Kimi zamanlar, gecenin tam ortasında karanlıktan ve Madeleine’in uykusundan istifade etme umuduyla, döşeğin yaylarını gıcırdatmamaya büyük bir özen göstererek, nefesimi tutarak yataktan çıkıp kapıya kadar ulaştığım oluyordu. Fakat tam kapının kolunu kavradığımda başucu lambası yanardı. Madeleine ayağı yorganın dışında, bana seslenirdi: “Nereye böyle? Onu görmeye mi gidiyorsun? Bekle beni!” Kimi zaman, mutfakta meşgul olduğunu sanarak, en azından birkaç saniyeliğine cesetle baş başa kalabilirim gibi saçma bir umutla onun bulunduğu odaya yöneliyordum hızla. İçeri girdiğimde divanda oturmuş, eli rahmetlinin omzunda, benim gelişimi beklerken buluyordum onu. Bir kez de, âdeti olduğu üzere beni azarlamaya hazır bir halde hemen peşimden geldiğini görünce hiç şaşırmadım. Odanın loşluğunda parlayan, ateş gibi bakışının güzelliğine dikkatini çektiğimde, yeterince alışıldık olmayan bu cazibeye tamamıyla kayıtsız kalarak haykırdı: “On yıldır gözkapaklarını bile kapatmadın!” “Doğrudur” diye kabul ettim, acınası bir halde. “İnsan” diye sürdürdü sözünü, “nasıl bu kadar düşüncesiz olabilir? Vakit bulamadım falan deme, bütün gün bir şey yaptığın yok!” “Her şeyi düşünemem ya!” “Hiçbir şeyi düşündüğün yok ki!” “Tamam, biliyorum. Yüz bin kere, tekrar tekrar söyledin.” “Madem biliyorsun, neden toparlamıyorsun kendini?” “Gözkapaklarını sen kapatsaydın ya!” “Sürekli arkanı toplamaktan, devamını getirmeyeceğin işleri devam ettirmekten, yarım bıraktığın işleri bitirmekten, etrafı toparlamaktan başka yapacak işlerim var benim: Evin bütün yükü üzerimde. Mutfağa gir, çamaşır yıka, yırtıkları sökükleri yamayıp dik, zemini cilala, onun çarşafını ve seninkini değiştir, toz al, bulaşık yıka, şiir yaz, üç kuruşluk gelirimize birkaç kuruş katkısı olsun diye onları sat, tüm kaygılarıma rağmen pencereyi açıp şarkı söyle, niye, komşular aramızdaki sorunları fark etmesinler diye, hizmetçimiz yok, biliyorsundur, ah! kazandığın parayla, ben olmasam…” “Tamam, tamam…” dedim, bunalmıştım, odadan çıkmak istedim. “Nereye böyle? Gözkapaklarını kapatmadın daha! kapatacaktın?” Geri döndüm, kadavranın yanına geldim, ne kadar yaşlı, ne kadar yaşlı! Ölüler dirilerden daha hızlı yaşlanıyorlar. On yıl önce, bir akşam, bizi görmeye gelen, karıma birdenbire âşık olup, beş dakikalık yokluğumdan istifade ederek o gece aynı zamanda karımın âşığı olan bu yakışıklı delikanlıyı bu haliyle kim tanıyabilirdi? “Bak işte” dedi bana Madeleine, “işlediğin cinayetin ertesi günü karakola gidip onu bir öfke anında öldürdüğünü söyleseydin, yalan da değil, kıskançlıktan, aşkından öldürdüğünü, endişelenmene gerek bile kalmazdı. İfadeni alıp serbest bırakırlardı seni; ifadeni bir klasöre koyarlar, olay kapanır, unutulurdu çoktan. Şimdi bu haldeysek senin ihmalkârlığın yüzünden. Her gün sana demedim mi, git ifade ver diye. Sen ne dedin? Yarın, yarın, yarın!.. Yarınlarınla on yıl geçti gitti. İşte şimdi halimiz bu. Senin yüzünden, senin yüzünden!..” “Yarın giderim” dedim, beni rahat bırakmasını umarak. “Ya, öyle mi? Bilirim ben seni, gitmezsin. Zaten şimdi gitmişsin, neye yarar ki, iş işten geçti artık. On yıl sona bir öfke anında onu öldürdüğüne inanmazlar. On yıl beklersen kasten öldürdüğünü düşünürler. Bugün yarın bu işi bir yola sokmak istesek, ne diyebiliriz diye düşünüyorum!.. Yaşlandığından, belki de babam dersin, dün öldürdüm onu, dersin. Ama bu iyi bir bahane olmayabilir.” “İnanmazlar bize, inanmazlar bize” diye mırıldandım. Gerçekçi biriyimdir, iradesizim ama akıl yürütmelerim açık ve nettir. Bu nedenle Madeleine’in mantıksızlığı, gerçekliğe ilişkin temelsiz yargıları bana hep dayanılmaz gelmiştir. “Öteki tarafa gidelim” deyip iki adım attım. “Gözkapaklarını kapatacaktın hani! Söyleneni bir düşün azıcık be adam!” diye haykırdı Madeleine. Aradan on dört gün geçti. Gittikçe daha hızlı yaşlanıyor ve büyüyordu. Korktuk bundan. Açık bir biçimde, ölülerin tedavi edilemez hastalığına yakalanmış, geometrik bir gelişme gösteriyordu. Bizim evde bunu nereden kapmıştı? Divanda duramıyordu artık. Cesedi parkenin üzerine yatırmaya mecbur kaldık. Böylece yemek odasına yerleştirdiğimiz mobilyayı kurtarmış olduk. On yıldır ilk kez öğle yemeğinden sonra uzanıp bir uyku kestirebildim ama Madeleine’in çığlıklarıyla irkilerek uyandım. “Sağır mısın?” dedi bana, telaşla. “Umursamıyorsun, tüm gün uyuyorsun…” “Çünkü geceleyin uyuyamıyorum!” “… evde hiçbir şey olmuyormuş gibi. Bana baksana sen!” Ölünün bulunduğu odadan çatırtılar işitiliyordu. Tavandan sıva dökülmüş olmalıydı. Önüne geçilemez bir itişin etkisiyle duvarlar inliyordu. Zemin, ta yemek odasına kadar titriyor, bütün ev bir gemi gibi alabora olacakmışçasına sarsılıyordu. Pencerelerden biri patladı. Camları paramparça oldu. Bereket, o pencere iç avluya bakıyordu. “Konu komşu ne der!” dedi Madeleine umutsuzluğa kapılarak. “Anlarız birazdan!” Ölünün olduğu odaya doğru iki adım atmıştık ki kapı yerinden çıktı, gümbürtüyle yere düştü, kırıldı, böylece yerde yatan ihtiyarın kocaman kafası göründü, bakışları tavana çevriliydi. “Gözleri hâlâ açık” şeklinde tespitte bulundu Madeleine. Gerçekten de açıktı. Şimdi çok büyüktü, yuvarlak, tüm koridoru soğuk, beyaz bir ışıkla aydınlatan iki far gibiydi gözleri. “İyi ki kırıldı kapı!” dedim, Madeleine’i rahatlatmak için. “Böylelikle rahat bir yeri olacak. Koridor uzun.” “Hep iyimsersin! Baksana şuraya bir!” Madeleine omzunu silkerken baktım. Vaziyet çok endişe vericiydi. Uzamakta olduğunu gözlerimizle görüyorduk. Tebeşirle başının birkaç santim ötesine bir işaret çizdim. Birkaç dakika içinde bu işarete ulaşıldı, sonra işaret aşıldı. “Harekete geçmeliyiz!” dedim, “Daha fazla bekleyemeyiz.” “Nihayet” dedi Madeleine. “Uyandın, anlayabildin. Zavallı dostum, çok uzun zaman önce harekete geçmeliydin!” “Belki de iş işten geçmemiştir daha!” Hatalarımın farkına varmıştım. Elim ayağım titreye titreye özür dilemeye çalıştım. “Geri zekâlı!” dedi Madeleine, beni cesaretlendirmek istercesine. Gece yarısına kadar hiçbir şey yapamadım. Haziran ayındaydık. Daha saatlerce beklemek gerekiyordu. Çok uzun saatler boyunca. Bu arada dinlenebilir, aklımı başka bir şeye verebilir ya da uyuyabilirdim Madeleine yanımda olmasaydı, üstelik her zamankinden daha kaygılı Madeleine. Buyurun bakalım: Nasihatleriyle, “ben sana dememiş miydim”leriyle, her zaman haklı çıkma saplantısıyla bir dakikalık huzur bulmak mümkün müydü? Öte yandan ölünün kafası ilerlemeye devam ediyordu, yemek odasına doğru yaklaşıyordu, çok geçmeden yemek odasının kapısını açmak zorunda kaldım. Yıldızlar gökte daha yeni parlamaya başlamışlardı ki kafa kapıda göründü. Daha beklemek lazımdı, sokakta hâlâ insanlar vardı. Akşam yemeği vaktiydi. Acıkmamıştık, susamıştık. Gelgelelim mutfağa gidip bir bardak su içmek için cesedin üzerinden geçmek gerekiyordu. Bu küçük gayret bile gücümüzün ötesindeydi. Işıkları yakmadık. Gözleri odayı yeterince aydınlatıyordu. “Panjurları kapat!” diye tavsiyede bulundu Madeleine. Sonra, parmağıyla ölünün başını bana göstererek, “Her şeyi altüst edecek” dedi. Kafa halının kenarına kadar gelmiş, halıyı itiyor, kat kat olmasına neden oluyordu. Kafayı kaldırıp halının üzerine koydum. “Böylece halıyı mahvetmeyecek.” Yine de hayli keyifsizdim. On yıldır sürüp giden bu mesele yüzünden!.. Üstelik sinirlerim gerilmişti, zira “harekete geçmem” gerekiyordu. Şakaklarımın terlediğini hissettim. Ürperdim. Madeleine isyan ederek haykırdı: “Korkunç bir şey bu. Şu işe bak! Hep de bizim başımıza gelir böyle şeyler!” Çaresizlik okunan kederli yüzüne baktım. Acıdım. Yanına gidip ona şöyle dedim tatlı tatlı: “Birbirimizi gerçekten seversek tüm bunların hiçbir önemi olmaz.” Ellerimi birleştirdim. “Birbirimizi sevelim, Madeleine, yalvarırım sana, sen de bilirsin, aşkın üstesinden gelemediği hiçbir şey yoktur, hayatı değiştirir aşk. Anlıyor musun beni?” Onu öpmek istedim. Kendini uzaklaştırdı, gözlerinde duygudan eser yoktu, dudaklarında sert bir ifade vardı. “Emindim zaten!” diye kekeledim. Ardından, hız kesmeden devam ettim: “Hatırlar mısın, eskiden, her seher vakti bizim için zafer anıydı! Dünyanın sınırlarındaydık. Hatırlar mısın, hatırlar mısın? Kâinat vardı ve yok olmuştu ya da parlak bir ışığın, dört bir yandan, birçok güneşten gelen bir ışığın, bir ışık halkasının içinden süzüldüğü şeffaf bir perde idi. Işık, tatlı bir sıcaklık gibi, içimize işliyordu. Yerçekiminden kurtulmuş bir dünyada kendimizi hafif hissediyorduk, var olduğumuz için şaşkın, varlığımızdan memnun. Aşk budur işte, gençlik budur işte. Bunu istersek, samimiyetle istersek hiçbir şeyin bir daha önemi kalmaz, neşeli ilahiler söyleriz!” “Zırvalamayı kes” dedi Madeleine, “Bu cesetten bizi kurtaracak şey aşk falan değil. Nefret de kurtaracak değil ya zaten. Duygularla ilgisi yok bu işin.” “Ondan kurtaracağım seni” dedim, kollarımı indirerek. Köşeme çekildim. Koltuğuma gömüldüm. Sesimi çıkarmadım. Madeleine, sandalyesinde, yüzü asık, dikiş dikmeye koyuldu. Ölünün kafasını inceledim, karşı duvardan kapıya yaklaşık elli santim mesafedeydi. Deminden beri yaşlanmaya devam etmişti. Tuhaftır, her şeye rağmen ona alışmıştık. Ondan ayrılmanın beni samimiyetle üzdüğünü birden fark ettim. Uslu durmuş olsaydı, onu yanımızdan uzun zaman ayırmazdık, belki de hiç. En sonunda, bizim evimizde, bizimle birlikte büyümüş, yaşlanmıştı, önemli bir şey bu! Neylersin, insan her şeye bağlanır, insanın kalbi böyledir. Artık burada olmadığında, ev boş görünecek diye geçirdim aklımdan… Ne kadar çok anısı canlanacak gözümüzde. Bütün bir geçmişin sessiz şahidi olmuştu, elbette her zaman hoş olmasa da bu durum! Neylersin, hayat her zaman neşeli değildir ki. Hatırlamıyordum bile onu öldürdüğümü ya da daha az aleyhimde olacak bir ifade kullanmam gerekirse onu “infaz” ettiğimi, ben miydim o, bir öfke anında… Ya da kızgınlık… Birbirimizi affetmiştik, nice zaman oluyor ki, zımnen… Şayet her şeyi dikkate almak gerekirse, iki tarafın da hataları olmuştu… Bu arada, o, gerçekten unutmuş muydu? Ben bunları düşünmekteyken Madeleine “Alnı duvara değdi. Tam vaktidir!” dedi. “Evet” diyerek kararımı verdim ben de. Yerimden doğruldum. Panjurları açtım. Pencereden baktım. Yaz gecesi çok güzeldi. Gece yarısını iki saat geçmiş olmalıydı. Sokakta kimsecikler yoktu. Çevredeki bütün pencereler karanlıktı. Çiçeklenmiş akasyalar havayı güzel kokularıyla doldurmuştu. Yukarıda, göğün tam ortasında, serpilmiş, yusyuvarlak Ay, canlı bir yıldız. Samanyolu. Nebulalar. Sonu gelmez nebulalar. Kuyrukluyıldız komaları, gökte yollar, dereler, sıvı gümüş, ele gelir ışık, kadife kar. Beyaz çiçekler, demetler ve demetler, gök bahçeleri, ışıldayan ormanlar, çayırlar… Ve de uzay, özellikle uzay, sonsuz bir uzay!.. “Haydi!” dedi Madeleine, “Ne düşünüyorsun? Kimsenin bizi görmemesi lazım. Ben gözcülük ederim.” Bacağını uzatıp pencereden çıktı. Sokağın köşesine kadar koştu. Bir sağa bir sola bakıp bana işaret etti: “Haydi!” Nehir evin üç yüz metre ötesindeydi. Oraya varmak için iki sokak boyunca yürümek, bir de küçük K. meydanından geçmek gerekiyordu, lakin orada da bizim apartmanın sahibinin işlettiği bar ile kârhane müşterisi âlemci üniformalı Amerikalılara rastgelme tehlikesi vardı. Sonra, kıyıya bağlı mavnalardan sakınmak lazımdı. Bunun için de yolu uzatmak gerekirdi ki bu da macerayı daha karmaşık hale getirirdi. Seçeneğim yoktu. Ya kazanacak ya kaybedecektim. Sokağa son bir kez baktıktan sonra, ölüyü saçlarından tuttum, güçlükle kaldırıp korkuluğun üzerine koydum, kaldırıma atladım (“Saksıları devirmese bari” diye geçti aklımdan). Dışarıdan çektim. Koridor boyunca yatak odasını, yemek salonunu, bütün daireyi, bütün mobilyaları çekiyor gibiydim; sonra, kendi kendimi ağzımın içinden çekip çıkarıyordum adeta: Bağırsaklarımı, ciğerlerimi, midemi, kalbimi, karanlık bir yığın duyguyu, içinden çıkılmaz bir yığın arzuyu, bir yığın pis kokulu düşünceyi, bir yığın küflenmiş, kokuşmuş görüntüyü, çürümüş bir ideolojiyi, bozulmuş bir ahlakı, zehirlenmiş metaforları, parazit bitkiler gibi organlarıma musallat olmuş zararlı gazları. Korkunç bir acı içindeydim. Dayanamıyordum, gözyaşı terliyordum, kan terliyordum. Dayanmalıydım, ama zordu, bir de yakalanmak korkusu vardı. Başını, uzun sakalını, boynunu, gövdesini pencereden geçirmiştim, komşu evin araba kapısının önündeydim, ama ayakları hâlâ koridordaydı. Yanıma gelen Madeleine dehşete düşmüş, tir tir titriyordu. Tüm gücümle çekmeye devam ediyor, acıdan çığlık atmamak için kendimi güçbela tutuyordum. Geri geri giderek çekmeye devam ettim (“Kimseler yok” deyiverdi bu sırada Madeleine bana, “Tüm pencereler karanlık”), sokağın köşesine geldim, döndüm, devam ettim, döndüm, devam ettim. Bir sarsıntı oldu. Bütün bedeni dışarı çıkmıştı. Küçük K. meydanının göbeğindeydik, gündüz vakti gibi aydınlıktı. Nefes nefeseydim. Uzaktan bir kamyon geçti. Bir köpek havladı. Madeleine artık dayanamıyordu: “Bırak şunu, eve dönelim!” dedi. “İhtiyatsızlık etmeyelim! İstiyorsan sen dön, ben icabına bakarım.” Tek başıma kaldım. Bedenin ne kadar hafiflediğini görünce şaşırdım. Elbette çok büyümüştü ama hiç beslenmediğinden, incelerek büyümüştü. Olduğum yerde döndüm. Rahmetliyi vücuduma bir şerit gibi sardım. “Onu nehre kadar böyle taşımak daha kolay olur” diye düşündüm. Ama nerde! Başı kalçama geldiğinde ölülerin şu uzun, keskin ıslık sesini çıkardı. Buna hiç şüphe yoktu. Bu ıslık sesine, dört bir yandan başkaları karşılık verdi: Polis! Köpekler havlıyor, trenler yola koyuluyor, meydana bakan pencereler aydınlanıyor, pencerelerde başlar görünüyor, üniformalı Amerikalılar, kızlarla bardan çıkıyordu. Sokağın köşesinde, ellerinde düdükleriyle iki polis göründü. Koşarak bana doğru geliyorlardı. İki adım kalmıştı. Mahvolmuştum. Birdenbire ölünün sakalı paraşüt gibi açılıp beni yerden kaldırdı. Polislerden biri tüm gücüyle sıçradı ama geç kalmıştı, sadece sol terliğimi yakalayabildi. Ötekini de ben ona attım. Coşan Amerikalı askerler fotoğraf çekiyorlardı. Çok hızlı yükseliyordum, bu sırada polisler parmak sallayarak tehdit ediyor, “Seni gidi seni” diye bağırıyorlardı. Bütün pencereler alkışlıyordu. Sadece Madeleine, kendi penceresinde, küçümsemeyle “Hiç ciddi olamayacaksın, değil mi! Yükseliyorsun ama benim gözümde yüceldiğini sanma!” dedi. Amerikalıların beni “Hello boy!” diyerek selamladıklarını duyuyordum hâlâ, bunu bir spor etkinliği sanmış olmalıydılar. Kıyafetimi, sigaralarımı attım, polisler aralarında kapıştılar. Sonra samanyollarını katediyordum ben, sancak, son sürat, son sürat.
(N.R.F., Şubat 1954)
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıAlbayın Fotoğrafı
- Sayfa Sayısı120
- YazarEugène Ionesco
- ISBN9789750864452
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Babam ve Ben ~ Patrick Modiano
Babam ve Ben
Patrick Modiano
“Modiano, Fransa’nın en önemli yazarlarından biri. Her eseri ‘çoksatar’ olmaya aday.” Jean Charbonneau, Agnionline “New Yorker’ın illüstratörü Sempé, hassas çocukluk günlerimizi sinematografik renklerle süslerken...
- Sanal Aşk Kaçamakları ~ Erdem Yücel
Sanal Aşk Kaçamakları
Erdem Yücel
Bu kitapta örnekleri verilen tüm olaylar ve kişiler, hayal ürünü değil hepsi gerçek olup, sanal alemde yaşadıkları deneyimlerin tamamı, rumuzlar, yaşadıkları şehir ve mahalle...
- Biraz Kuşlar, Azıcık Allah ~ Gökhan Yılmaz
Biraz Kuşlar, Azıcık Allah
Gökhan Yılmaz
“Biraz Kuşlar, Azıcık Allah” adından da anlaşılacağı gibi, çocuksu cinliklerle dolu ama yazınsal derinlikleri olan bir ilk kitap… Gökhan Yılmaz’ın, dili bir oyun hamuruna...