“Deniz Kıyısında Bir Dram” ve “Uzun Yaşam İksiri” Balzac’ın büyük eseri “İnsanlık Komedyası”nın “Felsefi İncelemeler”; “Pierre Grassou” ise “Özel Yaşamdan Sahneler” bölümlerinde yer alır. Bu derlemede bir araya gelen bu üç öykü, okuru birbirinden farklı yaşantılara sürükler; ortak özellikleriyse hepsinin temelinde yatan ahlaki derslerdir. Tatil için bir sahil kasabasına giden genç çift, sakin bir yürüyüş sırasında kendilerini dramatik bir hikâyeye tanıklık ederken bulur. Louis ve Pauline, kendini mağarada yaşamaya mahkûm etmiş bir adamın buruk hikâyesini dinlediklerinde tatilleri koca bir bunalıma dönüşür. “Deniz Kıyısında Bir Dram”da aktarılan yürek burkan hikâyeyi, kurnaz Don Juan’ın heyecan veren macerası ve ressam Pierre Grassou’nun sonradan görme burjuva ailelerini eleştiren öyküsü takip eder.
İçindekiler
Deniz Kıyısında Bir Dram………………………………………….. 11
Pierre Grassou………………………………………………………….. 35
Uzun Yaşam İksiri……………………………………………………… 63
DENİZ KIYISINDA BİR DRAM
Kontes Walewska olarak doğan, Genthod Prensesi
Majesteleri Caroline Gallitzin’e
Yazar tarafından saygıyla ithaf olunur
Balzac
Neredeyse tüm gençlerin elinde geleceklerini ölçmekten hoşlandıkları bir pergel vardır; isteklerine ulaşma konusundaki azimleri bu pergelle ölçtükleri açının genişliğiyle örtüştüğünde, işte o zaman dünya onlarındır. Ama kafamızdaki bu olgu ancak belli bir yaşa kadar geçerlidir. Tüm insanlar için bu yirmi iki ile yirmi sekiz yaş arasıdır. Bu yaş aralığı büyük düşüncelerin, ilk tasarıların çağıdır çünkü bu yaşlar hiçbir şeyden kuşku duyulmayan, büyük arzular yaşanan zamanlardır: Her kim kuşkuya düşerse, iktidarsızlığa da düşer. Hızlı yaşanan bu ekim çağından sonra amel çağı gelir. İki tür gençlik dönemi vardır; inancın yönlendirdiği dönem ve harekete geçilen dönem. Doğanın tüm imkânları önlerine serdiği Caesar, Newton, Bonaparte gibi büyük adamlarda bu iki dönem sık sık birbirine karıştırılır.
Elimde pergelimle bir kayanın üstünde ayakta durmuş, bir düşüncenin gelişmesi için gerekli zamanı ölçüyordum, okyanustan yaklaşık iki yüz metre yükseklikte, dalgakıranlarla oynaşan dalgaların seyrinde geleceğimi arşınlıyordum, nasıl bir mühendis önünde uzanan boş bir araziyi kafasında kalelerle, saraylarla doldurursa ben de geleceğimi eserlerimle döşüyordum. Deniz çok güzeldi, biraz önce yüzmüş ve yeni giyinmiştim; Pauline’i, koruyucu meleğimi bekliyordum; doğanın deniz kızları için oyduğu en şık doğal havuzlardan birinde, granit kayalar arasında ince kumlu küçük bir koyda yüzmekteydi. Bretonya’nın en sevimli minik yarımadalarından birinde, Croisic Burnu’ndaydık. Limandan uzakta, Hazine’nin ulaşılmaz kabul ettiği dolayısıyla gümrükçünün neredeyse hemen hiç uğramadığı bir yerdeydik. Havalara uçtuktan sonra denizde yüzmek! Ah! Kim gelecek hayalleri içinde yüzmemiştir ki? Neden düşünüyordum? İnsanın başına neden kötü şeyler gelir? Kim bilir? Düşünceler size danışmadan kafanıza ya da kalbinize üşüşürler. Sanatçılar açısından baş döndürücülükte ve buyurganlıkta hiçbir cariye Hayal Gücü’yle boy ölçüşemez; dalga dalga saçlarıyla sanatçıyı sarmalayan Hayal Gücü Talih’tir bir yandan. Astolfo’nun hipogrifin’e1 bindiği gibi ben de düşüncelerimin üzerine binmiş dünyada at sürmüş ve her şeyi keyfime göre düzenlemiştim. Çılgın hayallerimin beni teşvik ettiği cüretkâr tasarımları oluşturmak için etrafımda bazı kehanetlerin, izlerin arayışında olduğum bir anda, ıssız çöllerde insanı çağıran bir kadın sesi, denizden henüz çıkmış, canlanmış ve neşeli bir kadının güzel çığlığı, girintili çıkıntılı kıyıyı gel git hareketleriyle döven dalgaların hiç durmayan uğultusunu bastırmıştı. Bir ruhtan fışkıran bu sesi duyduğum sırada kayaların üstünde bir meleğin ayağını fark ettiğimi sanmıştım; melek kanatlarını açıp yükselirken bana bağırmıştı: “Başaracaksın!” Kayanın üstünden huşu içinde hafiflemiş bir halde indim; yamacın birinden aşağıya atılan bir çakıltaşı gibi zıplaya zıplaya gidiyordum. Pauline beni gördüğünde “Neyin var?” diye sordu. Gözlerim doldu, onu cevaplamadım. Havanın değişimlerine ayak uyduran bir arpın sihirli duyarlılığıyla Pauline önceki gün acılarımı hissetmişti tıpkı şu andaki sevincimi hissettiği gibi. İnsanın yaşamında güzel anlar var! Çakıltaşlı sahil boyunca sessizlik içinde yürüdük. Gökyüzünde tek bir bulut dahi yoktu, deniz ise çarşaf gibiydi, başkaları bu manzarayı sadece birbiri üstüne uzanan iki mavi bozkır olarak görebilirdi; ama sözlere ihtiyacı olmadan duyan bizler, sonsuzluğun bu iki perdesi arasında ancak genç yaşlarda doyumuna varılan yanılsamaları oynatabilen bizler, suyun ya da havanın en ufak bir değişikliğinde birbirimizin elini sıkıyorduk zira bu belli belirsiz olayların ikimiz arasında gidip gelen düşüncelerin çevirisi olduğunu düşünüyorduk. Ruhun bedenin zincirlerinden kurtulduğu, geldiği dünyaya geri dönmüş gibi hissettiği bu sınırsız mutluluğun, bu zevk anlarının tadına varmayan olmuş mudur? Bu tür yerlerde rehberimiz sadece aldığımız zevk değildir. Ele ele tutuşup nereye gittiklerini bilmeden koşturan iki çocuk gibi duyguların da birbirine dolandıkları ve öylesine akıp gittikleri saatler yok mudur? Biz de işte öyle yürüyorduk. Şehirdeki evlerin çatılarının griye çalan bir çizgi olarak ufukta belirmeye başladığı sırada Croisic’den dönen fakir bir balıkçıyla karşılaştık; ayakları çıplak, çadır bezinden pantolonunun dizden aşağısı yırtık pırtık bir haldeydi; yelken bezinden bir gömlek giymiş ve kenarları şeritli eski püskü pantolon askıları takmıştı, üstünde de paçavraya dönmüş bir ceket vardı. İçinde bulunduğumuz uyum ve huzur ânında akordu bozulmuş bir ses gibi yankı yapan bu sefalet bize kendimizi kötü hissettirmişti. Pauline ile ben, o an Aboul-Casem kuyularına inip Harun Reşid’in hazinelerine elimize daldıracak güçte olamamaktan gocunmuş bir halde bakıştık. Balıkçının sağ elinde sallandırdığı bir ipin ucunda muhteşem bir ıstakoz ve bir örümcek yengeci asılıydı, diğer elinde balık tutmada kullandığı alet edevat ve oltası vardı. Balıkları satın almak niyetiyle balıkçıya yanaştık; bu fikir ikimizin de aynı anda aklına gelmişti; Pauline’in aklından geçenleri dudaklarında beliren tebessümle anlamış ve ona, o sırada tutmakta olduğum kolunu hafifçe sıkıp kalbime yaklaştırarak cevap vermiştim. Daha sonraki zamanlarda anısı şiirler yazdıran o sıradan, alelade anlardan biriydi; sonraları bir şöminenin karşısında o sıradan ânı, bizi nasıl heyecanlandırdığını, o ânı yaşadığımız yeri hatırlarız; bu anların ilk zamanda etkisi fark edilmez, ancak yaşamın yükünün hafiflediği, kalplerimizin coşkuyla dolu olduğu anlarda bizi çevreleyen nesnelere etki eden bu serabı hatırlarız. En güzel yerler bu anları yaşadığımız yerlerdir. Ruhunda biraz şairlik olan her adamın anılarında bu türden kayalar vardır; ne servetler harcanarak peşine düşünülen ülkelerin en ünlü manzaralarının bu kadar bahsi olmaz şairimizin kalbinde. Bu kayanın yanında bir yığın düşünce doldu beynime; buradaydı yaşanmış koca bir ömür, buradaydı dağılıp giden kaygılar, buradaydı ruhu dolduran umut dalgaları. Bu sırada, bu aşk ya da gelecek düşünceleriyle oynaşan güneş, kayalığın yabani yamaçlarına parlak bir ışık düşürmüştü; yamaçtaki bazı dağ çiçekleri dikkati çekiyordu; huzur ve sessizlik, gerçekte karanlık ve çirkin bu kayaları, hayalcinin renkli dünyasına çeviriyor ve olduğundan önemli ve büyük gösteriyordu; dolayısıyla cılız bitki örtüsüyle, sıcak renkli papatyalarıyla, kadifemsi yüzeyleri Venüs’ün saçlarını andıran yapraklarıyla güzeldi artık. Uzun süreli bir şölen, muhteşem manzaralar, insanın gücünü artıran coşku dolu saatler! Daha önce de bir kez Saint-Pierre Adası’ndan görülen Biel Gölü işte böyle konuşmuştu benimle; Croisic Kayası belki de bu sevinç dolu anların sonuncusu olacaktı! Peki ama o zaman Pauline ne olacaktı?
Balıkçıya dönüp, “Bu sabah bereketiniz bol olmuş galiba sevgili dostum” dedim.
“Evet bayım,” diyerek cevapladı beni, bu arada durmuş ve uzun süre suyun üstünde güneş ışıklarına maruz kalan insanların esmerleşmiş yüzüyle bize bakmıştı.
Bu yüzde uzun süren bir inziva, balıkçılara özgü sabır ve ılımlı tutumu okunuyordu. Kaba olmaktan uzak ince bir sesi, hırs değmemiş iyi huylu dudakları vardı, uzun, ince gövdesi zayıf ve çelimsizdi. Başka herhangi bir görünüş bizi rahatsız ederdi.
“Nerede satacaksınız bunları?”
“Şehirde.”
“Istakoz ne kadar eder?”
“On beş kuruş.”
“Peki ya örümcek yengeç?”
“Yirmi kuruş.”
“Neden ikisi arasında bu kadar fiyat farkı var?”
“Bayım, örümcek (irümcek diyordu) yakalaması daha ince iştir! Ayrıca bir maymun kadar sinsidir ve ender olarak yakalanır.”
“Hepsini yüz kuruşa verir misiniz?” diye sordu Pauline.
Adam ne diyeceğini bilemeden kalakaldı.
“Ama siz almayacaksınız!” dedim gülerek ve devam ettim. “Ben on frank veririm. Her şeye ederini vermek gerekir.”
“Öyle mi!” diye cevap verdi bana Pauline, “ama alacağım! Ben on frank iki kuruş veriyorum.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıDeniz Kıyısında Bir Dram
- Sayfa Sayısı96
- YazarHonore de Balzac
- ISBN9789750759000
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyaz Benekli At ~ Ayla Çınaroğlu
Beyaz Benekli At
Ayla Çınaroğlu
Demek ki bu küçücük renkli sevimli insancıklar, tıpkı şeker gibi, akide şekeri gibi eriyip yok olacaklardı. Çok duygulanmıştım. Onların böyle, küçük bebekler gibi ağlaşmalarına...
- İncir Çekirdeği Yanığı ~ Şiir Erkök Yılmaz
İncir Çekirdeği Yanığı
Şiir Erkök Yılmaz
Şiir Erkök Yılmaz, altıncı öykü kitabı İncir Çekirdeği Yanığı’nda kimi zaman sürreel kimi zaman somut öykülerinde, özgün anlatım dilini yine koruyor, sadece öykü tadını...
- Aydede Peynir Değildir ~ Selda Yaşar
Aydede Peynir Değildir
Selda Yaşar
Küçük fare, yattığı yerde bir oraya dönüyordu bir buraya. Karnı öyle bir gurulduyordu ki… Kiler olarak kullandığı kovuğu, en az midesi kadar boştu. Baktı...