Balzac’ın mektup-roman tarzında kaleme aldığı yapıt, dostlukları okul yıllarına dayanan iki yakın arkadaş Louise ve Renée’nin farklı şehirlerdeki ailelerinin yanına dönmelerinin ardından birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşur. Roman, biri sağduyusuyla hareket eden, anaç bir mizaca sahip, diğeri aşka tutkun, gözü yükseklerde iki farklı kadının hayat hikâyesine odaklanır.Balzac’ın bu kadınların ruhlarının en derinine kadar sızıp adeta iki ayrı kimliğe bürünerek kaleme aldığı roman, Medeni Kanun’un çıkmasıyla birlikte mülkiyet ilişkilerindeki değişimin insan ilişkilerine yansımasını ele alışının yanı sıra, evliliğe toplumsal bir olgu olarak yaklaşımıyla da diğer örneklerinden ayrışır.
*
Georges Sand’a
Sevgili Georges, bu yazı, o sihirli yansımasını bu kitabın üzerine saçacak olan adınızın parlaklığına hiçbir şey ekleyemez; bunu bir şeyler bekleyerek ya da alçakgönüllülük göstermek için söylemiyorum. Ben bunu, yolculuklarımız ve ayrılıklarımız boyunca, çalışmalarımızın ve insanların kötülüğüne rağmen aramızda devam eden gerçek dostluğun bir kanıtı olarak sunmak istiyorum. Kuşkusuz bu duygum hiçbir zaman değişmeyecek. Kitaplarıma eşlik eden dost isimler kervanının bana verdiği zevkle çalışmalarımın çokluğunun yaşattığı sıkıntı birbirine karışıyor; çünkü bu çalışmalar sancısız geçmiyor. En basitinden, verimliliğimi bir tehdit olarak görerek beni suçlayan dostlar var; sanki karşımdaki dünya çok daha verimli değilmiş gibi? Georges, ilerde bir gün, yıkılmış edebiyatlar antikacısı, bu kervanda sadece büyük isimler, asil kalpler, kutsal ve saf dostluklar ve bu yüzyılın parlak isimlerini bulsa çok güzel olmaz mıydı? Her zaman için tartışmaya açık olan başarıdan çok, gerçekliği kesin olan bu mutluluk dolayısıyla daha büyük bir gurur duymaz mıydım? Burada yaptığım gibi, –sizi iyi tanıyan biri için– size dostunuzum, diyebilmek bir mutluluk değil mi?
Dostunuz de Balzac
Paris, Haziran 1840
Birinci bölüm
1
Louise de Chaulieu’den
Matmazel Renée de Maucombe’a
Paris, Eylül
Sevgili maralım,
Bak, işte ben de oradan kurtuldum! Hani bana, Blois’ya sürekli mektuplar göndereceğini vaat etmiştin? İşte sana ilk mektubumu yine ben gönderiyorum. O güzelim kara gözlerin ilk cümleme takıldı kaldı, değil mi? Başını kaldır da sonrasını dinle: Sana ilk aşkımı anlatacak mektubumu alınca asıl o zaman şaşıracaksın…
İlk aşk… Hep “ilk aşk” der dururlar; demek bir ikincisi de olurmuş! Sen şimdi bana: “Sus! Sus da manastırdan nasıl çıkabildin, rahibe olmaktan nasıl kurtuldun, önce orasını anlat,” diyeceksin. Karmelit manastırında neler olup bittiğine sen ne bakarsın? Benim kurtulmam, bir mucize gibi görünse bile, yine de doğal değil mi? Ürkmüş bir ruhun çığrışları en sonunda, aman bilmez düzenin buyurularından da üstün çıktı, işte o kadar. Benim üzüntüden eriyip ölmemi içi götürmeyen halam, hastalığıma biricik deva diye rahibeliği gösteren annemi ne yaptı ne etti yola getirdi. Sen gittikten sonra ben karasevdalıya dönmüştüm; bir an önce kurtulmam da o yüzden oldu.
Şimdi Paris’teyim meleğim; bu mutluluğu da sana borçluyum. Renée’ciğim, sensiz kaldığım günkü halimi görseydin, bu kadar genç bir yürekte o kadar derin duygular uyandırabildiğin için göğsün kabarırdı. Bir arada o kadar hayaller kurduk, kanatlarımızı birlikte o kadar çırptık, o kadar birlikte yaşadık ki, öyle sanırım, ruhlarımız kaynaştı birbirine; hani Macarlı iki kız kardeş varmış, Mösyö Beauvisage1 bize ölümlerini anlatmıştı, işte onların bedenleri gibi. Mösyö Beauvisage da nereden aklıma geldi. Adı nerede, yüzü nerede!.. Kız okullarına hekim etmek için biçilmiş kaftan!..
Sen de kardeşçiğinle birlikte hasta olmadın mı? Öyle üzülmüş, öyle mutsuz olmuştum ki, aramızdaki bağları birer birer anmaktan başka bir şey yapamıyordum; hasret onları birer birer kıracak, sana beni unutturacak diyordum, eşini kaybetmiş bir kumru gibi hayattan tiksindim, ölmekte bir tat buldum da tatlı tatlı ölüyordum. Bir yandan da rahibe olmak korkusu… Hem Matmazel de La Vallière’in2 önceki hayatını yaşamadan, yanımda Renéem olmadan rahibe olmak! Bu bir hastalık, hem de öldürücü bir hastalık değil de nedir?
Bir Karmelit rahibesi, günün, gecenin herhangi bir saatinde ne yapar, ne eder, biliriz. Biz, her saati birbirinin tıpkısı bir görev, bir dua, bir iş getiren o tekdüze hayatı, insana çevresindeki eşyanın olması ile olmamasını bir tutturan o tüyler ürpertici hayatı kendimiz için her ânında başka bir tat bulunan bir hayat haline getirmiştik. Hiçbir sınır tanımadan neler neler düşünmez; neler neler kurmazdık! Hayal bize bütün ülkelerini açmıştı; kimi sen, kimi ben birbirimiz için kanatlı bir at olurduk; en uyanığımız ötekini uyandırırdı, sonra o delişmen ruhlarımız bize yasak edilmez bu âlemi istedikleri gibi baştan başa dolaşırlardı. Ermişlerin hayatı bile bize, en gizli şeyleri anlamamız için yardım ederdi. Yanımda senin o şefkatli, tatlı varlığını duyamadığım gün ben de herhangi bir Karmelit gibi oldum, yani bir yeni zaman Danaid’i1 ; dipsiz bir fıçıyı doldurmaya değil, belki bir gün dolu çıkar umuduyla her gün, ne olduğu anlaşılmaz bir kuyudan boş bir kova çekmeye mahkûm bir kadın. Halam, bizim kendi kendimize olan hayatımızı fark etmemiş. O, iki dönümlük manastırını göklerde bir âlem gibi görmeye alışık olduğundan benim hayattan ne diye bezdiğimi bir türlü anlayamıyordu. Bu yaştaki kızların rahibe olabilmesi için ruhlarında ya eşsiz bir yalınlık (yok bizde o, maralcığım!) ya da halamı ulu bir insan haline getiren özveri ateşinin bulunması gerektir. Halam kendini, pek sevdiği kardeşinin yoluna verivermiş; ama kim kalkıp da kendini tanımadığı insanların ya da birtakım düşüncelerin uğruna öyle veriverir?
On beş günden beri aklıma ne deli deli sözler, düşünceler, hepsini de ancak sana söyleyip sana anlatabileceğim neler neler geliyor! Hepsini de susmak, gönlüme gömmek zorunda kalıyorum. Karşı karşıya gelip anlatmak kadar tatlı değil, ama içimi şu kâğıtlara da dökmesem boğulacağım. Gönül hayatı bize ne kadar gerekliymiş! Bu sabah anı defterime yazmaya başladım, umarım sen de başlamışsındır: Böylece sen ancak hayal ettiğin halini bildiğin Paris’te yaşayacağın gibi ben de ancak senin anlattığın kadarını bildiğim o güzel Gemenos Vadisi’nde yaşayacağım.
Şimdi dinle, yavrucuğum: Hayatımın kitabında sayfası pembe bir şeritle gösterilmeye yaraşır bir günün sabahında annemin can yoldaşlarından biriyle büyükannemden kalma son uşak olan Philippe, Paris’ten geldiler; beni götürmek üzere gönderilmişler. Halam beni odasına çağırtıp da bu haberi bildirince o kadar sevindim ki dilim tutuldu; o an yüzüne alık alık bakmışım. Halam, hani o gırtlaktan çıkan sesiyle, “Kızım,” dedi, “görüyorum ki benden ayrıldığına hiç üzülmüyorsun; ama son ayrılışımız değildir bu, yine görüşeceğimizden eminim. Senin yüzünde, Tanrı’nın sevdiği kullarına nasip ettiği nuru görüyorum. Sende, insanı Cennet’e de, Cehennem’e de götürebilecek gurur var, ama ruhundaki soyluluk, düşmeni önleyecektir! Ben seni, senden daha iyi bilirim; sendeki tutku, herhangi bir kadındaki tutkuya benzeyemez!” Bunu söyledikten sonra beni göğsüne doğru çekip alnımdan öptü; onu kemiren, gözlerinin o mavi tatlılığını karartan, gözkapaklarını yumuşatıp altın sarısı elmacıklarını kırıştıran, o güzel yüzünü sarartan ateş de sanki bir öpüşle alnıma işlenmişti. Tüylerim diken diken oldu. Karşılık vermeden ellerini öptüm. “Halacığım,” dedim, “sizin tapılası iyilikleriniz bile bana bu manastırda beden için şifa, gönül için deva bulduramadı; demek ki buraya tekrar dönmem için çok gözyaşı dökmem gerek; siz de bunu dilemezsiniz. Beni buraya ancak XIV. Louis’nin vefasızlığı döndürebilir, ama öyle biri elime geçerse bizi birbirimizden ancak ölüm ayırır! Ben Montespanlar’dan korkmam,” dedim. Halam gülümseyerek, “Haydi deli kız! Bu boş düşünceleri burada bırakayım deme, onları da al götür, ama belki sen bir La Vallière’den çok bir Montespan’sın,” dedi. Boynuna sarıldım. Zavallı kadın beni arabaya kadar götürmekten kendini alamadı; gözlerini bir bana, bir de arabanın üzerinde ailemizin armasına dikiyordu.
Gece Beaugency’ye vardığım zaman, o garip vedalaşmanın etkisiyle olacak, ruhum hâlâ bir uyuşukluk içindeydi. İçim titreyerek atıldığım bu dünyada acaba ne bulacağım?.. Herhalde ilk gün beni karşılayacak bir kimse bile bulamadım, gönlümün hazırlıkları boşunaymış. Annem, Boulogne Ormanı’na gezmeye gitmiş, babam meclisten daha dönmemişti; kardeşim Dük de Rhétoré ise ancak akşam yemeğine yakın, o da giyinmek için eve bir uğramış. Matmazel Griffith1 ile Philippe beni daireme götürdüler.
Bu dairede eskiden büyükannem Prenses de Vaurémont otururdu. Canım nineciğim! Bana oldukça yüklü bir para bırakmış, ama bana o paranın sözünü bile eden olmadı. Anılarımda sanki kutsal bir yere dönmüş olan o odaya girdiğim zaman duyduğum hüzne sen de katılırsın. Her şey onun bıraktığı gibi duruyordu! Ben, onun öldüğü karyolada yatacaktım. Onun şezlongunun bir ucuna oturup yalnız olmadığımın farkına varmaksızın ağladım, onu daha iyi dinleyebilmek için şezlongunun önüne diz çöktüğüm günleri düşündüm. Orada onun koyu sarı tenteneler içinde can çekişme acılarıyla olduğu kadar, yaşlılığı gereğiyle de zayıflamış yüzünü görmüştüm. Odada hâlâ onun zamanındaki sıcaklığı duyar gibiydim. “Nasıl olur da Matmazel Armande-Louise-Marie de Chaulieu bir köylü kızı gibi ninesinin karyolasında yatmak zorunda kalıyor, hem de hemen hemen onun öldüğü gün?” diyordum. Prenses, 1817’de ölmüştü, ama bana daha dün öldü gibi geliyordu. Bu odada bulunmaması gereken bazı şeyler gördüm; bunlar, devlet işleriyle uğraşanların, kendi evlerinin işlerinde ne kadar tasasız olduklarını, büyükannemi de, on sekizinci yüzyılın en büyük kadınlarından biri sayılacak olan o soylu kadını, ölür ölmez kimsenin düşünmediğini gösteriyordu. Philippe, döktüğüm gözyaşlarının sebebini anlar gibi oldu. Prensesin vasiyetnamesinde bu eşyaları bana bırakmış olduğunu söyledi. Zaten babam konağın büyük dairelerini, devrimden sonra bulduğu halde bırakmıştı. Ayağa kalktım, Philippe küçük salonun kapısını açtı, kabul dairesine girdik; oranın da eski, harap hali değişmemişti. Kapı üstlerine vaktiyle asılan değerli tabloların yerleri boş duruyordu, mermerler kırılmış, aynalar kaldırılmıştı. Eskiden bu ıssız, geniş, yüksek salonlarda gezmeye korktuğum için Prenses’in yanına küçük merdivenden giderdim; büyük merdivenin kemeri altından geçen o küçük merdiven, tuvalet odasının gizli kapısına götürür.
Bir salonu, bir yatak odası, bir de, sana kaç kere anlattığım yaldızlı, kırmızılı güzel bir giyinme odası bulunan bu daire, konağın Invalides tarafındaki bölmesindedir. Konakla cadde arasında, sarmaşıklarla örülmüş bir duvar, bir de yukarı dalları caddenin kenarındaki ağaçlarınkine karışmış karaağaçlarla süslü yol vardır. Invalides’ın yaldızlı mavili kubbesi, kurşuni duvarları gözükmese, insan kendini bir ormanda sanır. Bu vaktiyle Chaulieu düşeslerinin kabul dairesi olduğunu gösteriyor; düklerinki de herhalde karşı yandaydı. İkisinin arasında konağın iki büyük kısmıyla bir de cephe bölmesi vardır; az önce Philippe’in gösterdiği, ta çocukluğumdan beri bildiğim halleriyle kalmış, eski görkemli görünüşlerinin yerinde artık yeller esen o loş, her yanı çınlayan büyük salonlar, işte o cephe bölmesindedir. Philippe, benim yüzümdeki şaşkınlığı görünce hemen gizli şeyler söyleyecekmiş gibi bir tavır takındı. Renée’ciğim, bu diplomat evinde herkesin sanki birçok şeyler bilir de gizlermiş gibi bir halleri var. Philippe’in anlattığına göre yakında émigré’lere1 harap olmuş mallarının bedelinin verilmesi için bir yasa çıkacakmış; babam da konağı, o parayı aldıktan sonra onartacakmış. Kralın mimarı, bizim konağın masrafını üç yüz bin frank tahmin etmiş. Bunu duyar duymaz kendimi salonumun kanepesine attım. Babam beni o parayla evlendireceğine manastırda bırakmak istiyor; niçin? O kapının eşiğinde işte böyle bir düşünce ile karşılaştım. Ah! Renée’ciğim, başımı hayalimde senin göğsüne dayadım da büyükannemin bu iki odayı canlandırdığı günleri düşündüm! Beni biri sevmiş, biri de sevmekte olan iki kişinin biri şimdi yalnız gönlümde yaşıyor; biri de sen, ta Maucombe’da, yani benden iki yüz fersah uzaktasın. Benim o taze bakışlı zavallı ihtiyar nineciğim, benim sesimle uyanmak isterdi. Birbirimizle ne iyi anlaşmıştık!
Geçmiş günleri hatırlamak biraz önce duyduğum rahatsızlığı, sıkıntıyı birdenbire değiştirdi. Az önce bir ölüye saygısızlık, onu unutmanın eseri diye karşıladığım yerlerde şimdi sanki bir kutsallık görmeye başladım. Odada hâlâ kaybolmayan belli belirsiz lavanta kokusunu koklamak, beyaz çiçekli sarı Şam ipeklisinden cibinliğin altında uyumak bana pek tatlı göründü; nineciğimin baktığı, soluğunun değdiği bu eşyada, herhalde ruhundan da bir şey kalmıştır.
Philippe’e eşyaya eski parlaklığını kazandırıp dairemi de oturabilir bir hale getirmesini söyledim. Her şeyin yerini kendim seçerek daireme nasıl yerleşmek istediğimi anlattım. Ne varsa hepsini birer birer elimden geçirdim, o eski, antika şeylerin nasıl yenileştirilebileceğini gösterdim. Odanın beyaz duvarları zamanla biraz sararmış, narin, çılgın arabesklerin yaldızı da yer yer kırmızı bir renk almıştı; ama bunlar büyükanneme XV. Louis’nin resmiyle birlikte verdiği Savonnerie halısının solmuş renkleriyle pek uyuşuyordu. Saat, Mareşal de Saxe’ın hediyesidir. Ocağı süsleyen porselen eşyayı da Mareşal de Richelieu vermiş. Büyükannemin yirmi beş yaşındayken yapılmış resmi, yumurtamsı bir çerçeve içinde, kralın resminin karşısında asılıdır. Prensin resmi yok. Onun böyle unutulmuş olması çok hoşuma gidiyor; bu içtenlik, büyükannemin ta kendisi. Bir gün halam çok hastaymış; günahını çıkaran papaz, prensin kapıda beklediğini söyleyip içeri alması için diretmiş. Halam, “Olmaz, o buraya ancak hekimle, hekimin ilaçlarıyla girebilir,” demiş.
Karyola, sayvanlı, pamuklu dosyalarıyla bir kanepeye benziyor. Döşeme yıldızlı; beyaz çiçekli bir Şam kumaşıyla kaplı. Perdeler de o kumaştan; astar hareli beyaz ipekten. İki kapının üzerine, adını bilmediğim bir ressam, bir gün doğuşu ile bir de ay ışığı tablosu yapmış. Ocak aşırı bir merakla işlenmiş. Geçen yüzyıl insanlarının ocak başında oturmayı sevdikleri belli. Ömürlerinin birçok büyük olayları orada geçermiş. Bakır ocak, olağanüstü bir sanat eseri, çerçeve özenile bezenile yapılmış, körük pek cici bir şey, kürekle maşa zarif bir elden çıkmış. Ocak siperinin halısı Gobelins’den getirilmiş, çerçevesi de pek nefis; ayaklarına, kollarına birtakım yüzler yapılmış, baktıkça insanın içi açılıyor; sanki bir yelpaze gibi işlenmiş… Büyükanneme kim vermiş bunu, bilmiyorum, ama pek severdi. Koltuğunu onun önüne çekip içine gömülür, ayağını sarığına dayar, eteğini biraz dizine doğru kaydırır, sehpanın üzerinde şeker kutusuyla ipek eldivenleri arasında duran enfiye kutusunu alıp alıp bırakırdı.
Büyükannem ne zarif bir kadındı! Ta öleceği güne kadar, sanki resmindeki yaşındaymış gibi sarayın en kibar gençleri gelip çevresini alacakmış gibi özenle giyinirdi. Bu koltuğu görünce büyükannemin, onun içine kendini bırakırken eteklerinin o benzersiz dalgalanmaları aklıma geldi. Eski zaman hanımları ölürken, dönemlerine vergi olan bazı gizleri de birlikte götürüyorlar. Prenses başını edalı edalı sallar, nükteli bir söz söyler, birine bakarken de kendine özgü haller takınırdı; deyişinde de, sonradan annemin konuşmasında bulamadığın bir incelik, bir doğallık, bir hazırcevaplık; sohbeti, nasıl söyleyeyim, hem kısa hem de uzundu; tatlı tatlı anlatır, bir insanı da üç sözcükle çizip belirtiverirdi. En göze çarpan özelliği de düşüncelerindeki, yargılarındaki özgürlüktü; bunun, benim görüşlerim üzerinde hiç kuşkusuz büyük etkisi oldu. Yedi yaşından on yaşına kadar sanki onun ceplerinde yaşadım; ben onun yanında olmayı ne kadar seversem, o da beni yanına çekmeyi o kadar severdi. Onun beni, benim onu herkesten çok sevişimiz, annemle onun arasında nice kavgaya neden oldu. Bir duyguyu alevlendirmek için en iyi çare, baskının buz gibi rüzgârı değil midir? Merak denilen yılanın kıvraklığı ile kapılar arasında kayarak yanına gidebildiğim zaman, “Sen misin küçük maskara?” derdi. Sevildiğinden hoşnut, ömrünün kışında bir güneş ışınını andıran o dupduru sevgime bayılırdı.
Akşamları onun dairesinde neler olurdu bilmem, ama herhalde çok gelen vardı; sabahleyin ayaklarımın ucuna basarak acaba orası da aydınlandı mı diye dairesine gittiğim zaman salonun eşyasını darmadağın bulurdum. Oyun masaları kurulmuş, yerlere tütün dökülmüş… Bu salon da odadaki eşyasının üslubunda döşetilmiş; kanepeler, koltuklar tuhaf bir biçimde; oymalı tahtadan yapılmış, ayaklar geyik ayağı biçiminde. İnce bir zevkle alçıdan işlenmiş çiçek hevenkleri, aynalar arasında yılan gibi dolaşıp bir fisto gibi aşağı dökülüyor. Konsolların üzerinde Çin saksıları vardı. Büyükannem edalı bir esmer olduğundan, dairesinin renklerini de ona göre seçmiş. Bu salonda, çocukken gözlerimi oldukça oyalamış olan bir yazı masası buldum; üzerine oymalı gümüş kaplanmış; Lomellini adında bir Cenevizli vermiş bunu büyükanneme. Masanın dört yanına, dört mevsimin türlü işleri resmedilmiş; her tabloda kabartma yüzlerce insan var.
Hem zekâsı hem de güzelliğiyle XV. Louis sarayı kadınlarının en ünlülerinden birinin hareminde, anılarımı birer birer kurcalayarak iki saat bir başıma oturdum. 1816’da, bir gün içinde beni ondan nasıl ayırıverdiklerini bilirsin. Annem, “Haydi git de büyükannene veda et!” demişti. Prenses şaşırmadı, üstelik çok da aldırmaz görünüyordu. Beni her zamanki gibi karşıladı. “Manastıra gidiyormuşsun yavrum! Orada halanı göreceksin, çok iyi bir kadındır. Senin gürültüye gitmemen için ne gerekirse yapacağım; kimseye el açmadan, dilediğince yaşayabileceksin,” dedi. Altı ay sonra öldü; vasiyetnamesini eski dostlarının en sadığına, Prens de Talleyrand’a vermiş, o da, Matmazel de Chargeboeuf’ü ziyarete gittiği bir gün bir çaresini bulup bana, “Büyükanneniz sizin rahibe olmanızı kesinlikle istemiyordu,” diye haber göndermiş. Er geç Prens’i göreceğimi, onun bana daha başka şeyler söyleyeceğini umuyorum.
İşte böyle, sevgili maralım! Eve geldiğim zaman beni karşılayacak kimse bulamadım, ama sevgili nineciğimin hayali avuttu beni. Hatırlarsın ya, seninle birbirimize evimizi de, bütün hayatımızı da en küçük noktalarına varıncaya dek anlatmaya sözleşmiştik; ben hemen sözümü yerine getirmek için masamın başına oturdum. Sevdiğimiz bir kimsenin nerede, nasıl yaşadığını bilmek ne tatlı şeydir! Sen de bana çevrendeki her şeyi, en küçüğünü de, büyük ağaçlar arasında güneşin nasıl battığını da unutmadan, hepsini anlat.
10 Ekim
Eve öğleden sonra saat üçte varmıştım. Beş buçuğa doğru Rose, annemin geldiğini haber verdi, saygılarımı sunmak için hemen aşağı indim. Annemin dairesi de bizim bölmede, sokaktan girilince ilk katta. Ben onun üzerindeki katta oturuyorum, gizli merdivenimiz bir. Babam karşıki bölmede oturuyor, ama bizim yanda büyük merdiven oldukça yer kapladığından onun dairesi bizimkilerden çok daha geniş. Bourbon hanedanının, yine devletin başına geçmiş olması dolayısıyla babamla anneme, mevkileri gereği birtakım görevler düştü; yine de ilk katta oturup konuk kabul edebiliyorlar, babalarımızdan kalma evler o kadar büyük.
Annemi salonda buldum, orada da hiçbir şey değişmemiş. Annem giyimliydi. Ben merdivenden adım adım inerken bana pek annelik etmemiş, sekiz yıl içinde de bildiğim iki mektuptan başka bir şey yazmak ihtiyacını duymamış olan o kadın, acaba bana nasıl davranacak diye düşünüyordum. Kendisini gerçekten sevmeme imkân mı var? Yapma bir sevgi gösterisini de onuruma yediremedim; bunun için budalaca bir rahibe hali takınmıştım, içimden de nasıl sıkılıyordum, bilemezsin. Çabuk geçti o sıkıntı. Annemin davranışı son derece sevimli oldu; bana yapma bir şefkat göstermediyse de, öyle soğukça bir yüz de takınmadı; bana bir el kızı diye bakmadıysa da sevgili yavrusu diye de bağrına basmadı. Beni, sanki bir gün önce ayrılmışız gibi karşıladı, en yakın, en samimi bir dost gibi davrandı bana; benimle, yetişkin bir kadınla konuşur gibi konuşup alnımdan öptü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİki Yeni Gelinin Anıları
- Sayfa Sayısı288
- YazarHonore de Balzac
- ISBN9789750736001
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dava ~ Franz Kafka
Dava
Franz Kafka
Cem Yayınevi, çağımızın büyük yazarlarından Kafka’nın bütün eserlerini, Kâmuran Şipal’in Türkçesiyle yayımlamaktadır. Bütün eserlerde Kafka’nın «Bir Savaşın Tasviri», «Hikâyeler» ve «Taşrada Düğün Hazırlıkları» adlarını...
- Bizimle Başladı ~ Colleen Hoover
Bizimle Başladı
Colleen Hoover
“Belki de aşkın bitmesinin olumsuz olduğu düşüncesi sadece bir bakış açısı meselesidir. Çünkü bana göre aşkın sona ermesi, bir zamanlar aşkın var olduğu anlamına...
- Riko, Oskar ve Gökteki Cennet ~ Andreas Steinhöfel
Riko, Oskar ve Gökteki Cennet
Andreas Steinhöfel
Gerçek dostluk engel tanımaz! Alman çocuk ve gençlik edebiyatının yıldız kalemlerinden Andreas Steinhöfel’in otuzdan fazla dile çevrilen “Riko ve Oskar” serisi, uzun süredir merakla...