Eugénie Grandet, “İnsanlık Komedyası” başlığı altında tasarlanmış dev romanlar dizisinin en tanınmış, en sevilen bölümlerinden biri.Klasik Fransız edebiyatının büyük yazarıHonoré de Balzac, ilk kez 1833’te yayımlananbu romanında taşra insanlarını ve onların özellikle parayla ilişkilerini kendine özgü gerçekçiliğiyle anlatır. Temel olarak cimriliği ve aşkı birlikte ele aldığı bu önemli romanında Balzac, romanın kahramanlarından birinin, Grandet Baba’nın büyük mal varlığının çalışmakla elde edilemeyeceğini gözler önüne serer. Fırsatçılıkla, Fransız Devrimi sonrasındaki karışıklıkta türlü aldatmacalarla elde edilmiş bu servetin içinde alın terinin payı, denizde bir damla gibidir. Dürüst, erdemliEugénie Grandet’nin tertemiz aşkının ve yüce gönüllülüğünün bütün bu pisliklerin yanında yeri nedir? Balzac’ın romanı, tüm kuşaklar için güncelliğini ve değerini koruyor. “Roman kahramanları yaratmak demek doğru görebilmek, yoğunlaşmak ve şiddetleştirmek, maksimuma ulaşmak, her tutkunun içindeki acıyı ortaya koymak, her gücün içindeki zayıflığı görebilmek, gizli kalmış güçleri dışarı çıkarmak demektir. Eugénie Grandet, bu yoldaki ilk adımdır; bu basit, inançlı kızdaki kendini teslim etme duygusu o denli bir artış gösterir ki, neredeyse dindar olacaktır, yaşlı Grandet’nin cimriliği de tıpkı yaşlı çirkin hizmetçi kızın sadakati gibi şeytanlaşır.”Stefan Zweig
Sunuş
Kolaycı eleştirmenlerin kötü bir alışkanlığı vardır: Ele aldıkları her yazarı belirli bir konuma oturtup belirli bir yönelimle tanımlamaya çalışır, bunu yaptıktan sonra her şeyi çözümlediklerini sanırlar: Flaubert’in gerçekçi, Mallarmé’nin simgeci, Proust’un izlenimci olduğunu söylemişlerse, yarı yarıya çözmüşlerdir sorunu, geri yanı kendiliğinden gelecektir. Ne var ki, özellikle büyük sanatçıları tek bir yönelimle açıklamak olsa olsa yanıltır bizi; çünkü büyük sanatçıların en belirgin özelliklerinden biri de böyle hazır kalıplara kolay kolay sığmamalarıdır. Balzac konusunda da böyle. Baudelaire’in herkesten önce saptadığı gibi, Balzac’ı, Balzac romanını belirli bir yazın anlayışının dar sınırları içine sığdırmaya, Balzac’ı ve Balzac romanını bu sınırlar içinde tanımlayıp yorumlamaya kalkanlar hep yanılmışlardır.
Bilindiği gibi, ister içerik, ister biçim söz konusu olsun, bir “Balzac romanı”ndan söz edilir sık sık, yalnızca Balzac’ın romanları değil, başka birçok yazarların romanları da bu kurmaca kalıba göre değerlendirilir. Oysa, çoğu kez, önce Balzac’ın kendi yapıtları ortaya çıkarır böyle bir kalıbın geçerliliğini. Örneğin, “Balzac romanı üçüncü tekil kişi ağzından anlatılır,” derler ama, biraz yakından bakınca, birinci tekil kişi ağzından aktarılan anlatılarının da az olmadığını, üçüncü tekil kişi ağzından aktarılır gibi görünenlerinin çoğu kez belirli bir “birinci tekil kişi” sakladığını, kimi anlatılarının aktarılmasını da birkaç anlatıcının birden yüklendiğini görürsünüz. “Balzac’ın anlatıları serüvenlerin geçtiği yerlerin, serüvene katılan kişilerin yüzlerinin ve giysilerinin uzun betimlemeleriyle başlar,” derler, kimi Balzac anlatıları da doğrular bu kesinlemeyi ama, başka birçok Balzac anlatısının bu kesinlemeyi yalanlayan bir kurgu sunduğu da tartışılmaz bir gerçektir. Bundan doğal bir şey de olamaz: Balzac belirli bir anlatı kalıbı oluşturup onda demirlemiş bir yazar değil, durmamacasına yeni anlatım biçimleri aramış, anlatı sanatının bütün olanaklarını denemiş bir yaratıcıdır. Sonraları, nice romancıların birer yenilik olarak sunacağı birçok biçimlerin en özgün örneklerini Balzac’ın yapıtlarında bulmak olanaklıdır.
İçerik konusunda da böyle: Balzac’ı yalnızca bir gerçekçi, bir “töre tarihçisi” diye tanımlamak en azından onu yanlış tanıtmak olur. Elimizdeki kitap; gerek biçim, gerek içerik açısından, “Balzac romanı” deyimiyle belirtilen kavrama çok uyar görünen Eugénie Grandet de yeterince doğrular bunu. Gerçekten de, “İnsanlık Komedyası”nın en çok okunan parçalarından biri olan ama Balzac’ın anlatılarına yeni bir boyut, aşkın bir bütünlük getiren “İnsanlık Komedyası” dizgesini tasarlamasından bir yıl önce, 1833’te yayımlanan bu roman, taşra yaşayışını, taşra insanlarını, özellikle de bunların ticaretle, parayla yakından ilgili olanlarını kusursuz bir gerçekçilikle anlatır. Ama, başlangıçta da belirttiğimiz gibi, Balzac’ın en belirgin özelliklerinden biri hiçbir zaman tek bir düzlemde kalmamasıdır: Taşrayı bütün dünyaya, XIX. yüzyılı bütün çağlara, ticareti ve parayı politikaya ve aktöreye bağlar Eugénie Grandet’de, bütün bu bağıntıları da insan tutkularının en hor görüleniyle, en yüceltileniyle; cimrilik ve aşkla iç içe geliştirir.
Gerçekten de, romanın önde gelen kahramanlarından Grandet Baba’nın “elindeki serveti alnının teriyle kazanmış” olduğunu ileri süren Fransız yazarı Félix Longaud’nun düşündüğünün tersine, Balzac “İnsanlık Komedyası”nın birçok parçalarında olduğu gibi burada da paranın toplum içindeki ilginç serüvenini anlatırken, bütün serüvenler gibi bu serüvenin de alabildiğine karmaşık, çok yönlü, çok boyutlu olduğunu, dolayısıyla bunca zenginliğin bir tek adamın elinde toplanabilmesinin alın teriyle açıklanamayacağını kanıtlar: Yeğeni Charles birkaç yıl içinde edindiği serveti nasıl insan ticaretine, gittiği uzak ülkelerdeki insanlık dışı koşulları kendi çıkarı yönünde kullanmasına borçluysa, Grandet Baba da Fransız Devrimi sonrasında, dönemin siyasal koşullarından ustaca yararlanıp satışa çıkarılmış kilise mallarını yok pahasına kapatarak, servetine servet katacak bir eş bularak, sonra da her türlü hileyi, her türlü aldatmacayı geçerli sayan bir ticari yöntem uygulayarak edinmiştir büyük servetini; dolayısıyla, dolambaçlı yolların sağladıkları yanında alın terinin payı denizde bir damladan öte bir şey değildir. Bu nedenle, aynı ölçüde güçlü ve evrensel görünmekle birlikte, Grandet Baba’nın cimriliği Molière’in ünlü Harpagon’unun cimriliğine pek benzemez: Temelini toplumsal, çevresel ve insansal koşullarda bulur, evrensel olduğu ölçüde olumsaldır.
Hiç kuşkusuz, böyle bir kesinleme karşısında, “İyi ama bu ortamda Eugénie Grandet’nin arı aşkının ve yüce gönüllüğünün yeri ne?” diye sorulabilir. Ama, biraz yakından bakılınca, romanın bu sorunun yanıtını da önceden verdiği görülür: Hem servetine hem eşine hem kızına tümüyle egemen olmak amacıyla kızını ve eşini dış dünyadan elden geldiğince soyutladığı için Eugénie’nin bomboş yüreğinde arı ve güçlü bir duygunun bu denli kök salabilmesine Grandet Baba’nın kendisi yol açmıştır bir bakıma; aynı ölçüde arı ve sevecen olan Charles olaylar içinde yoğrularak değişmiştir, Eugénie değişmemiştir. Geri yanına gelince, bunca cömertliğine karşın, Eugénie tıpkı babası gibi bir cimri yaşamı sürmekten kurtulamamış, bir bakıma kısırlıkta ondan da ileri gitmiştir. Bu gözlem bile, bir kez daha, Balzac’ta her şeyin ne denli karmaşık bir dokusu bulunduğunu ortaya koyar.
Ne olursa olsun, Eugénie Grandet, Balzac’ın ustalığını kanıtlayan önemli yapıtlarından biridir. Çünkü, daha ilk yayımlandığı günlerde bile, büyük bir ilgi ve hayranlıkla karşılandığı, bu ilgi ve hayranlığın hep sürdüğü, o kadar ki, hep “Eugénie Grandet yazarı” diye anılmanın Balzac’ı en sonunda sinirlendirmeye başladığı yeterince bilinir.
Tahsin Yücel
Kimi taşra kentlerinde, bakanlara en karanlık manastırların, en donuk çorak toprakların, en kasvetli yıkıntıların uyandırdığı hüznü veren evler vardır. Belki aynı zamanda hem manastırın sessizliği hem çorak toprakların kuruluğu hem de yıkıntıların kırılıp dökülmüşlüğü vardır bu evlerde: Buralarda yaşam ve devinim öylesine durgundur ki, bilinmedik bir ayak sesi üzerine, keşiş yüzlerini andıran yüzü, pencere desteğinin üst yanına çıkan kımıltısız bir kimsenin soluk ve soğuk bakışıyla karşılaşıvermese, bir yabancı, içlerinde kimsecikler oturmadığını sanabilir. Saumur’de, kentin yukarısından şatoya giden, biçimsiz bir sokağın ucunda bulunan bir evin yüzünde de, aynı hüzün özleri yaşar. Şimdilerde pek gidilip gelinmeyen, yazın sıcak, kışın soğuk, kimi yerleri de karanlık olan bu sokak, her zaman temiz ve kuru, çakıllı kaldırımının sesliliği, eğri büğrü yolunun darlığı, eski kentin malı olan, surlara yukarıdan bakan evlerinin sakinliğiyle dikkati çeker. Burada, tam üç kez asırlık olmuş barınaklar, tahtadan yapılmış olmalarına karşın, hâlâ sağlamdırlar; değişik görünüşleri, Saumur’ün bu bölümüne antikacıların, sanatçıların dikkatini çeken özgünlüğe çok şeyler ekler. Bu evlerin önünden geçip de uçları yontulup garip biçimler oluşturmuş olan çoklarının alt katını kara, hafif bir kabartmayla çevreleyen kocaman çam kerestelere hayran kalmamak kolay değildir. Burada, çapraz tahta parçaları kara taşlarla örtülüdür, çürümüş padavraları yağmurla güneşin birbirini kovalayan etkileriyle bükülmüş, yılların eğdiği, alçılı, tuğlalı bir sivri çatı ile biten bir evin incecik duvarları üzerinde mavi çizgiler çizerler. Burada yıpranmış, kararmış pencere destekleri göze çarpar, zarif oymaları pek görülmez, üzerlerinde yoksul bir işçinin karanfilleri ya da gülleri boy atan, kararmış, kil saksılara göre fazla hafif gibi görünürler. Daha ötede, kocaman çivilerle süslü kapılar vardır, atalarımızın dehası, anlamı bir daha hiçbir zaman bulunamayacak hiyeroglifler çizmiştir bu kapılara. Bazen bir Protestan buraya inancının mührünü basmış, bazen de bir birlik yanlısı burada IV. Henry’ye lanet yağdırmıştır. Bir burjuva buraya çan asaleti’nin1 belirtilerini, unutulmuş yönetiminin şanını işlemiştir. Fransa tarihi bütünüyle buradadır. İşçinin harç küreğini üzerinde tanrılaştırdığı duvarları dolma, titrek evin yanında, bir asilzadenin köşkü yükselir; köşkün taş kapısının yarım daire biçimi kemeri üzerinde, 1789’dan beri ülkeyi çalkalandıran değişik devrimler sırasında kırılmış armalarının bazı kalıntıları hâlâ görülür. Bu sokakta, ticarete ayrılmış alt katlar, ne dükkân ne de ardiyedir; Ortaçağ meraklıları orada, bütün doğal sadeliği içinde, atalarımızın eski dükkânlarını bulabilirler. Vitrini de, saati de, camekânı da bulunmayan bu basık odalar derin, karanlıktırlar; ne dışlarında bir süs vardır ne de içlerinde. Kapıları kaba demirli iki kanattan oluşur, üstteki içeriye açılır, yaylı bir çıngırağı olan alt kanat sürekli olarak gidip gelir. Bu bir tür nemli ine, hava ve ışık ya kapının yukarısından ya da içlerine sabah çıkarılıp akşam yeniden konulan, somunlu demir çubuklarla tutturulan sağlam panjurların takıldığı, destek yüksekliğindeki küçük duvarla döşeme arasındaki açıklıktan girer. Bu duvar, tüccarın mallarını sergilemesine yarar. Hiçbir şaklabanlık yoktur burada. Ticaretin türüne göre, örnekler, tuz ve morina balığı ile dolu iki-üç ağaç kovadan, birkaç top yelken bezinden, halatlardan, kirişlere asılmış pirinç madenlerinden, duvarlardaki çemberlerden ya da raflar üzerindeki birkaç parça kumaştan öteye geçmez. Girin içeri. Atkısı ak, kolları kırmızı, güzelliği gençliğinden gelen bir kız, örgüsünü bırakır, annesini ya da babasını çağırır, annesi ya da babası da, ister iki paralık, ister yirmi bin franklık mal olsun, huyuna göre, soğuklukla, tatlılıkla, çalımla satar size istediğinizi. Bir komşusuyla konuşurken başparmağını oynatan, kapısı önüne oturmuş bir fıçı tahtacısı göreceksiniz; görünüşte yalnız kötü şişe tahtaları, iki-üç deste de lata tahtası vardır; ama liman üzerindeki dopdolu şantiyesi Anjou’nun bütün fıçıcılarına mal yetiştirir; ürün iyi olunca ne kadar fıçı yetiştirebileceğini tek tahtasına kadar bilir; güneşin şöyle bir çıkıvermesi onu zengin eder, yağmurlu bir hava batırıverir: Sabahla öğle arasında, fıçılar on bir franga yükselir ya da altı franga düşerler; Touraine’de olduğu gibi bu memlekette de ticaret yaşamına havanın değişiklikleri egemendir. Bağcılar, toprak sahipleri, tahta satıcıları, fıçıcılar, hancılar, denizciler, bir güneş ışınını gözetlerler; akşam yatarken, ertesi sabah kalkınca geceleyin don olduğunu öğrenmek korkusuyla titrerler; yağmurdan, yelden, karanlıktan korkar, gönüllerine göre su, sıcaklık, bulut isterler. Gökyüzü ile yeryüzü çıkarları arasında sürekli bir düello vardır. Barometre, yüzleri sırasıyla kederlendirir, güldürür, neşelendirir. Bu sokağın, Saumur’ün eski Büyük Sokağı’nın bir başından bir başına, kapıdan kapıya, “İşte altın bir hava!” sözcükleri dökülür.
Bunun için de herkes, “Altın yağıyor!” diye yanıt verir komşusuna, bir güneş ışınının, uygun bir yağmurun getirdiği altınların hesabını bilir. Cumartesi günleri vakit öğleye yaklaştı mı, bu iyi işadamlarından bir meteliklik bir mal bile alamazsınız. Her birinin kendi bağı vardır, iki gün kalmak üzere köye giderler. Alış, satış, kazanç, her şey önceden bilindiğinden, burada tüccarlar on iki saatlerinin onunu keyifli eğlencelerle, gözetlemelerle, açıklamalarla, sürekli casusluklarla geçirirler. Bir ev hanımı bir keklik almayagörsün, komşular kekliğin tam kıvamında pişip pişmediğini sorarlar kocasına. Bir genç kız başını penceresinden uzatmayagörsün, bütün işsiz topluluklarca görüldüğünün resmidir. Burada, bu girilmez, kara, sessiz evlerin hiçbir gizlemi olmadığı gibi, bilinçler de gözler önündedir. Yaşam hemen her zaman açık havada geçer; her aile kapısının önüne oturur, öğle akşam yemek yer, kavga eder. Sokaktan bir kimse geçti mi mutlaka incelenir. Eskiden bir taşra kentine gelen bir yabancının her kapıda alaya alınması da bu yüzdendi ya. Tatlı öyküler buradan gelir, kentlileri alaya almada herkesi geride bırakan Angers’lilere verilen dilbaz lakabı buradan gelir. Eski kentin eski konakları bu sokağın yukarısındadır; bir zamanlar memleketin beyzadeleri otururlardı orada. İçinde bu öykünün olayları geçmiş olan, hüzün dolu ev de, bu evlerden, nesnelerin ve insanların Fransız yaşayışından günden güne silinen şu sadelik niteliğini taşıdığı bir yüzyılın saygıdeğer kalıntılarından biriydi. En ufak engebeleri bile anılar uyandıran, insanı kendiliğinden düşlere yöneltmek gibi bir etkisi olan bu garip yolun dönemeçlerini geçtikten sonra, oldukça loş bir girinti görürsünüz; bu girintinin orta yerinde “Mösyö Grandet’nin evi”nin kapısı gizlidir. Mösyö Grandet’nin yaşamöyküsü verilmedikçe, bu taşra deyiminin değerini anlamak olanaksızdır.
Mösyö Grandet’nin Saumur’de öyle bir ünü vardı ki, az çok taşrada yaşamamış kimseler bunun nedenlerini, etkilerini hiçbir zaman tümüyle anlayamayacaklardır. Kimilerinin –ama bu ihtiyarların sayısı belirgin biçimde azalıyordu– hâlâ Grandet Baba da dedikleri Mösyö Grandet, 1789’da, okuma yazma ve hesap bilen, hali vakti pek yerinde bir usta fıçıcıydı. Fransız Cumhuriyeti Saumur ilçesinde kilisenin mallarını satışa çıkarır çıkarmaz, o sırada kırk yaşlarında bulunan fıçıcı, zengin bir tahta satıcısının kızıyla yeni evlenmişti. Grandet, elinde para olarak bulundurduğu servetini ve drahomayı, iki bin altın louis’yi cebine koyup kaymakamlığa gitti; burada, ulusal toprakların ve yapıların satışını yöneten azgın cumhuriyetçiye kayınpederince armağan edilen iki yüz çift louis karşılığında, dürüstçe değilse bile yasal olarak, ilçenin en güzel bağlarını, eski bir manastırını ve birkaç küçük çiftliği yok pahasına ele geçirdi. Saumur’lüler pek öyle devrimci olmadıklarından, Grandet Baba gözüpek bir adam, bir cumhuriyetçi, bir yurtsever, yeni görüşlere tutkun bir kimse olarak tanındı, oysa fıçıcı yalnızca bağlara tutkundu. Saumur ilçesinin yönetim kurulu üyeliğine getirildi, barışçı etkisi siyaset bakımından da, ticaret bakımından da kendini duyurdu. Siyaset bakımından, düşükleri korudu, göç edenlerin mallarının satılmasını bütün gücüyle önledi; ticaret bakımından, cumhuriyet ordularına bin, iki bin fıçı kadar beyaz şarap sağladı; bunun karşılığını da bir kadınlar manastırına bağlıyken son pay olarak ayrılmış güzel çayırlıklarla ödettirdi. Konsüller döneminde, Grandet Efendi belediye başkanı oldu, bilgece bir yönetim gösterdi, daha da iyi topladı parsayı; imparatorluk döneminde de Mösyö Grandet oldu. Napoléon, cumhuriyetçileri sevmiyordu, kırmızı başlık giymiş bir adam olarak tanınan Mösyö Grandet’nin yerini büyük bir toprak sahibine, adının başında soyluluk belirtisi bulunan bir adama, geleceğin imparatorluk baronlarından birine verdi. Mösyö Grandet belediye başkanlığı koltuğundan hiçbir üzüntü duymadan ayrıldı. Kendi topraklarına giden, çok güzel yollar yaptırtmıştı kent yararına. Tapuya pek hesaplı bir biçimde geçirilmiş evi ve malları için hiç de ağır olmayan vergiler ödüyordu. Çeşitli bağlarının sınırlandırılışından sonra, bağları sürekli bakımlarla, memleketin “birincisi” olmuşlardı; bu teknik deyim, en iyi şarabı veren bağlar için kullanılırdı. Légion d’honneur nişanını isteyebilirdi artık. Bu olay 1806’da oldu. O zaman Mösyö Grandet elli yedisinde, karısı ise otuz altı yaşlarındaydı. Yasal aşklarının meyvesi olan biricik kızları da on yaşındaydı. Yöneticilikte gözden düşüşü dolayısıyla, yazgı onu avutmak istemişti anlaşılan, o yıl birbiri ardından La Bertellière kızı Madam de la Gaudinière’in, yani Madam Grandet’in annesinin; sonra yaşlı Mösyö de la Bertellière’in, yani ölmüş kadının babasının; sonra da anne tarafından büyükanne olan Madam Gentillet’nin miraslarına kondu: Bu üç terekenin değerini kimsecikler öğrenemedi. Bu üç ihtiyarın üçü de öyle tutkulu bir biçimde cimriydi ki, paralarını gizli gizli seyredebilmek için uzun zamandır yığıp duruyorlardı. İhtiyar Mösyö de la Bertellière, altının görünüşünde tefeciliğinin kazançlarından daha büyük çıkarlar bulur, yatırım yapmayı müsriflik sayardı. Bu yüzden de Saumur kenti birikmiş paraların değerini gün altındaki malların gelirlerine göre hesapladı. O zaman Mösyö Grandet, eşitlik hastalığımızın hiçbir zaman silemeyeceği yeni soyluluk unvanını elde etti, ilçenin en oturaklı adamı oldu. Yüz arpan2 bağ işletiyor, bu bağlar da bereketli yıllarda yedi-sekiz yüz fıçı şarap getiriyordu kendisine. On üç ufak çiftliği, eski bir manastırı vardı; tutumlu davranmış, manastırın pencereleri, ojivleri1 , vitrayları2 üzerine duvar çektirmişti, böylece korudu bunları. Yüz yirmi arpan da çayırlığı vardı, 1793’te dikilmiş üç bin kavak gelişip irileşiyordu bu çayırlıkta. Oturduğu ev de kendisinindi. Böylece gözle görülür serveti kestirilebiliyordu. Paralarına gelince, ancak iki kişi, hem de belirsiz bir biçimde kestirebilirdi düzeylerini: Bunlardan biri Mösyö Grandet’nin tefecilik yatırımlarıyla görevli noter Mösyö Cruchot, öbürü ise Saumur’ün en zengin bankeri Mösyö des Grassins’di; bağcı onunla gizlice iş yapar, ona da yararlı olurdu. İhtiyar Cruchot ile Mösyö des Grassins’de taşrada güveni ve serveti doğuran o derin ağız sıkılığı vardı, ama halk içinde Mösyö Grandet’ye öyle büyük bir saygı gösteriyorlardı ki, izleyiciler, eski belediye başkanının paralarının bitmez tükenmezliğini, gördüğü sonsuz saygının derecesine göre ölçebiliyorlardı. Mösyö Grandet’nin özel bir hazinesi, louis’lerle dolu bir gizli köşesi olduğuna, geceleri de büyük bir altın yığınını görmenin sağladığı anlatılmaz hazları bol bol tattığına inanmayan tek kişi yoktu Saumur’de. Cimriler adamcağızın gözlerini gördüler mi kuşkuları kalmıyordu, sarı maden bu gözlere renklerini geçirmişti sanki. Paralarından büyük faizler almaya alışmış bir adamın bakışı da bir şehvet düşkününün, bir kumarcının bakışı gibi birtakım anlatılması olanaksız alışkanlıklara, birtakım kaçamak, obur, gizlemli devinilere tutulur ister istemez; bu da dindaşlarının gözünden asla kaçmaz. Bu gizli dil, tutku farmasonluğunu oluşturur. Mösyö Grandet böylece hiçbir zaman hiçbir kimseye hiçbir borcu bulunmayan, eski bir fıçıcı, eski bir bağcı olarak, ürünü için bin fıçı mı, yoksa yalnız beş yüz fıçı mı yapmak gerektiğini bir astronom kesinliğiyle sezen, hiçbir borsa oyununu kaçırmayan, içine konulacak şeyle karşılaştırılınca, fıçı daha çok para etti mi, her zaman satılık fıçıları bulunan, ürününü şaraplıklarına doldurabilen, küçük mal sahipleri şarabın fıçısını beş louis’ye bırakırken, şarabın fıçısını iki yüz franga satacağı zamanı bekleyebilen bir insanın hak ettiği saygılı hayranlığı uyandırıyordu. 1811 yılındaki akıllıca saklanan, ağır ağır satılan ünlü ürünü iki yüz kırk bin liradan1 fazla para getirmişti. Maliyecilerin diliyle konuşursak, Mösyö Grandet hem kaplana benzerdi hem yılana: Yatmasını, büzülmemesini, avını gözetlemesini, üzerine atlamasını bilirdi; sonra kesesinin ağzını açar, bir yığın eküyü2 kesesiyle yutar, sonra da yediğini duygusuzca, soğukça, yöntemle sindiren bir yılan gibi, sakin sakin yatardı. Onun geçtiğini görüp de saygıyla, dehşetle karışık bir hayranlık duymamazlık edemezdi hiç kimse. Çelik pençelerinin nazik parçalayışını kim duymamıştı ki Saumur’de? Berikine noter Cruchot bir yeri alabilmesi için gerekli parayı sağlamış, ama yüzde on bir faizle sağlamıştı; ötekinin de poliçelerini Mösyö des Grassins vadeden önce kırmıştı, ama tüyler ürpertici bir indirimle kırmıştı. Pazarda olsun, akşamları kent konusundaki konuşmalarda olsun, Mösyö Grandet adının anılmadığı günler enderdi. Bazı kimseler için, ihtiyar bağcının serveti yurtseverce bir gurur konusuydu. Bu yüzden birçok tacirler, birçok hancılar yabancılara belli bir memnunlukla, “Efendim, bizim burada iki-üç milyoner aile vardır; ama Mösyö Grandet’ye gelince, servetini kendisi bile bilmez!” derlerdi. 1816’da Saumur’ün usta hesapçıları babacanın toprak zenginliğini dört milyona yakın buluyordu; ama 1793’ten 1817’ye kadar topraklarından ortalama gelir olarak yılda yüz bin frank kazanmış olması gerektiğine göre, para olarak mülklerinin değerine eşit bir servet daha edindiği kestirilebilirdi. Bunun için, bir boston1 partisinden ya da bağlara ilişkin herhangi bir söyleşiden sonra, Mösyö Grandet’den söz açıldı mı, akılları hesaba yatkın kimseler, “Grandet Baba mı?.. Grandet Baba’nın beş-altı milyonu vardır,” derlerdi. Mösyö Cruchot ya da Mösyö des Grassins bu sözü duydular mı, “Siz benden daha ustaymışsınız, ben tamamını hiçbir zaman bilemedim,” diye karşılık verirlerdi. Biri Parisli Rothschild’lerden ya da Mösyö Laffitte’ten mi söz açtı, Saumur’lüler bunların Mösyö Grandet kadar zengin olup olmadıklarını sorarlardı. Parisli de gülümseyerek küçümseme dolu bir olumlu karşılık verdi mi, bir inanmamışlık havasıyla başlarını sallayarak birbirlerine bakarlardı. Böylesine büyük bir servet, bu adamın bütün davranışlarını bir sırma kaftanla örterdi. Yaşamının kimi özellikleri ilkin insanları güldürmüş, kendisini alaya almalarına yol açmıştı ama alay da, gülünçlük de yıpranmıştı. Mösyö Grandet, en ufak eylemlerinde bile, tartışılacak yanı kalmamışın yetkesine ulaşmıştı. Sözü, giyimi, devinişi, gözlerini kırpışı memlekette yasa yerine geçerdi, burada herkes onu hayvanlarda içgüdünün etkilerini inceleyen bir doğabilimci gibi inceledikten sonra, en ufak devinilerinde bile görülen derin ve sessiz bir bilgelik bulunduğunu benimsemişti. –“Kış çetin geçecek,” derlerdi, “Grandet Baba kürklü eldivenlerini takmış; bağları bozmak gerek,”– “Grandet Baba bol bol fıçı tahtası alıyor, şarap bol olacak bu yıl.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEugenie Grandet
- Sayfa Sayısı224
- YazarHonore de Balzac
- ISBN9789750741784
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Delifişek ~ José Mauro de Vasconcelos
Delifişek
José Mauro de Vasconcelos
Ünlü Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos’un, kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı Şeker Portakalı’nı Türkiye’de yediden yetmişe herkes severek okumuştur. Romanın kahramanı Zezé,...
- Kuzeye Giden İnce Yol ~ Matsuo Başo
Kuzeye Giden İnce Yol
Matsuo Başo
“Kuzeye yapacağım bu yolculuk ansızın belirmişti zihnimde. Bu uzun yolculuk elbette kolay olmayacaktı, saçlarımı bile kırlaştıracak bir zorluğu ve zahmeti göze almıştım. Öyle bile...
- Wardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 12: Hayalet Benim Adım Alice
Joseph Delaney
Şiirsel anlatımıyla korku edebiyatında bir başyapıta dönüşen Hayalet serisi, başrollerini Julianne Moore ve Jeff Bridges gibi Hollywood yıldızlarının paylaştığı bir filme uyarlanarak çocuk-genç-yetişkin, herkesi...