Kadıköy’de yalnız gezen bir bulut.
Serhat Çelikel, öykücülüğümüze yeni tatlar getirdiği Pencere’nin ardından ilk romanı “Karlar Altında Körler Ülkesi” ile okurunu köşkleriyle, bahçeleriyle, neşeyle denize girilen kıyılarıyla, kış günlerinde kurt indiği rivayetleri dolaşan yukarı mahalleleriyle 1930’ların Kadıköyü’ne götürüyor. Kültürde, sanatta ve yaşam tarzında çağdaşlaşma çabalarının arttığı bu dönemde kırılgan fakat kararlı bir genç yazar bir yandan rüşdünü ispat etme peşinde bir yandan da aşkına karşılık bulma derdindedir. Ancak basiretsizliği onu hiç ummadığı yerlere sürükleyecektir.
“Sonra, tavandaki desenler, perdeden süzülen ışık, az önce uğultuymuş gibi gelen sesler, berbat kokulu ilaçlar ve şuruplar, ağzımdaki demir tadı, yatağın yumuşaklığı; hepsi, beni oradan oraya sürükleyen, birbirine karışmış bir bulamaç halinden çıktılar ve nizamlı intizamlı birer münebbih, hakiki olduğu kadar sıkıcı olan bu âleme ait birer işarete dönüştüler. Gözlerimi açtım.”
1. Mühürdar’da Bir Gece
Eleni harika görünüyordu. Oyun hiç fena geçmemişti. “Bakalım Akşam’da ne yazacaklar!” diye heyecanlanıyordu. Böyle bir şeyi merak ettiğine göre, kendine güveniyordu demek ki. Desdemona’yı oynamıştı. Oyun sırasında birkaç kez göz göze gelmiştik. Oyunlardan sonra, hele de Eleni’nin gününde olduğu zamanlarda, kabiliyeti karşısında iyice ezildiğimden mi bilmem, bir süre suskunlaşırdım. Eleni’nin, benimkinden farklı ve çok uzak bir dünyasının olduğunu iyice anladığım böyle gecelerde, bazen yalancı bir kabullenme ve rahatlama, bazen de tuhaf bir kasvet hissiyle sesim soluğum kesiliverirdi. Şimdi de bir kenarda dikiliyor, bir yandan da pöfür pöfür sigara içiyordum. Tiyatro tayfası olarak, hep birlikte doluşup Mühürdar’a, Aleko’nun Gazinosu’na gidecek, bu başarıyı kutlayacaktık. Benim bu tayfaya dahil olmam, Murat sayesinde olmuştu. Pek fazla izleyeni olmayan oyunlarda yan rollerde başlayıp sonraları, birkaç Ermeni güzele ve daha da önemlisi bir iki emprezaryoya adından bahsettirecek roller kapmaya başlamıştı Murat. Ve birkaç yıl içerisinde de nihayet, sadece ve sadece Shakespeare oynamak için, Ahmet’le Rüya Tiyatrosu’nu kurmuşlardı. Mimarlık okuduğu Beşiktaş’a da pek uğramıyor, tüm emeğini ve parasını bu işe harcıyordu. Bir gün, hep beraber gidilecek bir akşam eğlencesine beni de çağırmış; Eleni, Ahmet ve Müjgan’la böylece tanışmıştım.
Hristo’ya haber gönderilmişti, Moda’da, Rüya Tiyatrosu’nun önünden bizi alacaktı. Eleni ve Ahmet sigaralarını tüttürüyorlardı. Todori’nin Rum garsonlarından birisi, yanından geçerken Eleni’ye laf attı ama Ahmet oralı olmadı. Pek keyfi yoktu Ahmet’in. Salon bir türlü dolmuyordu. Ona göre ortada kutlanacak bir başarı falan da yoktu aslında. Hem son zamanlarda, ben de Eleni’ye olan ilgimi iyice belli etmiş ve Ahmet’e bir nevi rakip olmuştum. Gerçi Ahmet bir şeyler seziyorsa da ya bunu önemsemiyor ya da gizlemeyi çok iyi biliyordu. Yine de böyle bir şeyin Ahmet’in canını sıkacağını düşünmek bana iyi gelirdi. Eleni’ye olan ilgimi bilen Murat, ortada hiçbir şey yokken, benim için bir umut doğduğunu sözleriyle, tavırlarıyla arada bir ima eder, ama tiyatro tayfasıyla beraberken, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranırdı. Bir sırrı paylaşan iki erkeğin hissettiği gereksiz gururu ara ara hissederdim.
Ahmet “O kadar da boş değildi salon, değil mi?” diye sordu gözlerini boş boş baktığı sokaktan ayırmadan, konuşmaktan çok sesli düşünüyormuş gibi. “Daha dolar” dedi Murat, hem ümit verici hem de kendisini yalan söylemek zorunda bırakmayan bir cümleyi bir çırpıda bulmasına kendi de şaşarak. Ahmet, sene başında babasını zorla razı edip kiralattığı, sonra satın aldırdığı bu eski tiyatro binasına çok para harcamıştı. Para kazanmak şöyle dursun, pek fazla olmayan masrafını bile çıkaramıyordu tiyatro. Kimse Moda’ya kadar tiyatro izlemeye gelmek istemiyordu sanki. Moda Palas’ın neredeyse dibindeki tiyatroyu, otel müşterileri bile merak etmiyordu. Hele sadece Shakespeare izlemeye kimsenin niyeti yoktu. İzleyecek olanlar da Darülbedayi’de daha iyisi var deyip biraz da İstanbul’a geçmek bahanesiyle oraya kaçardı. İşler bir türlü düzelmeyince, Murat da elini taşın altına koymak zorunda kalmış, cüzi bir miktarla da olsa tiyatroya ortak olmuş, ayrıca Müjgan’ın trup için tasarladığı kostümlerin de, Müjgan’ın o pek sevdiği kelimeyle “bailleur de fonds”u olmuştu, para Murat’tan geliyordu. Oynadıkları oyunlar yüzünden masraflı da oluyordu bu kostüm işi. Ahmet farkındaydı bu yardımın değerinin.
“Neredesin Hristo Efendi?” diye çıkıştı Eleni, yanımızda birden beliren arabacıya. Hristo Efendi her zamanki kibarlığıyla, “Sofradan kalktım da geldim matmazel, giyinip koşturdum vallahi!” dedi, kimseye inandırıcı gelmemişti bu. “Keşke Kemal Bey’i çağırsaydık, otomobiliyle çoktan uçurmuştu bizi” dedi Müjgan şakayla. “Vallahi, Çiçekçi gibi Çukurbostan’a uçurmasın da maazallah.” Hristo Efendi’nin kibarlığı elden bırakmadan lafını sakınmamasını severdim. Faytoncuların hasedine mi kurban gitti, göze mi geldi bilinmez, Çiçekçi diye bilinen şoför Fuat, Ford’uyla Çukurbostan’a yuvarlanmış, neyse ki kimsenin burnu bile kanamadan kaza atlatılmıştı. Esrarkeşliği tüm Kadıköy’de nam salmış, bir gün otomobiliyle iş açacağına kesin gözüyle bakılan Çiçekçi de, böylelikle bu kehaneti doğrulamış, otomobili mimlenince de, yeniden faytona dönmüştü. Ama bizi ilgilendirmezdi bunlar, tiyatro tayfası olarak hepi topu bir iki kez taksiye binmiştik, bir tür yemeği sevmemeyi, bayağı bulmayı meziyet sanan saraylılar gibi ısınamamıştık bu taksi işine.
Mühürdar yolunda Ahmet’le Eleni karşımıza oturdu. Ben, Müjgan ve Murat’ın yanına geçmiştim. Hristo, arabası için, Vefa’da, üç kişinin sıkışmadan yan yana sığacağı özel koltuklar yaptırdığını –talika dışındaki arabalarda bu neredeyse hep böyleydi aslında–, bu bordo kadife kaplı koltukları, İstanbul’dan ne zorluklarla Kadıköy’e taşıdığını, ikide bir anlatır ama beş kişiden fazlasını da atlara eziyet oluyor diye kabul etmezdi. Eleni ve Ahmet koyu sayılacak, fısır fısır bir muhabbete dalmıştı. Ahmet belli ki beni bir tehdit olarak görmüyordu –bu canımı sıktı–, tiyatronun bir türlü dolmayışını da atmıştı demek ki kafasından – buna niyeyse sevindim. Müjgan ve Murat, zaten nişanlı olduklarından –aslında ailelerinin Müjgan’ın hep övündüğü serbestliğinden– baş başa kalınca, bunu bir yakınlaşma fırsatı olarak görmezler, bir üçüncü kişi olarak benimle daima sohbet ederler, sıkılmama izin vermezlerdi. “Hadi şu Abdulrezzak Efendi’nin çizmeli hikâyesini anlatsana” derdi Müjgan birdenbire. Ben, dedemden duyduğum bazı saray hikâyelerini biraz da yalan dolan katarak satardım. “İşte Komik Abdi, hademenin çizmesini çıkaramadığını görünce, ‘Memur maaşı gibi, çıkmıyor.’ demiş. Bu da Abdülhamit’in kulağına gitmiş tabii” diye anlatırdım. Müjgan da nedense bu zevzek hikâyelere her defasında gülerdi. “Aaa, Eleni bak sana ne getirdim!” dedi Müjgan bir yandan da yine böyle bir saçmalığa gülerken. Çantasından, Eleni’yle birkaç ay geriden de olsa takip ettikleri Fransızca bir moda dergisi çıkardı. “Getir bakalım ne diyorlar yine” dedi Eleni muzip muzip. Müjgan’ın uzattığı dergiyi aldı. Vêtements dergisi, 1937 yazına hafif, şeffaf ve ince kumaşların damgasını vuracağını yazıyordu. “Bizdeki pike sevdası da biter belki!” dedi Müjgan, Eleni alakalı sayfayı gösterince. Bahriye yaka bir elbiseyi hunhar bir işbirliğiyle yerin dibine sokup, fırfır yaka ipek bir elbiseye de hayranlıkla baktılar. “Sen bunu yapabilirsin aslında Müjgan” dedi, Eleni. “Öyle mi diyorsun?” dedi Müjgan, yüzü kızarmıştı.
Hristo Efendi, yine bir şekilde punduna getirip Kıbrıslı Sait Paşa’nın arabacılığını yaptığı günlerden bir anıyı ballandırarak anlatıyordu. “Körüğü aç, yağmur çiseliyor” diye böldü Ahmet kabaca ama o anlatmaya devam ediyordu. Paşa’nın en özel işlerinde bile kendisini görevlendirdiğini anlatırken –elbette zararsız bir yalandı bu– kendini kaptırır, sonra da o günlerin geçip gittiğini belli eden, biraz ezberlenmiş bir iç çekişle, –çok keyifsizsem bunlara içlendiğim de olurdu– tekrar aramıza dönerdi. “Bebek’teki yalının müştemilatında da az kalmadım. Paşa’nın çok güzel Arap atları vardı. Elleriyle beslerdi” derdi. Yalı bazen Bebek’te, bazen Arnavutköy’de, bazen Vaniköy’de olurdu. Hristo’nun canı nasıl isterse artık. Buna benzer onlarca anıyı, Anastas’ın ya da Vartan’ın değil de, özellikle bu tür lakırdıları için Hristo’nun arabasına binmek istediğimiz çocukluk yıllarımda, tekrar tekrar dinlemiştim. Hâlâ sık sık çağırdığımız Hristo’da bu yıllardan emarelere rastladıkça, yuvarlanan bir yumağı, ipin ucundan tutarak yakalayabileceğini düşünen birisinin iyimserliğiyle, geçip giden zamanın yakalanabileceğine inanırdım. Hristo çalışkandı, işten sakınmazdı. Kendimde olmayan böyle bir inadı insanlarda görmeyi kıskanır ama severdim de.
Mühürdar’a giden yolu da severdim, Villa Wohl’u, sizi Moda Burnu’nda birden karşılayan Antipa’nın köşkünü… Yolun tıkırtılarında, Murat ve Müjgan’ın ara ara takip ettiğim muhabbetlerinde, –düğüne Ahmet Sofu Paşa’nın oğlu gelmemeliydi çünkü Murat çocuğu küçüklükten beri hiç sevmezdi– ara sıra şaklayan kırbaçta, hatta Ahmet’le Eleni’nin iyice ilerleyen muhabbetinde bile, keyifli bir hal vardı. Yolda sokak lambalarını yakan Hüseyin Efendi’yi gördük. Sırığının ucuna bağladığı tuhaf aletle havagazı lambalarını tutuşturuyor, peşinde dolanan çocukları kovmaya yelteniyor ama çocuklar bir türlü peşini bırakmıyordu. Hristo’nun hava olsun diye arada bir yaktığı, arabanın fenerlerinin mi yoksa sokak lambalarının mı daha çok ışık verdiğini, bir an öylesine düşündüm ama gözüm hemen Eleni’ye kaydı. “Artık hem elektrik hem havagazı yanmayacakmış sokaklarda” dedi Eleni, bir yerden okuyormuş gibi; Hüseyin Efendi’ye baktığımı sezip. “Tasarruf” dedi sonra bu işlerle o kadar da ilgilenmediğini belli eden bir el hareketiyle. Bir süre sessizlik olunca, Hristo, cin bir fikirle hemen, kimsenin yorum yapmadan duramayacağı Kurbağalıdere bahsini açtı. Demin bir müşterisini Kızıltoprak’a bırakmıştı da, derenin yakınlarından geçerken kokudan duramamıştı. “Her tarafı sivrisinek saracak.” dedi Hristo, “Ne diyorsunuz bu işe?” Müjgan hemen “Bu sefer o iş tamam çocuklar” dedi, sanki konuyu biz açmışız gibi bize dönerek. Babası anlatmıştı, bahar sonunda bir keşifname hazırlanmıştı, dereye akan pislik fennî lağımlara aktarılacaktı. Daha büyük bir tarak dubası da istenmişti Ankara’dan, o da gelince bu iş tamamdı. Ahmet “Duba falan çözüm değil, sondaj yapmadan bu iş olmaz” dedi, “kaç yıl önce, babamın arkadaşı her şeyi hazırladı, teklifi verdi ama oraya ağaç dikeceğiz, park yapacağız, üzerini kapatacağız diye son anda iptal ettiler. Kendi düşen ağlamaz.” “Aaa, amma da sert çıkıştın kıza” dedi, Eleni, Müjgan belli etmemeye çalışsa da bozulmuştu. Yolun kalan kısmı Ahmet’in işi şakaya vurup Müjgan’ın gönlünü almaya çalışmasıyla geçti, sivrisinek sesi çıkarıp Müjgan’ın kolunu sokuyormuş gibi çimdik atıp durunca, Müjgan da sonunda dayanamamış kahkahayı koyvermişti.
Mühürdar’a geldiğimizde, niyeyse keyfim kaçtı, kendimi önemsiz ve işe yaramaz hissettim. Bazen topluca gelinen yerlerde, tam arabadan inecekken, tam masalarımıza oturacakken, henüz bir şey içmemişken, birkaç kadeh rakı içilip de devamında saçma şeyler yapacağımı, söyleyeceğimi fark etmişsem; yine tiyatro tayfasının peşine takılıp geldiğim için bir pişmanlık duyar ve o an orada hiç bulunmamış olmayı, kendimi odamın sıkıcı huzuruna bırakmayı dilerdim. Şimdi bunu, hem arabadan inerken hem de masamıza oturmuşken yaşıyordum, bu iyiye delalet değildi.
Aleko’nun Gazinosu’na, henüz çok genç sayılabileceğim yıllarda, fokstrot ve çarlistonun patladığı zamanlarda gelir, çoğu kez beceriksizlikle, liseden arkadaşlarımla, bir filmdeki jönü taklit edercesine dans ederdik. Dans etmenin, hareketlerle yüz ifadesinin uyumundan ibaret olduğunu, herkes gibi bilir ama bunu bir türlü başaramazdım. Kadınlardan utandığım için de değildi bu. Bir iki kez gittiğim, Mısırlıoğlu Bahçesi’ne doluşmuş onca mutsuz erkek dans ederken de yüzümdeki, kollarımla ayaklarımla uyumsuz, boş ifade, yakamı bir türlü bırakmaz, daha da gülünç duruma düşer ama ısrarcı arkadaşlarımı da kıramaz, acemiliklerime devam ederdim. Fiko, Moda’da kendi yerini açınca, zaten bahçe de tüm beceriksizlik anılarımızla birlikte keyifsizleşip, unutulacaktı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıKarlar Altında Körler Ülkesi
- Sayfa Sayısı300
- YazarSerhat Çelikel
- ISBN9789750835445
- Boyutlar, Kapak13,5 x 23 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayata Dön ~ Gülseren Budayıcıoğlu
Hayata Dön
Gülseren Budayıcıoğlu
Herkesin kaderi güzel olmuyor. Marifet, kader yolları kapatsa bile o kapıya yeni bir anahtar uydurabilmekte. Kimsenin hayatı dıştan göründüğü gibi değil. İmrendiğimiz, özendiğimiz hayatlar hiç de sandığımız gibi acısız...
- Çöp Plaza-1 ~ Miyase Sertbarut
Çöp Plaza-1
Miyase Sertbarut
Yoksulluğu, edebiyat yoluyla anlayabilmek için… Farklı edebi türlerde pek çok eser veren ödüllü yazar Miyase Sertbarut’tan, gerçeğin hayalle kol kola yürüdüğü hüzünlü ama umut...
- Le ~ M. Sadık Aslankara
Le
M. Sadık Aslankara
“Bethoven gittikçe yükselen gümgümlerle kapıyı vuruyor. Sonra bir salkım kınalı üzümün, üzerinde buğusu incecik kabuğuyla, taneleri arasından dolanıvermiş asma yaprağıyla öylece kayıvermesi etli, sulu,...