Mustafa Kutlu’dan İstanbul gezi yazıları! Bizleri alıp İstanbul’un 35 yıl önceki ara sokaklarına, caddelerine, dükkânlarına, araçlarına götürecek; kendi gözünden yorumları ile kimi zaman duygulandıracak, kimi zaman ise gülümsetecek bir kitap…
Üç kitaplık seri hâlinde yayımlanacak olan İstanbul gezi yazıları Kutlu’nun önceden yazıp bir kenara kaldırdığı, şimdi tekrar gözden geçirip okurlara sunduğu gezi yazılarından oluşuyor.
İlk kitabını okuduktan sonra diğer kitaplarını da heyecanla bekleyeceğimiz bir seri…
*
SUNUŞ
İstanbul’a ailece 1972 yılında geldik. Önce Sultanahmet-Akbıyık’ta iki yıl geçirdik. Kızım Pınar orada doğdu. Ardından Erenköy’e taşındık. Geniş bahçeler içindeki ahşap konaklar henüz yıkılmamıştı. İstasyona yakın bir evde sekiz sene kaldık. Oğlum Murat orada dünyaya geldi.
“Deniz geçmek” İstanbul’da ikamet edenler için önemlidir. Mevsimler, renkler, kokular, kubbe ve minareler, gün batımı, lodos ve poyraz, dumanını savurarak süzülen Boğaz vapurları, onların daimi yolcuları, vapurda çay içip simit yemek, martı çığlıkları, olta balıkçıları ve daha sayısız unsuru ile İstanbul’un denizi pek “kendine mahsus”tur.
Haydarpaşa’da tirenden inip, merdiven başında bavullar, çuvallar, sepetler arasında, etrafa şaşkın şaşkın bakan Anadolu insanı, seyyar satıcıları, günün her saatinde ayrı bir manzaraya bürünmesi, sisi, dalgası, balık-iyot-çöp karışımı baygın kokusu ile bu “deniz” sizi sarıp sarmalar.
O yılların İstanbul’u böyleydi ve ben sekiz sene “deniz geçtim”.
Bunun bir de metafizik mânası vardır. Geçelim. Daha sonra Merter’e, bahçesi ve binası ile fabrikadan çok bir malikaneye benzeyen Vakko Fabrikası (şimdi yerinde devasa cüssesi ile bir battal çarşı bulunuyor) yanındaki ufak kooperatif daireye taşındık.
Hareket Yayınları (sonra Dergâh) Cağaloğlu’nda idi. Otobüs-minibüs, daha sonra inşa edilen metro ile yıllarca bu şehre Topkapı’dan girdim, Millet Caddesi’ni geçtim, bir başka Topkapı’ya (Saray) varmış oldum.
Devlet-i Âliye’nin payitahtı İstanbul’u tanımak, ecdadımızdan bize intikal eden mirası şekli ve muhtevası ile kavrayabilmek, bu dünyanın her devirde neredeyse merkezi olmuş beldenin taşıdığı ruh ile yoldaş olmak için İstanbul’u dolaşmayı, ömrüm oldukça gezip-görmeyi düşledim.
İstanbul’u tanımadan kendimizi tanımak muhaldir. Ufak bir aşiretten cihangirane bir devlete ulaşmak nedir, bunun sırrı nerededir? Elbette bu şehirdedir, lakin ona ulaşmak mümkün müdür?
İstanbul dört unsurdan oluşur. Nefs-i İstanbul (yani Sur içi), Eyüp, Galata ve Üsküdar.
Bu yapıdan geriye ne kalmıştır?
O kadar yakılıp-yıkılmış, o kadar tahrip edilmiş, o muhteşem hüviyeti tanınmasın diye kitabeleri dahi yer yer kazınıp silinmiş, bırakın hâneleri mezarlıklan bile tarumar edilmiş, illâ modern hâle kavuşturalim diye, sinesi şerha şerha yarılmış, (sadece Millet Caddesi’nin açılışı sırasında 127 tarihi eser yıkılmıştır) asırların imbiğinden geçen letafeti-nezaketi-tüm incelikleri hoyratça katledilerek kaba-saba bir makyajla güya finans merkezi, turizm cenneti kılınmaya çalışılmış bir payitaht. Belki bir enkaz.
Ama yine de cami yıkılmış mihrap yerinde. Delik deşik olan ruhundan yine her erguvan mevsiminde kendini sevenlerine teslim eden bir nağme yükselir, bir ilahi dile gelir.
Bir taşralı olarak acaba bu ilahinin bir köşesinden tutabilir miyim diyerek, ilk iş her gün gelip geçtiğim güzergahı tanımak için yola düşmeyi denedim. Bu yolculukta bir iki gün rahmetli Nurettin Albayrak bana eşlik etti, şimdi nerede olduğunu bile bilemediğim şair-yazar Safa Kaplan fotoğraf çekti. Bu gezi-yazının dosyası 35 yıl elimde kaldı. Bir kısmı bir gazetede tefrika edildi, fotoğraflar ve çizdiğim resimler kayboldu.
Yazı hayatımın 52. yılında onca hikâye ve denemeden sonra iki fikri eser yayımladım. Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş (2020) ve Akıntıya Karşı (2021). Böylece eteğimdeki taşları dökmüş, defteri kapatmış oldum. Müflis tüccarın eski defterleri karıştırması gibi artık maziye dönebilirdim. Oysa ben geçmişe dönmeyi, hatıra anlatmayı sevmem, zaten hafızam çok zayıftır. Benim için yazdığım kitaplardan ziyade yazacağım kitaplar daima önde gelmiştir.
Peki şimdi ne olacak?
Pil bitti, kandil söndü mü?
Olan kaderdir, olacağı Allah bilir.
Başta birtakım kurumların yayımladığı fotoğraf albümleri, prestij kitaplar, şehir tarihleri, monografiler olmak üzere ne çok kitap birikmiş. İlaveten bir gün gelir okurum diye aldığım ama kapağını açmadığım eserler, mektuplar, yerli-yabancı ünlü ressamlara ait lise sıralarından beri bakmaya doyamadığım albümler, özel baskı tablolar, mimarlıkla ilgili kuşe kâğıda basılı ağır mı ağır ciltler vesaire. Okuduğum kitapları dağıtırım.
Kütüphanem yok sayılır.
Peki bunca ağırlık nasıl birikmiş? Demek ki hatıra hediye edecek, bu eserlerin kadrini bilecek kimse bulamamışım. Ne yapmalı?
Bazen sinema ile ilgili olan dosyalar var. Film hikâyeleri, senaryolar, snopsisler, taslaklar, yarım kalmış projeler… Peki bunlar ne olacak? Alayı yayınevine gönderilecek.
Başladım ayıklamaya.
Arada hatırası olan resimler, metinler çıkıyor, atmaya kıyamıyorum.
Derken yazıp da unuttuğum dosyalara rastladım. İstanbul gezi yazıları. Aradan 35 yıl geçmiş ve ben bu dosyaları unutmuşum.
Olacak şey değil ama, olmuş işte.
Dosyaların kapağını açıyorum. Sarı saman kâğıda daktilo ile yazılmış metinler. Hatta şu elinizde tut-
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Gezi Kitapları
- Kitap Adıİstanbul gezi yazıları - I - 1986: Topkapı'dan Topkapı'ya
- Sayfa Sayısı128
- YazarMustafa Kutlu
- ISBN9786257660556
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDergah Yayınları / 2021